Said Çınar

Küresel Güçler, `İslam Ordusu` ve `DAİŞ`le Mücadele` Yalanları

04.03.2016 09:41:00 / Said Çınar

Ortadoğu geneli üzerine sürdürülen ayak oyunlarının şu an en fazla düğümlendiği yer Suriye`dir.

Müttefik geçinenlerden tutun, hasmane tutumlar içerisinde olan tüm güçlere kadar herkes, bir ucundan tuttukları Suriye`yi olabildiğince çekiştirmekle meşguldür.

Çok boyutlu rekabet mücadelesi sürerken, hepsinin ortaklaştıkları bir söylem dikkat çekmektedir; “DAİŞ`le Mücadele!..”

Uçağını kapan Suriye`ye koşuyor. Asker toplayan Suriye`de soluklanıyor.

Amerika, bölgesel emperyal planları için “DAİŞ`le mücadele” diyor. Ruslar, “DAİŞ`le Mücadele” adına bombalar yağdırıyor, bölgedeki tüm partnerler hakeza “DAİŞ`le mücadele” şarkısı tüttürüyor.

Bölgesel bazda bugüne kadar bir baltaya bile sap olmayı becerememiş irili ufaklı ülkecikler, örgütler ve hatta çeteler bile küresel aktörlerden “adamlık” payesi almak adına “DAİŞ`le mücadele” söylemine sarılıyor.

Oluşturulan tablo şudur: “DAİŞ olmasaydı Ortadoğu şu an karmaşanın merkezi haline gelmez, Suriye, bu denli harabeye dönüşmezdi!”

Henüz DAİŞ`in esamesi bile okunmazken, “DAİŞ” diye bir siyasal kavram literatürde yok iken Ortadoğu`ya dadananlar, Suriye`yi harabeye çevirenler, gizledikleri müdahaleci gerekçelerini sonradan türeyen bir örgütle gerekçelendiriyorlar.

Suriye`de iç çatışmalar başlarken “DAİŞ” yoktu.

“Suriye`nin Dostları” yıkım projelerinin altına imzalar atarken “DAİŞ” yoktu.

İran, Türkiye, Suudi, Katar vs vs. bölgesel etkinlikte rekabete tutuşmuşken de “DAİŞ” henüz yoktu. Bu ülkeler Suriye`de nüfuz ve rekabet savaşımına yönelirken de “DAİŞ” yoktu.

Müdahaleler ve müdahaleci tezler sonucu “DAİŞ” oluştu, sebeplerden türeyen “DAİŞ”, müdahaleciliğin sebebine dönüştürüldü.

Ve “DAİŞ”, ortak çabalarla öylesine büyük, bir o kadar da kötülük sembolüne dönüştürüldü ki, göz göre göre bu kavram ve bu kavramla ifadesini bulan bu örgüt, İsrail ile “tebdil-i konuma” dönüştürülmüş oldu. Adeta birileri, “İsrail ile uğraşacağınıza, alın size DAİŞ oyuncağı” dedi ve dedirtmeyi de başardı.

Şimdilerde ise “İslam Ordusu” hazırlıkları var ve bunun da gerekçesi tabiî ki de “DAİŞ`le Mücadele” olmuş durumdadır.

Henüz proje aşamasında bulunan “İslam ordusunun” iki önemli aktörü öne çıkmaktadır; Türkiye ve Suudi krallığı. Gerisi, Suudi`nin arka bahçesi durumunda bulunan silik ülkeler. Türkiye`nin, “İslam ordusu” üzerindeki gayesiyle Suudi`nin gayelerinde kesişen noktalar olduğu gibi, çakışan noktalar da vardır. Türkiye, Suriye üzerine seslendirdiği “kırmızı çizgilerinin” uygulanmasında bu “ordudan” yararlanmak istemektedir. Suudi ise tamamen ABD tezlerine bağlıdır ve bu tezlerin dışına çıkma iradesine sahip değildir. Bu durum, ister istemez Türkiye`nin şimdilik ABD politikalarıyla çelişen “Kırmızı çizgilerinin” söz konusu “İslam ordusu” ile ne denli karşılık bulacağını sorgulamayı gerektirecek hale getirmektedir.

Türkiye`nin “İslam ordusuna” kendince yüklediği anlamları bir tarafa bırakırsak, söz konusu ordu; amacı, yapısı ve olası icraatları bakımından Suudi`nin “Yemen koalisyonundan” hiçbir farkı yoktur, olmayacaktır. Hatta “Yemen koalisyonunun” Suriye`ye uyarlanmış berbat bir fotokopisi niteliğini aşması da mümkün görünmemektedir.

Artık şöyle bir gerçek var karşımızda; Suriye üzerine dönen dolapları salt Suriye veya bağlantılı olarak “DAİŞ” üzerinden seslendirilen argümanlarla anlamak hayli zorlaşmıştır. Bu durum, hazırlık aşamasındaki “İslam ordusu” için de geçerlidir.

Türkiye`nin kendince yüklediği misyon dışında “İslam Ordusu” projesi, Yemen`e dönük Suudi projesinin Suriye versiyonundan başka bir şey değildir. İdeolojik olarak Şiafobik, siyasal olarak da Körfez krallıklarının “İran kaynaklı” güvenlik mülahazalarına dayanmaktadır. İsrail eksenli yaklaşımları ise aslında birçok şeyi ele vermektedir. Suudi ve koalisyon ilişkisini bu bakımdan Suriye üzerinden değil de Yemen üzerinden irdelemek, ortaklar ve amaçlar bakımından en makul yaklaşım olacaktır.

