Ölümün rüzgârı ve yoğun bakım!
Ne çok rüzgâra şahid olduk şu dünyada...
Avrupa’dan esen moda rüzgârları!
Oradan-buradan, estirilen sanat rüzgârları!
Kapitalizmin, alış-veriş hırsımızı kamçılamak için estirdiği indirim rüzgârları...
Amerika'dan ithâl, yalan rüzgârları...
Ve daha ne rüzgârlar, ne esintiler vardı. Çok değil kısa bir zaman önce. Esen rüzgârlar ve esinlenen hayatlar vardı.
Öyleki, insanlar rüzgârgülü misali fırıldak gibi döndürüldü de döndürüldü. Faniliğini unutan, baki olduğu yanılgısına kapılan bir yaratığa dönüştürüldü...
Peki ya şimdi?
Bakıyoruz da her yerden esen sadece bir rüzgâr var; ölüm rüzgârı...
Artık Avrupa'dan festival görüntüleri falan da verilemiyor. Sadece ölüm haberleri; dosya misali raflara yerleştirilmiş tabutlar ve krematoryumlarda yakılmak üzere sırasını bekleyen ölüleri taşıyan araç konvoyları...
Peki ya, Amerika kovboyları ne alemde?
Dünya üzerinde işgal planlarını sürekli güncelleyen, hatta dünya kendisine dar gelen ve Mars'a göz diken güçlü (!) Amerikalılar...
Şimdilerde kendi hastanelerine asker yollayıp, var olan solunum cihazlarına el koyarak, vatandaşlarının ihtiyacına çözüm aramakla meşguller. Her ihtiyacını işgal ve gasp yoluyla elde etmeye çalışan haydut kovboyun yeni işgal planı bu. Kendi insanına yatacak mezar bulmaktan aciz. Hani birilerinin hep gıpta ettiği Amerikan vatandaşlığı vardı ya, şimdi o özenilen vatandaşların yatacak yeri yok, tabiri caizse.
Tüm dünyada ölüm rüzgârları esiyor. Allah Resulü (s.a.v)’in, “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın.”(Tirmizi) sözünü hatırlıyoruz. Ölüm çokça hatırlatıyor kendini, kimse hatırlamak istemese de.
Tüm dünyanın ağzının tadı bir anda kaçtı. Genel ve kişisel planlar, programlar ve hesaplar altüst oldu. Rabbimizin hesabı işleyecek, tüm insanlık için takdir ettiği ne ise o olacak elbette.
Ölümlerin ardı arkası kesilmiyor. Hiç bir kudret önüne geçemiyor. Ne imtiyazlar ne banka hesapları. Sığınılan kaleler buna engel olmuyor/olamıyor.
“Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile...” (Nisa/78) Ayeti tecelli ediyor.
Bu süreçte ölüm kelimesinin yanı sıra hayatımıza giren, sıkça zikredilen kelimeler de var; enfekte, izole, entübe...
Ve tabi, adeta ölümle hayat arasındaki ince bir çizgi olan, insanı en az ölüm kadar tefekküre sevk eden, yoğun bakım...
Adı oldukça ürpertici, çünkü bazen ölümden önceki son durak veya son umuttur yoğun bakım.
Yoğun bakım kapılarının önünde kıymetlilerini bekleyenler veya bizzat kalanlar daha iyi bilirler.
Heyecan, endişe, umut ve tüm iliklerine kadar işleyen ayrılık kapısıdır çoğu kez.
Burada hastaya yoğun bir bakım yapıldığından, tıp literatüründe, ‘yoğun bakım' olarak adlandırılmış. Fakat aynı zamanda, farklı boyutlarda, hem içerde hem dışarda olan için, apayrı bir yoğunlaşma sürecinin sebebidir. Oradaki aletler, duvarlar, kim bilir nelere şahitlik ediyorlar. Çoğu kez, bizzat Sekeratü'l-Mevt'e... İnsanoğlunun acziyetini tüm hücrelerine kadar hissettiği anlara.
Tıpkı Vakia suresinde anlatıldığı gibi:
“Can boğaza dayandığında,
Siz (o can çekişen kimseye) bakar durursunuz.
Biz ona sizden yakınız, fakat siz görmezsiniz.
Eğer siz hesap ve ceza görmeyecekseniz,
Onu (çıkmak üzere olan canı) geri çevirsenize! İddianızda doğru sözlü iseniz.”(Vakıa/83-87)
Evlerimizde yemek ve çay eşliğinde izlediklerimiz birilerinin gerçeğidir unutmayalım!
O tablolarda bizim rakam olarak gördüğümüz, vakalar, yoğun bakım hastaları ve ölümler, birilerinin canları, kıymetlileridir bilelim!
Bu süreçte en azından tefekkürümüzü bu hakikatleri göz önünde bulundurarak yapalım.
Yoğun bakımda yatan veya ölen, ben de olabilirdim diye derinlemesine düşünelim.
Ölümün rüzgârı yüzümüzü yalamadan önce amellerimize yoğunlaşalım. Yoğunlaşmamız gereken tüm hakikatlere yoğunlaşalım...
Hesap günü gelmeden hesaba çekelim ömrümüzü!
Ölüm gelmeden önce, öldürelim nefsimizi!
Yoğun bakımlara girmeden evvel, yoğun bir bakıma alalım kendimizi...