Sekülerizm, bir yaşantı şekli, liberalizmin sosyal hayata uygulanış şekli ve dünyevileşmenin diğer adıdır. Laiklik; bunun devlet yönetimine uygulanmış daha radikal, politik, siyasallaşmış şeklidir. Bu yönüyle bakıldığında, birbirlerini besleyen aynı bütünün tamamlayıcısı olan cüzlerin ana hedefinde din ve değerlerin hayıtın dışına atılması vardır.
Bu kavramlar, aslında ilk insandan hemen sonra hayatımıza girmiştir. İlk olarak Vastfelya Antlaşması (1648) ile resmen kullanılan bu terimler, asıl siyasal kimliğini, din ve sanat alanında Rönesans ve Reformu yaşayan Avrupa’nın yakın tarihinde, “Ulus Devlet” fikrinin güçlenmesiyle kazanmış; Avrupa Aydınlanması, sanayi devrimi ve nihayet sömürgecilikle de dünya halklarına yeni bir din olarak dayatılmıştır.
Âdem’in yapısında çamur ve ilahi nefes gibi zıt iki unsur vardı.. Yaratıcı, âdemi, kendi sıfatlarıyla donatmıştı; görmek, duymak, düşünmek.. Bunlar, belki de insanın hayır ile şerri tercihte özgür bırakılmasıyla alakalı vergilerdi.
Öyle ya! “Bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim” (Kutsi Hadis).
“Bir Halife yaratacağım… / insanları ve cinleri ancak bana kulluk yapsınlar diye yaratım…” gibi nice ayetler vardır.
Tabi ki “Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor.
Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak, elbette zîşuur ve zîfikir ve konuşmasını bilenlerle konuşacak… ve konuşmuş..” (Mucizat-ı Ahmediye, 1. Nükteli İşaret)
Yani Allah, insan ile konuşuyor, hayata karışıyor, karıştığı bu hayatın tanzimi için de yasalar koyuyor ve koymuştur! İnsanın itaat ve isyanı da aynı yasalar çerçevesinde muamele görür. İslam ve İslam Filozofları böyle der. Tabi ki her değerlendirmemizin bir ucu bu yasalara uğrayacaktır.
İşte Sekülerizm ve laiklik; bu İlahi Yasa’nın, hayatın dışına atılmasıdır.
Bunun adı; tarihi anlamda Cahiliye, sosyal anlamda şirk, siyasal anlamda da küfür (Laik ateizm)’dir. Allah’ı hayatın dışına çıkaran, helal ve haramı tanımlayan, hükümde Yaratıcıyı reddeden; her “kişi, kurum ve devlet” Müslüman olamaz. Bu, Kâinatın Sahibinin koyduğu sınırlardır ve tüm semavi kitaplarda da böyle tanımlanmıştır.
Bu aslında garip değil, iptidai insan yaşamı da bu zihniyete yabancı değildir. Habil’in katil olması, Nemrut ve Firavunların, İbrahim ve Musa(as) ile yaşadıkları.. bu zihniyetin sonucudur.
Mazideki Tağut, Tiran, despot ve sermaye sahiplerinin dedikleri ve itirazları; günümüzdeki “Sosyalist, laik demokratik hukuk devletlerinden” farklı bir şey değildi. İste Kur’an’da “kâfir, baği, cahil, zanna uyanlar, aklını ilah edinenler, müşrik, müstekbir…” gibi sıfatlarla tanımlanan sermaye ve güç odakları aslında Allah’ı inkar ettikleri için küfür ve şirk ile yaftalanmadılar. Aksine alayı Allah’ı kabul etmiştir. Zaden Kadir olan Yaratıcıyı inkâr edecek kadar akıldan noksan da değillerdi. Mesele; Yaratıcı’ya ait olan hükmü, kendilerinin vermeleri hatta kendilerinin daha iyi hüküm vereceklerine olan inançlarıydı. Yani seküler bir yaşamları vardı ve laik bir devlet yapısından yanaydılar. İşte kadim atalarının dedikleri:
“Firavun dedi ki: Beni bırakın Musa'yı öldüreyim de o Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun sizin dininizi değiştireceğinden yahut yeryüzünde bozgunculuk çıkaracağından korkuyorum." (Mü’min 26).
İşte.. Firavun; Allah’a inanıyor ama Musa’yı fitne, bölücülük ve terörle suçluyor. Halkla bu endişesini paylaşıyor.
“Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında yardımcı melekler gelmeli değil miydi?” (Zuhruf 53).
Burada da aynı zihniyet; Allah Resul’ünün “fakirliğinden, hazinelerinin, sermayesinin olmayışından hatta beraberinde aşikâr olması gereken meleklerden bahsediyor. Başka ayetlerde de iman edenler; “ayaktakımı...” diye aşağılanıyor..
Bütün bu ifadeleri, bu günün küresel güçlerine, hâkim zihniyetlerine, modern çağın düşünür, filozoflarına ve sermayeyi elinde bulunduran sermayedarların “söyledikleri söz, yaptıkları iş ve istedikleri yaşam tarzına” göre karşılaştırırsak; farklı bir şey görmeyeceğimiz açık ama “değişiyor, dönüşüyor, uzlaşıyoruz ki bu da HAİNin sloganıdır!”
İşte sorun tam da burada! “Kendini Kınayan NEFS’e and olsun ki;” büyük, ciddi ve kadim sorun! İşte:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz
Kardeşim İbrahim bana mermer putları
Nasıl devireceğimi öğretmişti
Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım
Ama siz kâğıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini
nasıl sileceğimi öğretmediniz” (İ. Özel; Hızırla Kırk Saat)
Kilise ve yetkililerinin din ve değerlerden ticareti yüzünden, tanrıyı da değerleri de terk eden Batı; bu sarhoşlukla “doğaya, akla, nesnelere…” daha nelere nelere tanrı dedi. İnsanı enva-ı türlü hayvanlara bağladı ama hızını alamadı. Tek düşündükleri; Semavi kitaplarda bahsedilen Adem, yaratılış, vahiy ve bunların yegane sahibi olan Allah’ı tasfiye etmek.
Dedikleri yaratılış şu: “65 milyon yıl önce primatlardan, şempanze ve babunlardan türemiş memeli.. İki buçuk milyon yıl önce de nihayet bunlardan türemiş Homo Spiens yani biz yürüyen, …düşünen insan.. ve dünyaya yayılmışız..”
Hey mala miné! Berde biné te erd e!
Bundan laik sekülerler memnun. Faşist, kapitalist, Deist, Ateist, Panteist.. min jî bist her kes memnun ama hakikate rağmen! İlim, irfan, iz’an ve insanlık adına… Bilene de bilmeyene de “yazıktır, günahtır, cinayettir..” wesselam!