Kanaatkar mıyız?
Hz. Peygamber hayatını kifaf ve kanaat prensibine uygun olarak düzenlemiştir. Kanaatin bitmez tükenmez bir hazine olduğunu, belirterek, hep şöyle dua ederdi: “Ya Rab, verdiğin rızıkla beni kanaatkâr kıl ve rızkı benim için mübarek eyle” (Keşfül- Hafa )
Hanbelî mezhebinin kurucusu olan Ahmet bin Hanbel, on beş yaşında babasını kaybediyor. Annesinin himayesinde hadis öğreniyor. İmam Şafii gibi büyük âlimlerden ders alıyor. Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai gibi Kütüb-ü Sitte müelliflerine hocalık yapıyor. Babasından kalan dokuma tezgâhını kiraya vererek geçiniyor. Parasız kalınca ücretle kitap yazıyor, bazen kemer örerek, bazen de eşinin dokuduğu kumaşları satarak geçimini sağlıyor. Ama ilim yolundaki mücadelesini terk etmiyor. Peygamberimizi örnek alarak tok gönüllü ve kanaatkâr davranıyor. Bu yüzden hiç kimseden sadaka kabul etmiyor. Devletten ailesine maaş bağlanınca bunu kabul eden oğullarına güceniyor. Oğlu Salih`in kadılık görevi almasından sonra onun yemeğini yemiyor. Kanaatkâr olduğundan ilim yolculukları çok meşakkatli geçiyor. Hadis okumak için yaptığı uzun kervan yolculuğuna deve bakıcılığı yaparak katılıyor. Arkadaşları Rey`e hadis okumaya gittiklerinde elli dirhemi olmadığından çok istediği halde bu yolculuğa katılamıyor. Evine gelenlere kuru ekmek ikram eder ve özür diliyordu. Evinde birkaç hasır ve birkaç çanak çömlekten başka eşyası yoktu. Böyle bir hayatı tercih etmesindeki tek gayesi hayatını Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın hayatına uydurmaktı.
Ahmet bin Hanbel ile kendi hayatımızı bir karşılaştıralım. Aradaki uçurumu görmeye çalışalım. Biz ki meselelere menfaat gözü ile bakıyoruz. Ucunda dünyevi bir çıkarımız olmayınca bir kardeşimize yardım eli uzatmıyoruz. Bir kazancımız varsa muhabbet kurar. Yoksa selam bile vermeden geçip gideriz.
Elimize birkaç kuruş geçince onunla ya bir ev eşyası alıyor, ya da altına çeviriyoruz. Evimin veya iş yerimin hangi köşesine neyi ekleyebilirimin hesabını yapıyoruz. Lüks ve konfor bize çok doğal geliyor.
Sürekli yokluktan yakınıyoruz. İki kuruşu infak edinceye kadar bin dereden su getiriyoruz. “Evim, arabam olmadan, kızımı, oğlumu evlendirmeden ben ihtiyaç sahibi olmaktan kurtulmam” diyoruz. Gerçekten de ihtiyaçlar bitmez. Biri karşılanmadan diğeri başlıyor. “Ne yapalım dünyasız da olmuyor” derken bir bakmışız merdiveni ellilere hatta yetmişlere dayıyoruz. O kendileri için hayatımızı felç ettiğimiz çoluk çocuğumuz çevremizden uçup gidiyor. Daha kabre varmadan yalnız kalıyoruz.
Kur`ân-ı Kerim insanın tama` ettiği nimetleri sıralayarak bunların ahiret hayatı açısından asıl gaye olmadığını anlatıyor: “İnsanın gönlünü çeken kadınlar, oğullar, kantarla altın ve gümüşler, nişanlı atlar, davarlar, ekinler sevgisi insanlara hoş gösterildi. İşte bunlar dünya hayatında istifade edilecek şeylerdir. Asıl barınılacak yer Allah nezdindedir.” (Âli İmran 14)
Dünyalıklara karşı olan sevgi fıtrattan gelir. Elbet insan bunları elde etmek için çalışıp çabalayacaktır. Ancak kanaatkâr olmadıktan sonra dünyanın bütün serveti insanın olsa, yine de insanı doyurmaz. İnsanoğlu dünyaya karşı aşırı derecede tamahkâr ve hırslıdır. Ama Allah`ın dini için tembel ve gevşektir. Çoğu zaman ahiret`imizi dünyamıza feda ederiz. Aha şunu da bunu da derken hayatımızı hiç yere tüketiriz. Dünyevi meşgalelerden haftalık bir sohbetimizi bile terk ederiz. Sıla-i rahim denen dost akraba ziyaretini ise kültürümüzden silmişiz. Daim alan eliz, hayırlı olan veren eli ise terk etmişiz.
Kanaatkâr olmak, az çalışmak veya tembellik etmek anlamında da değildir. Kanaat, Allah Teâlâ`nın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa`d b. Ebî Vakkas oğluna şöyle nasihat ediyor: “Oğlum! Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati olmayanı servet zengin etmez.”
Dualarınızda bizi de hatırlamanız temennisi ile Allah`a emanet olun.