Kabul ve ret arasında siyasetin dili
XIV. Louis, kendisine sadık adamlarından birine sormuş;
- İspanyolca biliyor musunuz?
- Hayır, efendim!
- Çok fena! Demiş, kral.
Adam; “ Herhalde kral beni elçi yapacağı için bu dili öğrenmemi istedi.” Diyerek olanca gayretiyle İspanyolca çalışmış. Ve birkaç yıl sonra huzura çıkarak; “İspanyolcayı öğrendim efendim demiş. Kral, tekrar sormuş;
-Adamakıllı biliyor musunuz?
-Evet, efendim!
-Memnun oldum, diye gülümsemiş kral. Şimdi Cervantes`i ve eseri olan Don Kişot`u aslından okuyabileceksiniz.
Bu hikâyeden birçok ders çıkarabiliriz. İlk olarak her eser yazarının kendi dilinden okunduğu zaman, o eserin sahibinin dili, dini, kültürü, medeniyeti en iyi anlaşılabilir. Tercüme hiçbir zaman orijinalin ruhunu yansıtmaz. Sadece bulunduğunuz ruh hâli ile o esere istenmeyen mânâlar yükleme yanılgısına düşürür sizi. Bu ise hem size, hem de eserin sahibine külfet ve zahmettir.
İkinci olarak eserin dilini anlamadığınız halde, anlamış görünüp yalan yanlış anlamlar ile beyanatta bulunmak riskini içinde barındırır. Yani hakikate ereyim derken hakikati tahrif edip, hem istismarcı konumuna düşer, hem de hakikatten payı olmayan yalancı çoban hikâyesine duçar kalınarak doğru söyleminizin de yalana hamledilmesine sebep ile yekdiğerini müfteri konumuna sokarsınız.
Aristo`ya sormuşlar:
- Yalan söylemekle ne kaybederiz?
- Doğruyu söylediğiniz zaman bile, karşınızdakini ikna edebilmeyi!
Hâl böyle iken müntesibi olduğumuz bir dinin; dilini, medeniyetini, kültürünü bilmeden, o dini kendimize adapte etmek en hafif tabir ile nasipsizliğimizin alametidir. Yaşadığımız gibi inanmak kolaycılığı ile inandığımızı anlamak ve yaşamak zorluğuna dair bir sürecin berhava edilmesi bizi dindar kılmaz. Bizim gibi inanmayı bırakın, bizim üzerimizden dini tenkit edenlerin vebalini de bizim üzerimize yıkmaya teşmil eder. Bu meyanda biz ve diğerleri arasında İlahi Hikmet açısından tek bir fark oluşur ki; o da olmadığımız gibi olmaya namzet olanlara da engel oluşumuzdur.
Dinden nasibimiz yeni ve hakikat olmalı iken, maalesef yeninin hakikatle, hakikatin de yeni olanla herhangi bir bağı bulunmamaktadır. Ne demokrasiyi kendi dilinden, ne teokarisiyi ne aristokrasiyi ne de yeni yetme dinci burjuvaziyi kendi hallerinden anlamaya temayüllüyüz. Meşrutiyet ile meşruiyeti fark edememek bizi meşru zeminde değil kaygan bir zeminde yürüdüğümüz gerçeğini anlamamaya sevk eder. Sabitelerimiz, zabitlerimizin söylevlerinden değil ; “Bela” deyişimizin gerçekliğinin tezahüründen neş`et etmelidir.
Büyük tefsir âlimlerinden Fahrettin Razi Fil Suresini tefsir ederken; Kâbe`yi harap etmek isteyen ordunun helakini haber veren önemli noktanın hikmetini şu şekilde izah eder:
- Niçin bu semavi belâ, Kâbe`yi putlarla dolduran müşriklere değil de, o mabedi harap etmek isteyenlere geliyor? Der ve cevaben;
- Kâbe`ye putları koymak, Allah`ın hukukuna tecavüz, Kâbe`yi tahrip ise ümmetin hukukuna tecavüzdür.
Hâsılı hak, hukuk, ahlak tahribatını yapanlara müsamaha Allah`ın izin verdiği bir tutum ve davranış değildir. Fillerin ihtişamı gözlerimizi kamaştırır iken cemiyetin hakkı tecavüze uğruyor ise bu göz kamaşması bizi işlenen bu suçtan azade kılmaz. Elzem olanın kutsallarımızı tahrip edip ahlak zafiyetine uğramamıza sebep olanlar ile ilgili takınacağımız tavır ve tutumların yekûnu olmalı.