• DOLAR 34.553
  • EURO 36.029
  • ALTIN 3010.796
  • ...

İlk çağlardan beri toplumsal huzuru sağlamak adına “suç ve ceza” ilkesi benimsenmiş, çağa ve zamana göre çeşitli cezalar öngörülmüştür.

İlk çağlardan itibaren başlanan, önceleri dayak, sürgün ve zaman zaman suçun ağırlığına göre bedenden bir uzuv koparmak veya öldürmek şeklinde kendini göstermiştir.

Daha önceleri insanoğlunun bir kısmı göçebe, diğer bir kısmı da küçük yerleşim yerlerinde yaşadığı için suçluya verilen ceza, toplumun tamamı tarafından ya görmek ya da duymak suretiyle haberdar kılınıyor ve suça meyilli insanların caydırıcılığına katkıda bulunuyordu.

Ancak nüfusun çoğalması şehirlerin daha kalabalık hale gelmesi ve artık taş binaların yaygınlık kazanmasıyla, suçluya verilen cezaların da değişmesi zorunlu bir hal alıyordu.

Artık bedenlerinden bir parça koparmak veya öldürmek yerine, suçun ağırlığına göre onların ömürlerinden bir parça koparma yoluna gidilmiş ve bunun için de hapishane adı verilen yapılar inşa edilmeye başlanmıştır.

Doğal olarak bu yapıların inşası, yeni kurumlar, istihdam edilecek insanlar ve haliyle bir maliyet istiyordu.

Tarih 1785’i gösterdiğinde Bentham tarafından yeni bir hapishane modeli tasarlanıyordu. Daha az maliyet isteyen bu yapıda, odaları içe dönük ve hapishanenin tam ortasında bir gözetleme kulesi olacak şekilde tasarlanan bu yapının içinde gözetleyici olmasa bile, mahkûm sürekli izlendiği hissine kapılacak ve kendine çeki düzen vermek zorunda kalacaktı.

Tabi bu yeni modelin uygulanırlığı, işlevi, işe yarayıp yaramadığını bir kenara bırakarak, bu yeni hapishane modelinin dönemin hâkim güçlerine bir fikir verdiği aşikârdır.

Zira artan nüfus ve kalabalıklaşan şehirlerde hırsızlık vb. adi suçlardan ziyade onları endişelendiren başka bir husus vardı.

Toplumsal suçlar, yani isyanlar…

Tarih boyunca isyanlar yaşanmış, binlerce insan hayatını kaybetmiş kimi zaman da mevcut monarşiler el değiştirmiş, bazen de devletleri savunmasız durumda bırakıp başka ülkeler için işgale hazır bir pozisyona koymasıyla sonuçlanmıştı.

Geçmişte yaşandıysa bugün de yaşanması kaçınılmazdı. O halde her an bir isyanın olma olasılığını varsayıp önceden hazırlık yapmak ve isyana meyilli insanları bir yerde kontrollü bir şekilde toplamak gerekiyordu.

Evet, isyanlar bir iki kişi ile değil bazen sayıları yüz binlere ulaşabiliyordu, dolayısıyla hepsini dört duvar arasında hapsetmekten ziyade onları bilinçaltlarına hapsetmenin daha doğru olacağına dair bir fikir vermiş olabilirdi panoptikon modeli…

Ama nasıl?

Somut bir hapishane modeli nasıl soyut bir tarzda hayata geçirilebilirdi?

Belki de çözümü çok basitti. Yüzü bir birine dönük insanların, tam ortalarına her şeyi bildiğine her şeyi gördüğüne inandırılan bir “sinoptikon” bırakılarak…

Bu sinoptikon’un görevi enerji biriktiren veya biriktirme ihtimali olan fay hatların kırılmalarını, kontrollü bir şekilde farklı yönlere doğru yönlendirerek sarsıntının minimize edilmesini sağlamak olacaktı.

Ama en nihayetinde bu sineptikon da bir insandı dolayısıyla elinde tuttuğu güçle her an bir isyan başlatabilirdi.

Her şeyden emin olmak isteyen hâkim güç, belki de bu sinoptikon’u da kontrol altında tutmak, kontrolü altındaki insanların nasıl bir eğitimden geçtiğini, ileride bir tehlike olması durumunda bu tehlikenin boyutlarını da bilmek, insanların ne yaptıklarından çok ne düşündüklerini bilmek istiyordu… Öyle ya insan davranışları yanıltıcı olabilirdi pekâlâ…

O halde insanların kendini güvende hissettiğini düşündüğü, bunun için fikirlerini rahatça ifade edebileceği, üstelik kendini gizleyebileceğini düşündüğü “Omniptikon’a” geçiş sağlanmalıydı…

Eğer gerçekten böyleyse, sanırım bütün bu yazdıklarımızın ışığında hapishanenin tanımını yeniden yapmak gerekecek…

Belki de Jung’un şu sorusunu sorarak bir cevap aramalıyız…

“Sırf hapiste olduğu için hırsızlık yapmayan, bir hırsız için iyi bir insandır diyebilir misiniz?”

O halde hapishane denilen şey sadece dört duvardan ibaret olmamalı. Sizi, düşüncelerinizi, yapmak istediklerinizi sınırlayan her şey aslında sizin hapishanenizdir.

Sırf insanlar sizi görüyor diye yapamadıklarınız…

Tespit edilirim korkusuyla sosyal ağlarda farklı isim kullanarak sakladığınız kendiniz…

Ve daha çoğaltabileceğimiz bir sürü örnek…

O halde ‘ben’in ben olamadığı bir yerde hapistesiniz…