Din, devlet ve kulluk gerçekliği üzerine
Son zamanlarda moda olan “dinin gerçekliği” ya da “gerçek dinin nasıllığı” üzerine düşünenlerin ısrarla ve fazlaca üzerine fikir beyan edebileceği bir saha daha var kanaatimizce. Dinin Yaratan`a mı yoksa bu topraklar üzerinde itikat haline getirilmiş bir oyun olarak Maverdi`den beri Devlet`e mi hasredileceği.
“Ya devlet başa yahut kuzgun leşe”
“Şeraitin (devlet) kestiği parmak acımaz”
“Devletin ebed müddet olsun”
“Devletin hain kulları”
On sekizinci yüzyıldan itibaren bu düşünce seyri içinde kutsanan devlet, tebaasından tam bir kulluk beklentisi içine girmiştir. Ki bu beklenti “Devlet asıl, din fer`idir.” anlayışına hamledilene kadar, akidevi bir sorun olarak kulluk bilincini etkilemiştir. Din iki türlü anlayış haline getirilerek Allah`ın dini yerine Devlet`in dini ikame edilmiştir. Osmanlı ile bu ilkesizlik Padişahların kendilerine “zıllullah” yani Allah`ın yeryüzündeki gölgesi demesine kadar ileri seviyeye sürüklenmiş ve her padişah tebaasına “kullarım” diye hitap ederek asıl olanın devletin bekası olduğunu zihinlere kazımıştır.
Peki, modernite ile ulus-devlet anlayışı bu ilkesizlikten maada başka bir zihin egzersizine mi ulaşmıştır? Elbette ki, hayır... Sadece devletin kullarını renklerine göre tasnif edip en beyazın en iyi kul olduğuna şehadet etmiştir. Diğer renkler ise beyazların merhametine kalan bir vicdan muhasebesi ile ya “ kardeş” yahut ta kalleş olarak ya tehcir yahut tekfire uğramıştır.
Tarih sahnesine Şeyh İdris-i Bitlisi olarak adını yazdıran zevatın; Yavuz`a “biz bize bırakılırsak kendimizi idare yerine kan revan içinde kardeş kavgasına sebebiyet veririz. O yüzden özerkliğimizi geri alıp bizi siz yönetin.” demesine mukabil modern zamanlarda da bu işi İmralı ve avaneleri bi-hakkın yerine getirmekte ve bu işten hem iktidar hem de müzakere ettiğini söyleyen modern devletin modern haramileri nemalanmaktadır.
Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasında devletin meşruiyeti karşılıklı olarak birbirini besleyen dört unsur aracılığıyla sağlanmaktadır. İlki; devletin kendisini milli çıkarların tek ve en büyük teminatı olarak sunması. İkinci unsur ise; vatanperverlik... Üçüncü unsur; özel sektörle devletin işbirliğini sağlayan ve son tahlilde devletin üstünlüğünü pekiştiren korporatist (devletin veto hakkı ) bir ekonomi siyasetinin varlığı. Son ve en önemli unsur ise yukarda belirtilen üç unsuru sorgulama teşebbüsünde bulunan birey, camia ve ideolojileri baskı altına almayı sağlayacak otoriterizmdir (demokrasi ile totalitarizm arasında ki gri bölge )
Milli çıkarların korunması mevzusu aslında çeşitli seviyelerdeki kliyentalizm (politik bilimde, politikacıların uzun vadeli politikalar uygulamak yerine, kendisine oy verenleri müşteri gibi görüp müşteri-temelli ilişkiler kurması, satın aldığı oy karşılığında, kişiye ya da zümrenin yararına bir politika ya da serviste bulunması anlamına gelir) ilişkileri sayesinde devlete cemiyet içerisinde yeniden üretilen kutsal mit anlayışını kazandırır.
Dünden bugüne aklın yerini devlet en iyisini bilir anlayışında hiçbir değişiklik yoktur. Devlet ise kullarını iyi ve kötü diye tasnif ederek patronaj ilişkilerini kabul edenler ve etmeyenleri cennet ve cehennemlik olarak mücazat ve mükâfatlandırmaktadır. Tüm bu cüretini ise devletin dinine intisap eden kullarından almaktadır.
Hülasa : “ Ya din asıl devlet feri” diyeceğiz yahut “devlet asıl din feridir.” diyeceğiz. Olmak ya da olmamak mottosu gibi asıl mesele bu. Siyaset oyununun kurucu unsuru olan bireylerin bu teatral boyutun ötesinde, seçimleri iktidar ile cemiyetin arasında bir sınama anı olarak realize etmesi, patronaj ilişkilerine ve mazlumun ahının dinmesine sebep olacağı, dinin gerçek ya da gerçek dinin hangisi olduğundan daha fazla ehemmiyet arz edeceği aşikâr.