Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM), Türkiye ve Yunanistan arasında giderek gerilime yol açan Ege Denizi ve Adalar Meselesi üzerine bir analiz yayımladı.
Osmanlı hakimiyetinden günümüze Ege Denizi'ndeki sürecin anlatıldığı analizin I. Bölümü:
15. yüzyıldan 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Ege Denizi ve Adalarında Osmanlı Devleti'nin (1300-1922) hâkimiyeti ve kontrolü söz konusudur. Ama Batı'nın Osmanlı aleyhinde birliğe kavuşmasıyla süreç Osmanlı aleyhine işledi. Batı'nın iki yakası İngiltere-Fransa ve Çarlık Rusya'nın Osmanlı Devleti aleyhinde yol almasıyla Yunanistan, bölgede bağımsız bir devlet olarak kuruldu (1829). Bu vakayla birlikte, Ege havzası 'uluslararası sorun' olmaya başladı.
Yunanistan'ın varlığı, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden diriltme ütopyasını ifade eden "Megali idea/Büyük fikir" emeliyle güçlendirildi. Bu emelle Yunan milliyetçiliği, Osmanlı aleyhinde geliştirilen projeleri kolaylaştıracak şekilde işletildi. Batı tarafından üretilen Yunanistan romantizmi, Batı'nın o günkü reel projelerine yol aldıracak bir mahiyet üzerine kuruldu.
Bu mahiyette Yunanistan, bir taraftan Ege Denizi ve Adaları üzerinde hak iddia edip bu iddiasını "Megali idea" etrafında bir söyleme ve eylem dizisine dönüştürdü. Diğer taraftan Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz'de hâkimiyet kurma veya nüfuz sağlama siyaseti güden İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya'nın müdahalelerine maruz kaldı.
Yunanistan'ın kendi potansiyeliyle Osmanlı Devleti ile boy ölçüşemeyeceği ilk günden Dömeke Meydan Savaşı'na1 (1897) kadar pek çok vakada anlaşılmıştı. Ancak uluslararası alanda Yunanistan'a, Osmanlı Devleti'ne karşı kazanımlar elde etme fırsatları verilmişti. Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Haçlı İttifakı'nın getirdiği Birinci Balkan Savaşı ve onun ardından Birinci Dünya Savaşı'nın neticeleniş biçimi, Yunanistan'a Ege üzerinden Anadolu'ya doğru açılma ve Ege Denizi'ni bir Yunan denizine dönüştürme umudu verdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması (1918) ile kendi içine hapsedilen Osmanlının elin deki son toprakları da işgallere uğradı. Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından onaylanmadığı için hukuken yok hükmündeki Sevr Antlaşmasıyla (1920) İngiltere ve Fransa'nın tasfiye operasyonuna maruz kalan Osmanlı topraklarından Ege Denizi ve Batı Anadolu'da Yunanistan'a da pay verildi. Böylelikle Yunanistan, doktrin haline getirdiği tüm Ege Denizi'ni, Adaları, Trakya ve İstanbul'u içeren 'Megali idea' yolunda önemli kazanımlar elde etti.
İşgalcilere karşı Anadolu'da halkın büyük gayret ve yokluk içindeki fedakârlıklarıyla verilen topyekûn İstiklal mücadelesi neticesinde elde edilen başarının ardından imzalanan Lozan Barış Antlaşmasıyla (1923) -3 deniz mili ile Gökçe ve Bozcaada hariç Ege Denizi ve Adaları, Yunanistan'a bırakıldı. Bu durum Ege Denizi ve Adaları üzerin de Yunanistan'ı ana güç haline getirirken Türkiye'nin kıyılarına sıkışmışlığını sürdürdü.
İkinci Dünya Savaşı'ndan (1939-1945) sonra Paris Antlaşması (1947) sürecinde adaların bir kısmının Türkiye'ye geçmesi mümkün iken İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarı tarafından adeta "istemezuk" tavrıyla ayağa gelen fırsat elin tersiyle tepildi.
2000 yılı sonrası süreçte Türkiye'de yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmelere paralel, Ege ve Akdeniz'deki hidrokarbon (petrol, gaz) keşif ve çıkarma çalışmaları ile devletler arasında bölgesel ve küresel rekabette arttı. Türkiye'nin kendi imkânlarıyla bu sahada çalışmalar yapması, Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) ilan etmesi, savunma sanayiinde yerliliği artırması ve İHA-SİHA gibi modern silah argümanları alanında dünyadaki sayılı devletler arasına girmesiyle Ege'de hareket kabiliyetini artırdı. Ama aynı zamanda Batı'nın da Türkiye'ye yönelik endişelerinde hareketliliğe yol açtı.
