Senaryolar bir birini kovalıyor. BOP'un, son versiyonuyla sahnelenmesine dönük çabaları tüm azametiyle fiiliyata dökmenin ihtiraslarıyla hareket ediliyor.
NATO şemsiyesi altında geleneksel kolonyalist aktörlerin Irak, Afganistan işgalleri ve Libya saldırısından sonra Suriye'ye hatta İran'a yönelmesinin çalışmaları yürütülüyor.
Bir tarafta Esad yönetiminin kanlı politikalarının gereğinden fazla abartılarak servis edilmesi, bir taraftan da İran'ın nükleer çalışmaları “Hz.Osman'ın kanlı gömleği” niyetine galeyan malzemesi olarak kullanılıyor.
Batı düzenbazları, nihai hedef olarak seçtikleri İran, Filistin ve Lübnan İslami direniş hareketlerine ölümcül darbe indirmenin ilk basamağı olarak Suriye'nin Iraklılaştırılmasını hedefliyor.
Bu plana teslim olan kral-lider sıfatlı Arap matruşkalar toplantı üstüne toplantı yapıyor. Nitelik olarak Esad'tan hiçbir farkı olmayan çıplak krallar, efendilerine diyet borcunu ödeme yöntemlerinden biri olarak Şam yönetimine cephe almanın tatlı telaşını yaşıyor.
Yetmiş yıldan fazladır hepsine meydan okuyan bir avuç siyoniste karşı bir araya gelip ortak hareket etme kudretini sergileyemeyen Lawrens'in torunları, bir gün Şam'a, öbür gün Tahran'a, diğer gün Lübnan direnişine karşı alınması gereken sözde kararlara imza atma yarışına başlamış görünüyor.
Kendi ülkelerinde muhalif hiçbir sese tahammül etmeyen, geleneksel statüleriyle ABD'nin gözünde “Kilaboğulları”(köpek oğulları demektir) soyundan farklı bir statü göremeyen bu topluluk, farklı stratejik ve işbirliği toplulukları adıyla da bir araya gelerek bir de operasyonel askeri ittifaklar kurabiliyorlar.
Geçmişte bir avuç siyoniste karşı “Altı gün” bile dayanamayan bu topluluk, Suriye ve İran'a dış müdahale şartlarını olgunlaştırma ihalesinin yeminli müteahhitlerine oynamayı seçebiliyorlar. Libya ve Suriye'de “halkın talepleri” kavramını biberonu kapan bebekler gibi kavramaya başlayan krallar topluluğu, kendi ülkelerinde Esad'a taş çıkartacak yöntemlerle bastırdıkları meşru halk taleplerinin malum saiklerle “fitne ya da terörizm”e indirgenmesinin minnet borcunu ödüyorlar.
Ya Türkiye'nin tavrına ne demeli? Düne kadar ekonomik düzlüğe çıkmak için Arap başkentlerinde iş ihalelerini kovalayan Türkiye, bugün AB(D) başkentlerinde siyasi ihaleler kovalayan garip bir çizgiye geriledi.
Düne kadar bölgedeki barış ve huzurun temini için avucunu semaya kaldırıp duaya duran bir Türkiye portresi vardı. Bugün ise çorak Suriye topraklarına yağacak NATO'nun rahmeti bol füze yağmuruna avuç açmış durumda.
El an dahi dış ülkelerin “teröre verdiği destek”ten kıvranan Türkiye, NATO'nun füze yağmurları temennisiyle, Suriye'yi istikrarsızlığa sürüklemek amaçlı tedhiş tetikçilerinin hamisi olmuş durumda.
Mısır'da askeri cuntanın yirmi dört saat içerisinde 35 kişiyi öldürüp 2000 kişiyi yaralamasını gündemine dahi almayan hükümet, ne idüğü belirsiz telefon kayıtları üzerinden Suriye'ye sivil ölümlerin hesabını sorma bahanesine sığınmaktan çekinmemekte.
