Azizim!
Hâlihazırda derneklerde sohbetlere katılan yeni nesil, doksanlı yıllarda sohbete giderken bir sokağı beş kez dolanmayı, her seferinde bir başka yol takip edip, girdikleri evi bir başkaları gözlüyor mudur diye gözcüler koymayı biliyorlar mıdır acaba?
Yeni nesil, doksanlı yılların Said’ini, hani ailesi onu köyüne kaçırıp demirlere bağlamışken, bu bağlardan bir şekilde kurtulmayı ve gelip arkadaşlarına kavuştuktan sonra; “Sizler bu halde şehadet ile burun buruna iken ben orada duramazdım” diyerek yalın ayak dağları taşları aşmak suretiyle, nöbeti devralmaya geldiğini bilirler midir acep?
Sohbet saati geldiği halde hocasının kendisine verdiği birkaç sayfa siyeri çalışmadığı için, derse gelmeye utanan ve hocasına karşı duyduğu mahcubiyetten dolayı; “Hocama selam söyleyin, ben dersime çalışmadım, onun yüzüne bakamam, lütfen bu hafta beni mazur görsün” diyerek sohbetine gelme yüzü bulamayan, o asil duruşları duymuşlar mıdır?
Bir arkadaşları şehid olduğunda, üzerinde bulunan elbiseleri sırayla giyip, her gün şehadet duyasıyla dışarı çıktıklarını, arkadaşlarından şehid olmak için dua istediklerini ve “Ya Rabb, bizleri de kat bu kervana” deyip, gece gündüz aşığın maşuku araması gibi dönüp döndüklerinden haberdar mıdırlar?
İlk önce kendilerini dava yolunda engellemeye çalışan anne babalarına, sonra köylerine, aşiretlerine, PKK’ye ve en son sisteme ve dahi bütün dünyaya kafa tutup, kendilerine; “Git Amerika’yı yık, gel” dendiğinde, bunun nasılını veya imkânsızlığını dile getirmeden yola revan olacak bahadırları duymuş mudurlar acep?
Bir tandır ekmeği ile sekiz kişinin iftar ettiğini, sahura hiçbir şey bulamadan ertesi gün oruca niyetlenen, arkadaşları İdil ve Cizre’de aç kalmasınlar diye bir gıda aracına eskortluk yapıp, bu uğurda şehid olan Seyyid Hasan ve Hüseyin’i okumuşlar mıdır?
Bu yaşamı kendilerine bir yük gören, “Dünya bizim için bir zindandır” diyerek bir an önce Rablerine kavuşmayı hedefine koyan ve bu uğurda kendilerini şehid ettikleri için neredeyse düşmanlarına minnettar kalacak doksanlı yılların o neslini duymuşlar mıdır?
Dünyanın en gaddar, şiddet sever ve beşikteki çocukları dahi kurşunlayabilecek kadar gözü dönmüş bir düşmana karşı, kendilerini yayı bir tarafa, mekanizması başka bir tarafa fırlayan, çoğu zaman ateş dahi alamayan silahlarla savunduklarını biliyorlar mıdır?
İslami görev ve hizmetlerden mütevellit, aylarca evlerine gitmeyen, çocuklarının yüzünü görmeyen ve eşini-çocuklarını özlediğinde ise bin bir mahcubiyetle izin isteyerek evlerine giden o abilerini, dünyanın en ağır imtihanları ile baş başa kalıp, çocuklarına bir çikolata dahi götüremeyen o asillerin hayatlarını okumuş mudurlar?
Bu kadar imkânsızlık ve yokluk içinde karşı tarafın kalbine korkuları bir aylık mesafeden giren, halk arasında isimleri artık efsanelerle birlikte anılmaya başlanan, kadınların tandır başlarında kendilerinin hikâyelerini anlattığı, ashab duruşlu o kahramanların yiğitliklerini biliyorlar mıdır?
Ailesi ile oturduğu sofrada; “Herkesin kendini vücudundan bir işareti belirlemesi lazım, ola ki bu hainler bizleri bombalarla paramparça ederek şehid edecek olurlarsa, cesetlerimizi teşhis etmemiz gerekecek. Bakın benim karnımda bir ben var, beni oradan tanırsınız.” dedikten sonra şehid olan Kerbelai diye bilinen, Şehid Yasin’in öncüsünü duymuş mudurlar?
28 Şubatçıların işkencelerinde, kendilerine eziyet olsun diye üzerlerine dökülen buz gibi tazyikli su ile acaba abdest alabilir miyim endişesini taşıyan ve o şartlarda dahi namazlarını eda etmenin elzemliğini düşünen abidlerin hayat hikâyelerini duymuş mudurlar?
Ve ‘kendimizinden bir sonraki nesli yetiştireyim, camilerde onlara Kur’an dersi vereyim’ derken, müebbet hapisler alan, halen zindanları Yusuf gibi ihya eden o zahmetkeşlerin çektiklerini biliyor mudurlar?
Velhasıl azizim!
Bazen böyle deli rüzgârlar eser başımda ve sorularla haykırmak isterim.