İsrail Jerusalem Post gazetesi, Suudi`nin Yemen harekâtı üzerine ilginç detayları ele veren bir makalesinde, “Kral Salman tarafından ispat edilen bölgedeki yeni Suudi liderlik rolü ve Katar ile Türkiye`nin Müslüman Kardeşler`e destek vermesi gibi Sünni ittifak arasındaki farkları kenara koyma yeteneği, ABD bunu yapmadığı için İran karşıtı bir karşıt güç oluşturabildi.” Yorumunu yaparken, konuyla ilgili bazı analistlerin yorumlarına da yer vermekteydi. 

Gazetede İsrail`in eski güvenlik danışmanlarından biri, “İsrail`in çıkarlarının Husiler karşısındaki Suudi ittifakının zaferinde yattığı” yorumunu yaparken, en ilginç değerlendirme ise, Bar-Ilan Üniversitesi Begin-Sadat Stratejik Çalışmalar Merkezi Müdürü Efraim Inbar`dan geliyordu: “İsrail`in açık çıkarı İran`ın Yemen`deki etkisinin azaldığını görmektir. Bu aynı zamanda Suriye`de de doğrudur. Esad`ın düşüşü Şii koridoruna darbe vurmak olacaktır.”

İçerisinde “İran-Şia-Esad” kelimelerinin geçtiği cümleler kurmak ya da alıntı yapmak tabiî ki de kolay iş değildir. Ama Efraim Inbar şu şekilde sürdürüyor temennilerini:

“Umarım Suudiler ve Mısırlılar Husileri sert bir şekilde vurur ve İran etkisinden kurtulmak için Sünni kabileleri silahlandırırlar. Mısır muhtemelen hava ve deniz kuvvetlerini ve hatta bazı kara birliklerini Arap bankerleri olan Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin hoşuna gitmek için kullanmaya hazırdır. Amerikalılar artık güvenliği sağlamazken İran giderek en büyük tehdide dönüşüyor.”

Daniel Pipes`i az çok bilirsiniz. Ömrünü siyonizm lejyonerliğine ve İslam düşmanlığına adamış biri. Amerika`da Middle East Forum`un kurucusu ve başkanı. Jerusalem Post`taki ilgili yorumda onun da görüşlerine başvurulmuş. Her şeye rağmen “açık sözlü” olması ile akranlarından ayrılan Pipes, lafı dolandırmadan şu yorumda bulunmuş:

“Arapların İran karşısında birleşme şekilleri onların artık İsrail-Filistin çatışmasını bölgedeki en öncelikli ve acil sorun olarak görmediklerini ispat etmiştir… Araplar İsrail karşısında üç durumda bir araya geldiler. (1948-49, 1967 ve 1973 savaşları) Fakat bunu çok etkisiz bir şekilde ve kendi aralarında anlaşmazlık içerisinde yapabildiler. İşin ilginci bugün İsrail karşısında değil de İran karşısında tek vücut olmalarıdır.”

İsrailli yetkililerin kendi ifadeleriyle Yemen`e özel ilgilerinin biri genel, diğeri özel olmak üzere iki nedeni vardır. Genel olanı, Suudi ve etkisi altındaki krallıklarınki ile aynı; “İran`ın bölgesel etkisinin yayılmasını engellemek!”

Özel neden ise, “Kızıl Deniz`deki İsrail deniz taşımacılığı ve ulaşımının güvenliğinin sağlanması.”

İsrail`in Suriye politikasının genel çerçevesi, Yemen üzerindeki genel politik arzularından farklı değildir. Özel nedeni ise herhalde Yemen`de olduğu gibi “deniz ulaşımının güvenliğiyle” ilgili olmasa gerek. Bunu basit bir kıyas metodu ile tahmin etmek de ayrıca güç olmasa gerek!

İhvan`ın Amerika`da “Terör” parantezine alınmasından hemen sonra Lübnan Hizbullahı`nın Körfez krallıklarınca “Terör” listesine alınmasını, Suriye-Irak merkezli dar alanlarda cereyan eden kördöğüşü bağlamında anlamlandırabilirsiniz. Oysa asıl anlam, bölgesel bazda israil`in güvenlik mülahazalarıyla eşleşmesi açısından daha fazla anlamlıdır.

D-8 projesi yüzünden merhum Erbakan`ı bir kaşık suda boğan Siyonizm, normal şartlarda asla razı olamayacağı Suudi eksenli koalisyon ve “ortak ordulara” ses çıkarmamakla kalmayıp bir de ışık yakıyorsa, gerisini artık siz düşünün.

Bölgesel sorunların aşılmasında makul görüş, bölge ülkelerinin “Siyonist güvenlik stratejilerine paralel düşecek şekilde” acımasız rekabetlere girişeceklerine, birbirleriyle diyalog ve uzlaşı kapılarını açmaları yönündedir. Sorun sadece “DAİŞ`le mücadele” ise en mantıklı yol yine budur.

Kimilerinin İran ve Şia üzerine yaptıkları değerlendirmeler ister gerçek olsun, isterse fobi. Bu durum, her halukârda İsrail ile duygudaşlık kurmalarını haklı kılmaz. İsrail ile ilişki geliştirme çabalarını meşru kılmaz. İran`ın “bölgesel yayılmacı” emelleri konusundaki değerlendirmeler velev ki tamamen gerçek olsa bile, daha büyük bir yayılmacılığın Siyonist kaynaklı yayılmacılık olduğunu kimse inkâr edemez. Hal böyleyken İran veya Şii eksenine karşı takınılan agresif tavrın Siyonist yayılmacılığa karşı takınılamamasının makul ve mazur görülebilecek hiçbir tarafı bulunmamaktadır. Dahası, daha fazla sorgulanmayı beraberinde getirmelidir.

Diğer Yazıları

Tüm Yazıları

Diğer Yazarlar

Tüm Yazarlar