Yemen'de istatistiği bile tutulmayacak kadar değersiz görülen sivil halkın toplu kıyımı henüz vaveylacı muhafazakar basın açısından haber değeri bile taşımazken, bir bayrak yakma olayı ya da şüpheli bir otobüs saldırısı üzerinden aleni bir savaş kışkırtıcılığı kampanyası yürütülüyor.
Yemen'de neler oluyor? Günde kaç sivil öldürülüyor? Belli değil. Aynı şekilde Bahreyn'de olup bitenlerden neredeyse hiç haber yok. Somali'ye dadanan şeytani ittifakın hava ve kara saldırılarında durum ne? Hiç belli değil. Neden? Çünkü “Arap baharının” resmi sponsorları El Cezire ve El Arabiyye buralardan haber geçmiyor da ondan.
Ama söz konusu Libya'nın tatlı petrolleri olunca, atılan kurşunların ağır çekimleri bile her akşam canlı olarak gözümüzün içine sokuluyordu.
Türkiye, dün Irak müdahalesi nedeniyle Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ülke durumunda iken, sağ olsun muhafazakar hükümetimiz sayesinde Amerika ve NATO'nun işgal duacısı mertebesine yükselmeyi de başardık.
Düne kadar İslami hissiyatımız bizi ABD ve NATO karşıtı bir çizgide buluştururken, bugün hükümetimiz, İslamcı medyamız, dindar STK'larımız sayesinde NATO'nun gönüllü mücahitlerine, Amerikan Akıncı birliklerine tevdi etmiş bulunuyoruz.
Bir de sıkılmadan Esad'a, Kaddafi'nin akıbetini hatırlatma yarışına giriyoruz. Güya sivil katliamlardan duyduğumuz insani kaygımızdan dolayı. Afganistan'da, Bahreyn'de, Yemen'de, şimdiki Tahrir meydanında kabuğuna çekilmeyi yeğleyen insani-vicdani kaygımız her nedense Suriye konusunda canavarımsı bir şahlanışla kontrolümüzü elimizden almayı başarıyor.
Esad'a Kaddafi'nin akibetini hatırlatanlar mutlaka Mübarek'in de akıbetini düşünmelidirler. Unutulmamalıdır ki Mübarek'i Namubarek yapan tek şey, efendisinin dikte ettiği politikalara kayıtsız şartsız uyması idi. Amerikan politikalarının yılmaz bekçisi olmasıydı. Ama yaşlandı, emekli olma vakti geldi. Nihayet demir kafes içerisindeki durumuyla tıpkı Kaddafi gibi farklı bir prototip miras bıraktı.
Kaddafi'nin akıbetine özenen Esad'ı herpimiz biliriz de, Mübarek'in akıbetine adaylığını koyanların bunu görmezden gelmesi biraz tuhaf değil mi?
Görünen o ki şimdilik Esad'a Kaddafinin akıbetini hatırlatma yarışına dönüşen Amerikan politikalarının yeni şifresi, nedense Mübarek'in akıbetini hatırlatma gereğini pas geçmektedir.
Oysa Beyaz Saray hazretlerinin İblis'in adıyla başlayan uygulamalı şeytani buyruklarını hiç kimse aklından çıkarmamalıdır:
“Ey kullarım! Sizlerden her kim ki Esad gibi halkına katliam yapan kan içici bir diktatöre, ‘Sonun geldi! Tıpkı Kaddafi gibi kötü bir akıbete düçar olacaksın' hatırlatmasında bulunursa, Esad'ın akıbetini asla yaşamayacaktır. Onlar ki, en (Hüsnü)Mübarek kullarımız arasında yer alacak, altlarından Nil nehri akan mahkeme salonlarında demir kafesler içerisinde yargılanmayı hak edeceklerdir. Esad'a Kaddafi'yi hatırlatan “Mübarek” kullarımı demir kafeslerle müjdele.”