Aidiyet, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde üçüncü sırada olsa da aslında yaşamın bütününü kapsar.
Göreceliğin felsefi fantezilerini aşan bir ciddiyetle aidiyet, kişinin çevresiyle alakasını da belirler.
Kendimizi nereye ait görüyorsak, bütün ahvalimiz, akvalimiz ve efalimiz ona göre şekillenir.
Haliyle, davranışlarımızın pusulası aidiyetimizdir.
Dostluğumuzun da düşmanlığımızın da referansı adiyetimizdir.
Kendi seminerlerimizde yıllardır, Üstad’ın, “İman, Sani’ine intisaptan ibarettir” sözünü konuşuyoruz.
Yine Bediüzzaman Hazretlerinin, “Otuz yıllık ilim tahsilimde dört kelime dört kelam öğrendim” derken sıraladığı “manayı harfi” ve “manayı ismi” kelimelerinin aidiyet yönünü ele almaya çalışıyoruz.
Burada bir parantez açarak konuyu, sadece Bediüzzamanın canlı misallerle ele almadığını, mesela Şehid Seyyid Kutub’un da Fatiha Suresinin 4. Ayeti kerimesinin tefsirindeki şu tespitleriyle aynı konuya dikkat çektiğini söylememiz lazımdır:
“Yeryüzündeki sapıklığın kuvveti ne kadar büyük olursa olsun ne kadar azgın olursa olsun, bu, Müslümanı korkutamaz. Çünkü o, zaten kendisini var eden Allah’ın kudretini kabul etmekten uzaklaşınca, hakiki kuvvetini kaybetmiş oluyor artık onu yaşatacak, ona daimi gücünü verecek olan gıdadan mahrumdur. Bu, tıpkı alev saçan büyük bir yıldızdan kopan parçanın hemen sönüp soğuması ve koptuğu kütle ne kadar büyük olursa olsun ziyasını, hararetini kaybetmesi gibidir. Aslıyla irtibatını kesmeyen en küçük parça bile bu irtibat sayesinde kuvvetini hararetini ve ziyasını kaybetmez.”
Fizilal’in başında yer alan bu ifadelerle, Risale-i Nur’un Sözler kitabının başında yer alan “Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki askere kaydolur, devlet namına hareket eder. Hiçbir kimseden pervası kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır.” sözleri aynı manada buluşmaktadır.
Allah’a(cc), Kur’an’a, Peygambere, İslam Ümmetine, İslam cemiyetine ve bu minvalde İslami sabitelere, alimlere, İslam’ın tarih, edebiyat, mimari, medeniyet ve kültür birikimine yazılı ve yazısız külliyatına bağlanmak, bunlarla irtibatını canlı tutmak, hepsine itidalle intisabını sürdürmek, Müslüman olmanın da imanın da asgari şartıdır.
Bu aidiyet meselesi yeteri kadar gündemde tutulmadığı zaman, küresel(leşmiş) azgınlık karşısında ve artık tam zıvanadan çıkıp yakınlara yer(leşmiş) sapıklıklar karşısında statik nasihatler tesirsiz kalmaktadır.
Hakka, fıtrata, sıratı müstakime aidiyetlerin korunması ve geliştirilmesi için “ayarlar” sekmesine gidip şu üç parametreye dokunmamız icap ediyor.
Birincisi: Evladımız, kardeşimiz ve hakeza aidiyetini dert ettiğimiz muhatabımızla “samimiyet” sekmesi açık konuma getirilmeli yani aktif edilmelidir. Koluna girerek, konuşturup dinleyerek, birlikte nitelikli, sürekli vakit geçirerek, hediye vererek, farkında olarak, hizmet ederek.. Kısaca onun limanı olarak, ekmeği, suyu havası olarak, ilacı, umudu, sırdaşı olarak/haline gelerek.. Ve samimiyeti ihlas anlamıyla pratiğe aktararak..
İkincisi: Kimin itaat ve muhabbetle İslam’a bağlılığını artırmak istiyorsak “sanat” sekmesi aktif edilmelidir. Görsel, sözlü, yazılı sanat kadar insan hissiyatını harekete geçiren bir faaliyet yoktur. Bazen birkaç dakikalık müziği birlikte dinlemek, bir şiire kulak vermek, bir filmi izlemek, mesajları doğrudan vermekten çok daha etkilidir.
Üçüncüsü: Bağlandığımız değerler sistemiyle alakalı “simge” sekmesi aktif edilmelidir. Topluma yönelik hedefleri olan her düşünce veya her sektör, sembollere muhtaçtır. İslam kadar simgeleri/sembolleri net olan çekici ve kolay olan başka bir disiplin yoktur. İman ve ibadete bağlılığı için çalışılan kimselerin zihnine, “İbrahim’in baltası” gibi, “tesettür” gibi, “tekbir, selam” gibi sayısız soyut ve somut tabela konabilir, konmalıdır, bunlar, yerindeliği dikkate alınarak mutlaka servis edilmelidir.
Velhasıl “Bizler” Allah’a aidiz..”
Sapıklık, zulüm, azgınlık, isyan gibi her ne musibet varsa hepsini inşallah bu aidiyetle aşacağız.