20. yüzyılda büyük sarsıntılar geçiren 21. yüzyılın başında ise iç çekişmeler içinde bunalan Yunanistan'ın zayıflayan Batı'nın sun'i teneffüsleriyle dahi yaşayamayacağına dair bir kanaat oluştu. Ancak Türkiye'nin durdurulamaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri (ABD) son dönemde süreç yönetimini daha çok üstlendi ve NATO üyesi Yunanistan'ı yine NATO üyesi Türkiye'ye karşı etkin bir askeri güce dönüştürme yönünde faaliyetler içine girdi. Aynı zamanda ABD, Yunanistan ile Mısır arasında da Türkiye aleyhinde kimi sözleşmelerin de önünü açtı.
ABD'nin Yunanistan'a yönelik bu faaliyetleri, ütopik Yunan milliyetçiliğini yeni den toparlarken Mısır ve diğer güdümlü Arap-İslam dünyası devletleri ile sorunlar yaşayan Türkiye'nin de endişelerini artırdı. Türkiye, bir süredir daha çok Kıbrıs bağlamında muhatap olduğu Yunanistan'a karşı Ege Denizi ve Adaları odaklı daha dinamik bir siyaset gündemine yöneldi. Bu gündemin nasıl bir boyut alacağı meçhul iken analizimiz, tarihsel süreci de hatırlatarak konuya bir katkı sunmayı hedeflemektedir.
Osmanlı hâkimiyetinden günümüze Ege Denizi'ndeki süreç
Ege Denizi'ndeki adalar ve bu denizin kıyıları "Ege Bölgesi" olarak adlandırılır.
Ege kelimesinin kökeni veya hangi kelimeden türediği tam olarak bilinmemektedir. Bölgeye adını veren Ege Denizi, yerkabuğunun alçalması neticesinde Akdeniz'in sularının bu alana dolmasıyla oluşmuştur.
Ege Denizi yaklaşık 200 bin km2'lik bir alanı kapsayan, 3000 civarı ada, adacık ve kayalıklarla kaplı, yarı kapalı bir deniz niteliğindedir.
Ege denizindeki adaların çokluğundan dolayı Osmanlı Devleti zamanında ilk dönemlerden itibaren buraya 'Adalar Denizi' denilmiştir.
Tarihsel süreç içinde farklı kavimlerin hâkimiyetinin yaşandığı Ege Denizi'ndeki adalar üzerinde Müslümanların kısmi varlığı Saruhan, Menteşe, Aydın, Karesi beylikleriyle yaşanmaya başlamışsa da asıl hâkimiyet ve yurt edinimi Osmanlı Devleti ile gerçekleşmiştir.
Osmanlının 14. yüzyılda başlayan Ege Denizi'ne hâkim olma süreci, Girit Adası nın fethedilmesiyle (1669) nihayete ermiştir. Bu gelişme Ege Denizi'ni, Osmanlının bir 'iç denizi' haline getirmiştir. Ege Denizi ve Adaları'ndaki mevcut statüko Yunanistan'ın bağımsız olmasına kadar kesintisiz devam etmiştir.
19. yüzyılda sanayileşmeyle birlikte gücüne güç katan, emperyalist politikayı bayraklaştıran Avrupa/Batı, elindeki güç araçlarını kullanarak Osmanlı Devleti'ne karşı dini ve siyasi saiklerle çağdaş Haçlı hareket metodunu uygulamış, oryantalist bakışla İslami kimliğinden ötürü 'öteki' olarak bakmış, Viyana Kongresinde (1815) gündeme taşınan 'Şark Doktrini' çerçevesinde ulusçuluk akımlarını da desteklemiştir.
