• DOLAR 34.944
  • EURO 36.745
  • ALTIN 2979.98
  • ...

Yazımızın ikinci bölümünde sosyoloji ve psikoloji bilimlerine denek olmuş kitle insanının kilisenin esaretinden başka bir esarete kaçışını bir köşe yazısı yazdığımızın farkında olarak birkaç noktaya temas ederek açıklamaya çalışacağız.

İnsan köle olarak mı doğmuştu?

Bu dünyaya kendine efendi seçmek için mi gelmişti?

Öyle ya bir esaretten başka bir esarete kaçış başka nasıl izah edilebilir?

Kiliseye başkaldırışında kendisine öncülük eden, bir peygamber veya ilahi bir varlık değil kendisi gibi insandı.

Dolayısıyla kilisenin onu kandırdığı gibi; bu insan da onu kandırabilirdi pekâlâ…

Tam da burada Allah’ın insana verdiği iki güzel nimet ile karşılaşıyoruz akıl ve irade…

Soru şu: Kiliseye karşı çıkan bu insanları kitleler, nasıl oluyor da bu iki güzel nimeti saf dışı bırakmayı başarıyor.

Aslında her şey doğal bir seyirde ilerliyor ve kilisenin baskısından emin olmak için gizlenen kitlenin kendini dış dünyadan soyutlamasına, kimseye güvenmeyen ve şüpheci bir ruh haline bürünmesine sebebiyet veriyordu.

Bir anlamda kilise avcı, kitle de av pozisyonuna düşüyor, dolayısıyla kilise bütün enerjisini kitleyi aforoz etmek ve onları cezalandırmak için harcarken; kitle de kiliseye yem olmamak için bütün dikkatini hayatta kalmak ve kendine taraftar toplamaya veriyordu.

Bu durum her ikisinin de hayatın akışından kopmalarına geri kalan her şeye ilgisiz olmalarına zemin hazırlıyordu.

Belki de bu durum dinden kurtulmak ve insanları bireyselleştirip kendine köle yapmak isteyen birilerinin aradığı fırsattı, artık kirli düşüncelerini saklamanın bir önemi yoktu.

Ne de olsa akıllara perde indirilmiş, tek bir hedefe kilitlenmesi sağlanmış, dolayısıyla kendi üzerindeki perdeyi kaldırmasının da zamanı gelmişti.

Kilise dindaşlarıyla mücadelesine devam ededursun, otoritesini zayıflattığını fark edemeye dursun; artık farklı fikir ve düşünceler üzerinden kitleler meydana gelmişti.

Nasıl oluyordu bütün bunlar? Hiçbir insan yalnız ve sahipsiz değildi, nasıl oluyor da bu insanları kendi saflarına katmayı başarabiliyorlardı?

Belki de bu sebeple Hoffer şöyle diyordu: “Çağımızın hemen hemen bütün kitle hareketleri, başlangıç aşamalarında, aileye karşı düşmanca tavır takınmışlar ve "aile birliğini" gözden düşürmek ve zayıflatmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bunu yapmak için, aile reislerinin otoritesini küçümsemişler” diyordu.

Burada şöyle bir soru akla geliyordu.

Yıllardır beraber yediği, içtiği, hayatının her anında yanında olan en ufak bir sıkıntısını bile kendine dert edinen ve kişinin de bundan emin olduğu aile büyüklerine neden karşı çıkar.

Bunun yanında kişiliği hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı, hiç tanımadığı ve muhtemelen hayatının sonuna kadar da tanımayacağı; sadece kendisine tanıtıldığı kadar tanıdığı, bir insan için neden çok iyi tanıdığı aile ve çevresini terk eder ki?

Akla ilkin bir amaç, bir gaye için olduğu geliyor; ancak Simmel böyle düşünmüyor ve konu hakkında önemli bir ipucu veriyor, şöyle diyordu: “Nitekim (İnsan) bir açıklamaya içsel gerekçelerle değil kendisine durumu açıklayan kişilere güvendiği için inanır: Bir şeye değil, birine inanılır.”

Simmel haklı mıydı? Gerçekten de insanlar bir şeyden çok o şeye dair bir kişinin yorumuna mı inanıyordu?

Belki de Simmel haklıydı, öyle ya aynı inanç sistemine mensup binlerce kitlenin varlığını başka nasıl açıklayabilirdik?

Aynı inanç sistemine mensup her kitlenin bir diğerinden ayrılması o inanca getirdiği kendi yorumu değil mi?

Peki, neden onları aile ve çevrelerinden koparmak istiyor olabilirler ki?

Cevabı da oldukça basit aslında. Yapılan istatistiklerde suça en çok meyilli insanlar aile bağları tamamen kopmuş veya zayıf bağları bulunan kişiler olarak göze çarpmaktadır.

Belki de bu sebeple İslam dini Sıla-i rahimin terkini büyük günah olarak görmüştür.

Devam edecek…