• DOLAR 34.484
  • EURO 36.431
  • ALTIN 2954.714
  • ...

Malcolm X: “Irkçılık ideolojik bir düşünce değil, aksine psikolojik bir hastalıktır” diye güzel bir söz söylemişti. Bu söz üzerine uzun uzadıya düşünüp anlamaya çalıştım.

Eğer ırkçılık psikolojik bir hastalıksa, o halde biraz bilim dalları üzerine yoğunlaşmam gerektiğine kanaat getirdim.

Araştırmaya koyuldum ve insanları ırksal şiddete yönelten nedenleri bulmaya çalıştım.

Vardığım sonuç beni çok şaşırtmamış; aksine yüce yaratıcımızın şu buyruğunu daha iyi anlamama sebebiyet vermişti.

Yüce yaratıcımız maide suresi 91. Ayette: ‘’ …Şüphesiz şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister’’ diye buyurmuştu.

Her ne kadar sadece yetişkinlere içki yasağı gibi algılansa da bilim, bu ayeti kerimeyi tefsir edercesine şu sonuçlara varmıştı.

“Fetal dönemde alkole maruz kalmanın korpus kallosum dâhil beynin birçok bölgesine zarar verdiği gösterilmiştir. Şiddet davranışının korpus kallosumdaki lezyonlarla ilişkili olduğu bilinmektedir. Roebuck ve arkadaşlarının vaka kontrollü çalışmalarında hamilelik döneminde yoğun alkole maruz kalan ve kalmayan iki grup kıyaslanmıştır. Hamilelik döneminde yoğun alkole maruz kalan çocuklarda sosyal becerilerde kayıp, dürtüsellik ve düşmanca davranışta artış, duygusal labilite ve suça karışma gibi durumları içeren bilişsel ve psikososyal işlevlerde bozulma daha sık olarak gözlenmiştir.”

Aslında bu ırkçılık hastalığının ve buna bağlı şiddetin kişi yalnız başınayken değil, daha çok ırkçılık üzerine kitleleştikleri zaman dozunu arttırdığını da toplum bilimciler tarafından ortaya konulmuştu.

Elbette bu şiddetin altında yatan birden çok neden vardı; ancak bir köşe yazısı için sadece bir tanesini almayı uygun gördüm ve bu hastalığın toplumsal sonuçlarını görmek adına ırkçılık üzerine bazı filmler izlemeye başladım.

İzlediğim filmler birbirinden etkileyiciydi; aralarından “Muhteşem münazaracılar” filmi oldukça dikkatimi çekmişti.

Film Denzel Washington’un ikinci yönetmenlik deneyimiydi. Bunun yanında muhteşem oyunculuğuyla da filme ayrı tat katmıştı.

Film ABD’de siyahilerin beyazlar tarafından zulme, işkenceye ve her türlü insanlık dışı muameleye karşı; ama genelde yeryüzündeki ezilmiş, ötekileştirilmiş, hakları gasp edilmiş kavim veya ırkların, bu hukuksuzluklara karşı “Şiddet mi veya sivil itaatsizlik mi daha etiktir?” sorusuna bir cevap arıyor gibiydi.

 Malcom X ‘in yukarıdaki sözünü destekler mahiyetteki şu söz beni oldukça etkilemişti.

“Kendisine acıyan hiçbir vahşi yaratık görmedim.”

Bu replik, sana yapılan zulme, haksızlığa, hukuksuzluğa karşı kendini acındırarak sana zulmedenlere merhamet hissi vermeyeceğini anlatmak ve tedaviyi reddeden bu hastalıklı zihniyete karşı “şiddete başvurmadan” hak arayışına girişmeyi vurguluyor gibiydi.

Wiley College'de profesör olan Melvin B. Tolson'un bu görevi üstlendiği ve yine Malcom-X’in Biz siyahiler özgür olacaktık içimizdeki zenciler olmasa” sözünün açıklaması gibi bizatihi kendisi gibi ırkçılığa maruz kalanlar tarafından eleştirilmişti.

Nitekim münazara ekibinin en küçük üyesinin babası, Tolson’u eleştirmiş onu sosyalist vb. etiketlerle yaftalamaya çalışmıştı.

Tolson ise James Farmer’in babasına hitaben: “Tavuk çalan aç bir zenci hapishaneye gider, gümrükte yatan malları kaldıran zengin iş adamı ise kongreye. Buna karşı çıkmak beni radikal, sosyalist, komünist yapıyorsa öyleyim. Eğer böyle ise İsa da bir radikaldi…” diyerek onu biraz yumuşatmayı başarmış ve en nihayetinde James ekibe katılmıştı.

Ekip münazaraya başlamış ve önlerine çıkan üniversiteleri yenmeyi ve bütün dikkatleri üzerlerine çekmeyi başarmışlardı. Bunun üzerine hiç beklemedikleri bir yerden teklif almışlar; ancak bu seferki rakipleri çok güçlü olan Harvard üniversitesiydi.

Konu Adalet için yapılan savaşta sivil itaatsizlik etik bir silahtır.” Ve ekip olumlu argümanları kullanacaktı. Baştan sona kadar Harvard’ın üstünlüğü söz konusuyken final bölümünde söz alan James Farmer’in şu konuşması salonda alkış tufanı koparmış ve neticede ekip birinci olmuştu.

“Teksas’ta zencileri linç ediyorlar. Ekip arkadaşlarım ve ben boynundan asılmış ve ateşe verilmiş bir siyah gördük. Arabamız o kalabalık çetenin arasından geçerken yüzlerimiz görünmesin diye arabanın döşemesine yapıştık. Ekip arkadaşlarıma baktım, gözlerindeki korkuyu ve daha da kötüsü utancı gördüm.

O zencinin suçu neydi de sisli ve karanlık bir ormanda hiç yargılanmadan asılmakla cezalandırılmıştı. Hırsız mıydı? Katil miydi? Yoksa sadece zenci miydi? Acaba çocukları yolunu gözlüyor muydu? Ve orada hiçbir şey yapamadan arabada gizlenmiş olan bizler kimdik? O zenci ne yapmış olursa olsun suçlu olan o kalabalık çeteydi. Ama kanun hiçbir şey yapmadı. Şaşkın bir merakın içinde kalmıştık. Neden?

Rakibim diyor ki; ‘kanunların egemenliğini yıpratan hiçbir şey etik olamaz.’ Ancak zencilerin barınacak bir evden bile mahrum bırakıldığı, okullardan, hastanelerden geri çevrildiği ve hatta linç edildiği zenci düşmanı Güney’de kanunun egemenliği yok ki. Aziz Augustine’nin dediği gibi ‘Adalet dağıtmayan kanun, kanun değildir.’ Bu da demek oluyor ki şiddet kullanarak veya sivil itaatsizlikle direnmek benim hakkım hatta sorumluluğumdur. İkincisini seçtiğim için Tanrı’ya şükretmelisiniz’’ diyerek filmi bitiriyordu.

Köleliğin sağlamasını şöyle veriyordu Tolson: “Eğer bedensel olarak güçlü; ama zihinsel olarak zayıf tutuluyorsanız muhtemelen köleleştiriliyorsunuz.”