İşgal rejimi ciddi kayıplar veriyor. Ancak katliamları da hız kesmeden devam ediyor. Bunun yanında Suriye ve İran’ı bombalıyor. Türkiye de sürekli diken üstünde..
Bunlar olurken İskenderiye’de geçen günlerde bir konser vardı. Tamer Hüsnü diye bir sanatçıymış. Resimlere bakılırsa en az ikiyüzelli bin kişi açık alanı hınca hınç doldurmuştu. Bir bilet de en az üç yüz liraya tekabül ediyormuş.
İskenderiye, Gazze’ye dört yüz küsür kilometre. Gerçi dörtyüz değil dört kilometre olsa ne değişecek. Ürdün gibi. Ya da üzerine ikiyüz üçyüz kilometre ekleseniz diğer komşu ülkeler ediyor, oralarda da manzara aynı. Öyle dinleyene, zulme karşı direniş ruhu aşılayan bir tarafı da yok. Tamamen süfli şarkılar.
Önceden de böyle miydi?
Biliyorsunuz 8 Aralık 1987’de birinci Filistin İntifadası başladı. 1993 Ağustos ayında Oslo’da Filistin’e özerk bir yönetim verilmesinin kabulüyle sona erdi. İşte o intifadanın başladığı aylarda Libya’lı şair Ali Geylani’nin o meşhur şiiri Arap dünyası üzerinde kasırga gibi esti.
Şiirinde “Veynül melayin?” yani “milyonlarca arap nerede?” diyordu ve gerçekten sözleri hayli tesirliydi. 1990 yılında bestelenip şarkıya dönüştüğünde çok daha etkili oldu. Lübnanlı Hristiyan sanatçı Julia Batrus’un neredeyse kendinden geçer gibi söylediği bu şarkı hala dillerde.
Ancak şimdilerde sadece güzel bir melodi gibi dinleniyor. Peki neden?
Bunun peşine düşelim de önce Mevlana Hazretlerinin o “her berfet” hikayesini tekrar hatırlayalım.
Yolcunun biri, gecesini geçirmek niyetiyle tekkeye misafir oldu. Eşeğini tekkenin ahırına bağladı. Tekke’de yoksul sofiler kalıyordu. Bu yolcuyu aç bırakmak olmaz dediler. Misafire ne ikram edelim diye aralarında konuştular, kendileri de açtı. Birisi ahırda bir eşeğin bağlı olduğunu söyledi, onu satmaya karar verdiler. Parasıyla yemek aldılar, sonra "tekkede bu gece yemek var, zikir var!.." diye bir ses duyuldu.
Yemekten sonra keyfleri geldi, sofiler coştukça coştular. Zikre başladılar, en heyecanlı yerinde def(arbana) çalan kişi, "her berfet (eşek gitti)" diye söyleyip oradakileri daha da coşturdu. Bu nağme her şeyden habersiz olan misafirin de hoşuna gitti. Herkesten daha fazla o bu nakarata eşlik ediyordu: "her berfet, her berfet, ey puser her berfet (ey oğul eşek gitti) diyordu."
Sabahleyin o zavallı yolcu ahıra gidince eşeği yerinde bulamadı, sordu. Tekkenin hizmetçisi; "Eşek satıldı. Dün akşamki ziyafet onun parasıyla verildi" dedi. Yolcu, "benim malım bana sormadan nasıl satılır? Neden bana haber vermedin?" deyince
hizmetçi: "Size sonradan söylemeye geldim ama baktım ki siz herkesten daha fazla neşeyle; her berfet diye bağırıyorsunuz. Demek ki, siz öyle istemişsiniz sandım, vazgeçtim" dedi. Bunu duyan yolcu, ne diyeceğini bilemedi.
Ders çok da herhalde en can alıcısı şu: Kimin size ne yedirdiğini umursamadan doyarsanız, kendi elinizle ve dilinizle elalemin maskarası olursunuz.
Zerre kadar tahlil etmeden, hiç sorgulamadan sanattan akademiye, politikadan savunmaya, sağlıktan gıdaya velhasıl her alanda siyonist emperyalizmin yağlı müşterisi olursanız, sözleri arasında “diz çökmeyeceğiz, buyruklarına uymayacağız ve planları dalalete uğrayacak” gibi cümleler bile olsa, ruhu devşirilmiş marşların, zihni mankurtlaşmış şarkıların hüsrandan başka ne anlamı kalır?
Düşman yahudinin karakteri satma üzerine kurulu. Allah azze ve celleya satılmayan ne varsa bir şekilde elinizden alıp yine size satıyorlar. Bu ahıra bağladığınız eşek de olabilir zikrinizdeki cezbe de.
Meseleye, düşmanla sahadaki vuruşmayı geri plana iter endişesiyle, nefisle mücadelenin “büyük cihad” olduğuna dair hadisi (veya hakikati) zayıflaştırmanın dehşetli bir sonucu olarak da bakılabilir.
Fakat her ne olursa olsun bugün çok ümitvarız. Çünkü müntesiplerinin önüne sürekli şeytanı ve kafirleri açık bir düşman olarak koyan Kuran-ı Kerim var oldukça, iblisin işi zordur.
İstediği kadar düğümlere üflesin, istediği kadar dostlarını teşvik etsin, tahrik etsin, söz versin, sizdenim desin, ördüğü ağ her zaman yırtıldı, yine dağılacak biiznillah.