Derdin aşkı davaları, davalar cemaat ve camiaları, bunlar da parti yada daha üst yapıları doğurur. Uğruna bedel ödenecek bir derdi olmayanın davası da aşkı da olmaz. Her Müslümanın derdi İslam, davası da Nebe’il Azim… Büyük Mahkemeyi kazanabilmektir.
Aşkların dermanı olmaz, olursa aşk biter, maşuk ölür, aşık yetim kalır. Aşk, aşığı varsa anlamlıdır. Bir derdi davaya taşıyan, çile, gurbet mekteplerinde yoğurarak onu okunacak destana dönüştüren, sessiz çoğunluğun derdinin dermanı yapan da aşktır, aşıklardır. Aşıklar ölür zinhar dava ölmez çünkü nice yüreklerin ödediği bir bedel, çektiği bir zahmet vardır.
Bir davanın, sosyal ve siyasi gailelerden etkilenmediği dönem de bu külfet dönemidir. Çünkü burada; çıkar ve ticari amaç gütmeyen, davasını ödediği bedellerle besleyen, birbirine dava bilinciyle bağlanmış Yol Arkadaşları vardır. Bunlar, “Önden Gidenler’dir,” karşılıksız sevda erleridir. Bu aşıklar; “nebevi çekirdek, tez, sentezlerden…” beslenerek davayı kemale erdirirler. Kem âlâtla kemâlât olmaz! Kemalatın zemin ve zamanı, aşıkların bayramıdır. Fuzulî’nin tabiriyle;
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib/ Kılma DERMAN derdime kim ilacım ZEHRİ dermanındadır.
Menzilin burasında İslamî Davalar için; külfetin içinde rahmet, zahmetin içinde lezzet olur. Burada; temiz ve bakir bir masumiyet ve ihlas vardır. Öyle ki aşıklarını ruhanileştirir, meleklere yaklaştırır. Buranın seccadesinde miraca, duasında Yaradan’a ulaşılır.
Batıl davalardaki bedel ve çileler de sonuca götürür. Bunların da bir şahs-ı manevisi, bir ilahı(!) olur. Neticede hak veya batıl davaların tümü dinamizmini, ilah edindikleri güçten alır. Her ikisi de -kendince- şehit ve şahitlerden bahseder. Biz, “cennet ve rahmetullahı..” dilerken; onlar “Işıklar ve uykudan..(!)” bahsedebiliyor.
Davalar için asıl risk ve tanımsız tehlikeler kemalat döneminde başlar. Çünkü burada, cemaat veya partileşme süreçlerinin örgütlü ama çok sesli ve çok renkli yapılanması devrededir. Bu çok seslilik ve çok renklilik ancak sağlıklı bir otokontrolün olması şartıyla bereketler getirebilir. Çünkü nimetin kontrolü ve adil paylaşımı zordur.
Bu süreçte; bir yanda “nimete tenezzül etmeyen hatta nimeti konuşmayı zül sayan vefakâr, cefakâr “ilk Yol Arkadaşları” var öte yanda “yolda bulunan mahir keskinnişancı avcılar” var. Yolları, her vesileyle kesişir, buluşurlar. Elbette “Habibim, sen yine de AF Yolunu tut” ilkesince genel kitlenin ötekileştirilmesi, akla ve Hakk’a ziyandır ancak; Hakkın ve aklın gereği olarak geleceği, mazideki aklın üzerine inşa etmek de zaten dâd-ı Hüda olan nimetin devamı ve bekası (man u neman) için bir zarurettir.
Külfet devrini aşan her siyasi yapı, nimet devrine girmiş demektir. Nimet devrinin şehidi, gazi, muhacir, zindan, gözyaşı, infak hatta ağıtları pek olmaz. Olmaması da normal ancak belli çap ve markadaki malum bir kesim(!); bu aşamada “maziyi ötelemeye, atinin yaşanmamış anıları, ödenmemiş bedelleri üzerinde yasaklı binasını(!) inşaya çalışır.” Çünkü bunlar, buldukları saniyelik fırsatta kelle uçurabilen keskinnişancılardır.
“Ok atarlar kal’asından/ Hakk saklasın belasından!”
İşçi arıların nice bedel ve zahmetlerle yaptığı bala dadanan eşek arılarının yaptığı da zaten budur. Bunlar; kovanda katliam ve yağma yaparlar. Nimete yürüyen her yapıyı bekleyen en büyük tehlike bu olmalı!
Bir başka tehlike de davanın artık bünyesine girdiği kamusal alanlardadır. Bu tehlikeler; “nimet, ganimet, makam ve sefahatler..” üzerinden bulaşır. Hz Musa ve Yusuf(as) bunu, Fir’avunî saraylarda yaşadı. İslam orduları Bedir’de, sonraları fethedilen Bizans ve Pers İmparatorluklarının haremlerinde, kıtaların fethinde de benzer süreçler yaşandı. İslam ve tevhit davası, buraları etkiledi, etkilendi… Şeriatî’nin deyimiyle; “Tevhit; tarih boyunca nice küfür ve şirk odaklarıyla birçok meydan muharebeleri yaptı. Hepsinden galip çıktı ancak kendisi de ağır yaralar aldı.” Bize düşen; bu yaralardan dersler çıkarabilmektir.
Dünyada değişmeyen tek şey değişimdir. Zaman ve mekân bile değişim içindedir fakat değişimin; ana içeriği bozmaması, zındıka ve zamanın dayatmalarına karşı özü zedelememesi önemlidir.
Bediüzzaman; her vesileyle Deccal, zındıka, küfr-i mutlak, karşıcinsin şerri, hubb-i câh (makam sevgisi)’a dikkat çekmiştir. Siyonist sermayenin finansörlüğündeki kapitalizmin, insanlığa verebileceği bir değeri kalmadığı halde dünya hakimiyetinin sürmesi de bundandır. Üstadın dikkat çektiği de “seküler modernizmin bu intikam tugayları ve şövalyeleridir.” Yerlileri çaresiz, kurumları işlevsiz kılan da budur.
Batıda müsamahakâr olan seküler modernizm; Yerlilerin Ülkesindeyse toplumu “ayrıştırıyor, çatıştırıyor, inkâr ve asimilasyona” çalışıyor. Bu yüzden; öze dönüş, halkın refah düzeyi ve değerlerini sahiplenen her STK veya siyasi yapı; bu ifrit zihniyetle mücadele etmesi, projeler üretmesi bir zarurettir.
Yaptıkları ortada. “Milliyetlere, kaynakların işletilmesi, bayram ve tatiller, dil, alfabe, din ve değerlere” kadar dokunmadıkları alan kalmamış; her biri inkılap düzeyinde te’dip, tadilat ve operasyonlar yemişiz!
Genç adam! Selahaddin ve Fatihlerin… varisisin! görmesen de Anadolu, Ümmet insanlık.. seni bekliyor! Emniyetin, korkunun adında, zenginliklerin sefaletin ardında, kardeşlik ve tevhidin nifakın hemen ardında…
Korkma! Asırlık hafriyat, molozlar ve metalleri yorgun ve metruk… Pek yeni ama yerlisin! Tarih kadar eskisin! Susma! Konuş! Davran… Dertler, dertliler bekliyor. Derman sendedir!
Yürüyeceksin ancak marifet, zanaat, liyakat, zinhar adaletle wesselam.