Köleliğin psikolojisi
“İnsanları kandırmak, kandırılmış olduklarına ikna etmekten kolaydır” diyordu Mark Twain.
Bu söz oldukça hoşuma gitmiş ve bu sözün modern kölelik ve psikolojisi için açıklayıcı olduğunu düşünmeye başlamıştım.
Ama nasıl?
İnsanlar nasıl kandırılıyor olabilir diye de düşünmeden edemiyordum.
Sanırım bunun için de müracaat etmem gereken bir tek yer vardı.
Kur’an-ı Kerim ve ilk emri…
Öyle ya Yüce Yaratıcı’nın insanlığa ilk emri bu açıdan çok önemliydi.
Zira bu bir meydan okumaya benziyordu.
Şöyle ki kendisinden, ideolojisinden, eğitim sisteminden emin olamayan insanoğlu sizi çarpık ideolojine bağlı kalmanızı sağlamak için cehalet, kutuplaştırma vb. şeyler üzerinden etrafına toplamaya çalışıyorken, Yüce Yaratıcı ise sizden okumanızı yani bilmenizi istiyordu.
İnsanlar bilmeden ikna ederek inanmanızı istiyorken, Allah önce bilmenizi sonra inanmanızı istiyordu.
Aksi takdirde ilk emri inanmakla ilgili olurdu.
Peki, ama neyi bilmemiz gerekiyordu?
İlk dönem cahiliye toplumuna bakınca basiretleri bağlı, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan bir toplum olduğunu görüyoruz.
Ve öylesine keyfi yapılan bir tapınma da değildi.
Tıpkı şu an bizim bir yüce yaratıcının var olduğundan emin olduğumuz kadar emindiler putlarından…
O halde bu putların aciz doğada bulunan herhangi bir taştan farksız olmadığını bilmeleri gerekiyordu.
Bunu bildikten sonra da dağları taşları uzayı fezayı kısacası canlı cansız tüm varlıkları yaratan bir Yaratıcının var olduğunu bilmeleri…
Böylelikle varlığın ispatı kesinleşince elçisi vasıtasıyla devamında gelecek ayetlerin O’nun sözleri olduğunun bilinmesi ve iman edilmesi…
Aslında biraz daha düşününce bunun bir meydan okuma değil büyük bir mucize olduğunu ve meydan okumanın eşitler arasında olması gerektiğini düşünmeye başladım.
Öyle ya hangi yaratıcı kendi yarattığına meydan okur ki…
Evet, bu bir mucizeydi. Okunmadığı takdirde geleceği bize gösteren hatta şuan tecrübe ettiğimiz geleceği gösteren bir mucize…
Evet, eskiden insanlar zor kullanılarak köleleştirilirken günümüzde ise kandırılarak onları bir şeyin doğruluğuna inandırarak köleleştirilir diye düşünmeye başlamıştım.
Köleleştirmek bu kadar kolay mıydı gerçekten…
Belki de kendimize şu soruları sorarak konuyu daha iyi anlayabiliriz.
Hayatımızda kaç defa inanmadan önce sorduk!
Kaç defa inanmadan önce sorguladık!
Kaç defa inanmadan önce bildik!
Belki de önce inanmamız gerektiğine inandık!
Belki de inandıktan sonra da öğrenebileceğimize kanaat getirdik!
Ama yanıldık, çünkü bir şeye körü körüne inandıktan sonra okuyacağınız her şey inandığımız ve değer olarak gördüklerimizin doğruluğuna dair bilinçaltımızda yaşanan bir süreçten öteye geçmez; çünkü bu tür okumalar şartlı okumadır ve kişiyi doğruya değil, inandığı değerlere kendini ikna etme ve tatmin etme çabası olarak yaşanır.
Kim bilir belki de temel problemlerimizden sadece biridir bilmeden inanmak!
Öyle ya bilmeden inanmanın varacağı yer, her duyduğuna inanmakla sonuçlanabilir.
Ve bilmeden inandığın şeyin kölesi oluverirsin. Öyle ya artık hayatını ona göre yönlendirir, dışını ona göre şekillendirirsin.
Onun için yaşar onun için ölürsün…
İnanmadan önce bilmenin tek yolu da yine İslam’ın ilk emri olan “oku”da gizli…
Hangi insan kendi iradesinden vazgeçer ki?
Neden insan başkasının iradesine ihtiyaç duyar ki?
Eğer insanlık Allah’ın ilk emrine uysaydı sizce bugün yeryüzünde taşa, tahtaya, maymuna, fareye, ineğe tapan insanlar olur muydu?
Belki de bu sebeple Çehov: “En tehlikeli insan tipi az bilip çok inanandır” demişti.
Belki de ne demek istediğimizi Jung la yapılan şu röportajla açıklayabiliriz.
Muhabir: Küçükken tanrıya inanır mıydınız?
Jung: Evet inanırdım.
Muhabir: Peki ya şimdi inanıyor musunuz?
Jung: Çok zor bir soru. Artık inanma ihtiyacı duymuyorum; çünkü biliyorum.
Ve Jung’un kapısına şu levhayı astığı rivayet edilir, “Çağrılsın veya çağrılmasın Tanrı vardır.” O, bu sonuca nasıl varmıştı sizce…
Bütün bunlarda şunu diyebiliriz ki modern köleliğin en büyük belirtisi BİLMEDEN İNANMAKTIR.