6 Ağustos 1945…
Japonya, 2. Dünya savaşında ABD’nin kendisine dayattığı şartları kabul etmemenin bedelini ağır ödeyecekti.
3 Gün arayla atılan 2 atom bombası yüz binlerce insanın ölmesine ve Japonya’nın teslim olmasına neden olacaktı.
Bu öyle bir bombaydı ki; bütün dünyayı aynı anda korku bulutları sarmış ve devletlerin diz bağını çözmeye yetmişti.
Peki, ama 1945’ten günümüze 75 yıl geçmesine rağmen bu bomba neden bir daha kullanılmadı?
Bu bomba sadece Japonya’ya atılmak üzere yapılmış olamazdı.
Tahrip ve yıkım gücüne bakılırsa diğer ülkelere atılmak için de yapılmış olamazdı.
Neticede radyasyona maruz kalmış, ruhen ve bedenen çökmüş hizmetçiler görevlerini layıkıyla yerine getiremezdi.
Anlaşılan o ki dünyanın geri kalanına gözdağı vermek en büyük amaçlarıydı.
Boyun eğmeyenleri bekleyen acı son…
Yalnız insanlar bu bombayı ve verdiği tahribatı çabuk unutabilirdi.
Buna bir çözüm bulmaları ve değişen dünya düzenine uygun olacak bir araçla; insanların görsel hafızalarında bu bombayı canlı tutmaları gerekirdi.
O yıllarda yeni yeni piyasaya çıkmış, henüz çok fazla yaygınlaşmamış televizyon denilen bir alet sayesinde bunu başarabilme ihtimalleri vardı.
Bu dahice bir çözümdü üstelik bir taşla iki kuş vurulacaktı.
1-Her yıl 6-9 Ağustos tarihleri arasında dünyanın bütün ülkelerinde bu olay hafızalarda canlı tutulacaktı.
2-Her ülkeye ayrı ayrı atom bombası atmak yerine her eve bir atom bombası konulacaktı. Üstelik bu ürün parayla satılacaktı. Daha da ilginç olanı ise bu bombanın düğmesi hedefin kendisine verilecekti.
Belki de Japonya’ya atılan bombadan korkmanın bir anlamı yoktu. Esas korkulması gereken; zihinleri tehdit eden evlerdeki bombaydı.
Yanlış kullanılması halinde, düğmesine her bastığımızda odamızın içinde 1 megatonluk atom bombasını patlatıp insani melekelerimizi adım adım öldüren televizyon…
Lüks bir hayata özenerek girişilen bir maceranın sonucu ise bilinçsiz kölelik olacaktı.
Sanki Spinoza: “Havaya atılan bir taş düşünebilseydi eğer, kendi isteğiyle yere düştüğünü sanırdı” sözünü böyle bir durumu izah için söylemiş gibiydi.
Eskiden insanların kafalarına deve derileri konulur, kişi güneş önünde bekletilerek derinin kuruması beklenirdi. Bu kuruyan deri ise kafatasına dolayısıyla beyne baskı uygulardı. Kişi acılar içinde bilincini kaybedip köleleştirilirdi.
Artık köleleştirme biçim değiştirmiş durumda
Kimsenin ayağında pranga veya kafatasında deve derisi görmek mümkün değil.
Nitekim önceden kafatasından yapılan baskı; televizyon yayınları aracılığıyla gözlerden yapılır oldu.
Böylelikle direk bilinçaltına ulaşılan kişi fark etmeksizin yıllar içinde bilincini kaybetmeye başlar hale geldi.
Günümüzde insanların iradelerine prangalar vuruldu ve insanlar kendi bilinçaltlarında tutsak edildi.
Peki, ne yapılmalıydı?
Her saniye odanın içinde patlayan bu atom bombasından ve evin içine yaydığı bilinçaltı radyasyonundan kendimiz ve çocuklarımız nasıl korunmalıydı?
Bunun için insanlığın iyiliği ve ihtiyacı olacak alternatif programlar yapan yeni kanallar açılmalıydı.
Bu duyarlılığa sahip insanlar, gecesini gündüzüne katmalıydı.
Çocuklara saygının, büyüklere sevginin önemi hatırlatılmalıydı.
Bilinçli bir hayat sürmenin ve kendi hayat direksiyonlarının kendilerinde olduğunu hatırlatan, aileye Rehber olacak TV'ler kurulmalıydı.
Kısacası bir Televizyondan fazlası olmalıydı.
Bizi ve çocuklarımızı her türlü bilinçaltı radyasyonundan koruyan, bilinçli bir hayat sürmemizi sağlayarak hayatımıza renk katmayı amaçlayan TV'ler kuruldu.
Geriye sadece kumandayı elinize aldığınızda doğru bir tercih yapmanız kaldı.
“Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” (Fussilet-46)
Unutmayın!
Dr. W. Dvyer’in dediği gibi;
"Hayatımız, yaptığımız tercihlerin toplamıdır."