Bir Hayali Olmalı İnsanın!
Bir hayali olmalı insanın ‘İslam’ın evrensel mesajını dünyaya duyurmak’ gibi.
Bir hayali olmalı insanın ‘Hz Muhammed’i (S.A.V) dünyaya doğru tanıtmak’ gibi.
İşte insan böyle bir hayalle yola çıkmalı ‘Mustafa Akkad’ gibi…
Suriye’nin Halep şehrinde doğmuş dar gelirli bir ailenin çocuğuydu.
En büyük hayali usta bir yönetmen olabilmekti. Liseyi bitirmiş 18 yaşına girmişti.
Artık hayallerine kanat çırpmak için önünde tek bir engeli vardı. Ailesinin rızası…
Bir umutla dikildi babasının karşısına ve hayallerini gerçekleştirmek için ABD’ye gitmesinin gerekli olduğunu anlattı bir bir…
Babası, hayatı boyunca kendisine rehber olsun diye eline ‘Kur’an-ı Kerim’ cebine de 200 dolar koyup yolcu etti ciğerparesini…
Sonrasında şöyle diyecekti Akkad: Babam, o günlerde böylesine ileri görüşlü davranmasaydı ‘Çağrı’ da olmazdı, ‘Ömer Muhtar’ da…
Nihayet Şam havalimanından başlayan yolculuğu Hollywood’un usta yönetmeni Sam Peckinpah ile tanışmasıyla yeni bir döneme girmişti.
Aynı zamanda bu tanışma ona Hollywood’un kapılarını sonuna kadar açmıştı.
Tarih 1974’ü gösterdiğinde ise en büyük hayalini gerçekleştirme zamanının geldiğini düşünüyordu.
‘Çağrı’…
Hayali olan yapım için döneminin en iyilerine teklifler götürmüş, hepsinden de olumlu yanıtlar almıştı.
Yalnız ünlü Fransız besteci Maurice Jarre, garip bir şart sunmuştu. Kendisine Sahra çölünde, kimsenin onu rahatsız etmeyeceği bir yerde inziva alanı tahsis edilecek ve yanına da İslam tarihini anlatan kitaplar verilecekti.
Ancak bu şekilde işi kabul edeceğini de eklemişti.
Bir müzisyen çölde ne bulmayı umabilirdi ki…
Kitapları evinde de okuyabilirdi pekâlâ…
Anlaşılan Jarre, çölü hissetmek istiyordu.
Nitekim Bestekar 2 ay boyunca tek başına çölde kalarak bir yandan kitaplarını okuyor diğer yandan okuduklarını teyit edercesine kum tanelerini dinliyordu…
Filmde Efendimiz (sav) gösterilmeyeceği için gerek okuduklarından gerekse kum tanelerinden ilham alarak ‘Presence of Muhammed’ bestesini notalara döküyor ve kalbimizin en hassas tellerine dokunuyordu.
Hicretin meşakkatli bir o kadar da duygu yüklü sahnesini okuyor, ‘Hegira’yı notalara döküyor, bizleri uzunca bir yolculuğa çıkarıyordu.
Son bestesi için kum tanelerini ve rüzgârı dinlemesi yetmiyor tüm evreni de dinlemesi gerektiğini düşünüyordu adeta…
Öyle ya tüm evren, 23 yıl boyunca yaşanan hüzünlere uğranılan eziyet ve işkencelere nihayetinde zor bir hicrete şahitlik etmişti. Artık bütün bunlar son bulmuş, Mekke’ye dönüş başlamıştı.
Bu heyecanı iyi duyan bestekar; Entry to Mecca’yı notalara döküyor ve 23 yılın bütün duygularını aynı anda bize yaşatıyordu.
2 ayın sonunda çölden ayrılmıştı. Hazırladığı 12 bestesini de İslam dünyasına armağan etmişti.
Jarre, sonra şunu diyecekti: ‘Hayatımın en güzel besteleriydi.’
Akkad, ise özveri ile çalışıyordu. Yıllara damga vuracak bir başyapıt ortaya koymak istiyordu. Öyle bir başyapıt olmalıydı ki yıllar sonra bile izlendiğinde etkisini sürdürebilmeliydi.
Yönettiği bu film ile İslam’a en büyük hizmetlerden birini gerçekleştirmeliydi.
70’lerin 80’lerin mazlum İslam coğrafyasına köklerini hatırlatarak umut meşalesi yakmalıydı.
Nitekim başarmıştı. Filmi uzun vadede çok büyük bir etki bırakmıştı.
Akkad gibi olmalı Müslüman…
Tutku ve hayallerinin peşinden gidebilme cesaretine sahip olmalı.
Hayalini ve davasını özümseyebilmeli,
Bu uğurda çalışma azmini gösterebilmeli.
Böylelikle insanın kalbi;
Hira’nın kalp atışlarıyla senkronize olur.
Sevr Dağı sükûnetiyle huzur bulur,
Bedir’in sevincine müştak olur,
Mekke’nin fethi coşkusuna ortak olur.
Evet, Bir hayali olmalı insanın…