Trenin penceresinden dışarıyı temaşa ederken, kim bilir belki inandığı Peygamberi ile aynı şeyleri düşünüyordu. Adaletin olmadığı şu dünyanın değişmesi ve adil hükümlerin var olduğu bir düzenin kurulması gibi.
Nusaybin’in bir ilkokulunda öğretmendi. Minik yüreklere Allah bilincini nakşetme gibi bir misyon üstlendiği gibi yetişkin ebeveynlerine de güzel günler vaad ediyordu. Hem sadece bu dünyada değil. Ahiretlerinde de mutlu olmaları, sıratı salimen geçmeleri için nasihatlerde bulunan bir davetçi idi o.
Belki bir çocuğu olmamıştı ilk etapta. Ama sınıfta bulunan bütün çocuklara bir baba şefkati ile yaklaşıyordu. Mezopotamya’nın bereketli topraklarında çiçek yetiştiriyordu Hoca. Hz. İbrahim de dua ederek cennet topraklarına fidan dikin demişti. O da Hz. İbrahim’in ismini alarak bu yola revan olmuştu.
6 Ocak 1992 gününe kadar hep çiçek yetiştirmekle meşgul oldu. O gün, her günkü gibi okula gitmişti. Çıkışta yetiştirdiği çiçekleri olan çocuklar etrafını sarmıştılar, öğretmenlerine son kez baktıklarının farkında olmadan. Pusuya yatanlar Hoca’yı çapraza almışlardı. Kan kusan namlular ölüm saçıyordu. Hoca, çiçeklerini korumaya çalışmıştı. Ama bir çiçeğiyle birlikte yere düşmüşlerdi o ocak günü. Şehid olmuştu İbrahim Hoca, küçücük bir kız öğrencisi ile birlikte.
Yetiştirdiği gençler doluşmuştu taziye evine. İntikam yeminleri içiliyordu bir yandan. Gençlerden biri Hz. Ali’nin ismi ile müsemma idi. Sonra Küçük Ali diye nam salacaktı gönüllerde. Gelirdi Hoca’nın son misafirlerini ağırlamak için. Çay servisi yapardı taziye evinde. Her ne iş olsa koşardı. Çünkü o evin küçük kardeşiydi. Küçük Ali idi o.
Kuşkusuz burada bulunmaktan mutlu idi. Muhammed Ata gibi bir şehit ile yol arkadaşlığı yapmak ona gurur veriyordu. Civanlar bekleşiyordu kartalların uçuşunu. O da bir kartaldı ve bekliyordu kartallara izin verileceği günü.
Ali, babası ile anlaşamıyordu. Ayrı dünyaların insanlarıydılar. Baba, oğlunun bu taziyeye gitmesini istemiyordu. 8 Ocak 1992 günü taziyeden evine dönen Ali’yi babası karşıladı kapıda. “Yine Kelhêli İbrahim’in taziyesine mi gittin? Ben sana dememiş miydim o taziyeye gitmeyeceksin.” diye bağırıyordu babası, ağzından tükürükler saça saça.
Ali, babasının zıvanadan çıktığını anlamıştı. Bu nedenle eve girmek için çıkardığı ayakkabılarını, tekrar giymeye çalıştı. Baba, belinden çıkardığı silahı ile o nazenin vücuda ateş etti. Ali, kapının eşiğine öylece düştü. Kavuştu hocasına, bizlerin gönlünde Küçük Ali diye bir yara açarak.
Sadece küçüklerin şehadetine mi zaman olmuştu 1992 yılının Ocak ayı? Kerbelaî diye bir nurani pîrimiz vardı. Aslında ismi Salih idi. Ama çevresindekiler Kerbelaî diyorlardı ona. Saçı beyaz, sakalı beyaz, elbiseleri beyazdı. Bembeyazdı hem kendisi hem ömrü. Leke namına bir şey yoktu o yaşlı bedende. O da Hoca’nın taziyesine gelip gidenlerdendi. Kim bilir belki Küçük Ali ve Pîr Kerbelaî birlikte oturup Cennet bahçelerinin muhabbetini de yapmışlardı o taziye evinde.
Aslında Kerbelai öldürülmeyecek kadar yaşlı olduğundan, kimse düşmanın bu kadar alçalabileceğini tahmin etmemişti. Ama öz oğlunu vuracak kadar gaddarlaşanlardan her şey beklenirdi. Çatışmanın namusunu kirletenlerin, yaşa başa bakmadan katliam yapacakları bilinmeliydi.
21 Ocak 1992 günü evinin önünde oturan yaşlı civanımız, kin kusacak namluların hedefindeydi. O ocak günü güneş açmıştı. Şöyle duvarın dibinde biraz ısınmak için oturmuştu öylece güneşe nazır. Kucağında torunu vardı. Dede ile torun güneşli havanın tadını çıkarmaya çalışırken çalışmıştı MP-5 makinalısı. Beyaza kan kırmızısı karışmıştı bir anda. Kerbelaî Rabbine kavuşmuştu. Bu gidiş hiçbir zaman çıkmayacaktı torununun aklından.
Aslında Şubat idi şehadet ayı. Ama Ocak ayı idi bizi en çok yaralayan. En kıymetlilerimizi bizden almıştı ocak ayı.