Başat Avrupalı devletler, sömürgecilikleri önünde Osmanlıyı muhakkak aşılması gereken bir engel olarak görmüştür. Sömürgeci lokomotif Avrupalı devletler bu perspektifle hareket etmiş, Osmanlıyı tarih sahnesinden silmeye dönük politikalar izlemişti
19. yüzyılda Fransız devrimiyle si yasallaşan, imparatorlukların parçalanmasında önemli yer tutan Batı menşeli milliyetçilik akımından nemalanan Yunanlar, Mora yarımadasında isyan etmiş (1821) ise de Osmanlı bu isyanı hemen bastırmıştır. Ancak siyasi emellerinden vazgeçmeyen ve Avrupalı mihraklardan destek alan Yunanlar, 1826'da isyanlarına devam etmiştir. Osmanlı, 19. yüz yılın başlarında bir yandan çeşitli ulusçu isyanlarla meşgul iken diğer taraftan başkentte devlete pranga hükmüne geçen birçok Padişahın öldürülmesinde rol alan Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesiyle uğraşmıştır. Yeniçeri Ocağı, Yeniçeriler ve destekçileri ile girişilen mücadele binlerce insanın ölümü ile sonuçlanarak ancak kaldırılmıştır. Bununla beraber yeni bir merkezi ordunun vücut bulması da zaman almıştır. Böylesi bir ortamda cereyan eden Yunan isyanına devlet müdahale ederken İngiliz, Fransız ve Çarlık Rus donanmaları devreye girmiş ve 1827'de Navarin limanındaki Osmanlı donanmasını yakmışlardır. Aynı zamanda Ruslar karadan -bugünkü Romanya bölgesinden- saldırıya geçmiş,
Osmanlı Devleti bu kıskaçtan çıkamamış ve mağlup olmuştur. Bu yenilginin neticesinde İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya'nın açık desteği sonucu Edirne Antlaşması (1829) ile Yunanistan bağımsız (1830) kılınmıştır. Bu gelişmeyle birlikte Ege adalarının bir kısmı elden çıkmıştır. Böylelikle Ege Denizi'nde Osmanlı Devleti'nin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti de son bulmuş, yeni bir paydaş ortaya çıkmıştır.
Ege Adalarının Kaybında Trablusgarp Savaşı ve Uşi Antlaşması'nın Rolü 19. yüzyıldan itibaren askeri, siyasal, ekonomik ve sosyolojik olarak ciddi güç kaybına uğrayan Osmanlı Devleti; elindeki askeri, teknik ve ekonomik imkânlarla mevcut topraklarını korumakta zorlanmıştır. Emperyalizmin kitabını yazan sömürgeci Avrupalı devletlerse sürecin aktörlerinden olarak kendi çıkarlarına göre adımlarını atmıştır. Batılılar, tarihsel tecrübeleri de dikkate alarak Osmanlıya karşı ekseriyetle iş birliği içinde saldırmış ve toprak koparmışlardır.
1870 yılında siyasi milli birliğini sağlayan İtalya, diğer sömürgeci Avrupalı devletlere göre sömürgecilikte geri kalmış olmanın da vermiş olduğu hırçınlık ve acelecilikle aç kurt misali Osmanlının Afrika topraklarını hedefine almıştır. Bu doğrultuda ekonomik çıkarlarını koruma bahanesiyle Kuzey Afrika'da Osmanlının elinde kalan ve bölgedeki son toprağı olan Trablusgarp'ı (bugünkü Libya'yı) işgale girişir. İtalya, 29 Eylül 1911'de, Osmanlı Devleti'ne harp ilan ederek Trablusgarp'a saldırır. Daha önce Cezayir'i (1830) ve Tunus'u (1881) Fransa, Mısır'ı (1882) da İngiltere işgal etmişti.
Coğrafya dikkate alındığında Osmanlının İtalyan işgaline müdahale etmesi için denizi ve Mısır topraklarını kullanmaktan başka seçeneği yoktu. Lakin Trablusgarp'taki ordunun büyük bölümünün Körfez bölgesindeki isyancı Vehhâbîler üzerine gönderilmesi bir boşluk meydana getirmiştir. Bunun yanında Osmanlı donanmasının yakın dönemde 1827 Navarin ve 1853'te Sinop'ta yakılmış olmasının getirdiği yükle birlikte Sultan Abdülaziz tarafından yeni bir donanma oluşturulmuş, modern gemiler satın alınmış ancak gerekli ehemmiyetin verilmemesi, nitelikli eleman yetersizliği ve İngilizlerin Osmanlı Hariciye ve Bahriye bürokrasisini yanlış yönlendirmesi; donanmanın âtıl kalmasına ve gerekli şekilde istifade edilememesine yol açmıştır. Öyle ki 1910 yılında İngiltere'ye staj için gönderilen Osmanlı subayları, Trablusgarp Savaşı başlayınca geri dönmüş ancak İngiltere tarafsızlığını bahane ederek bu subayların savaşa katılmasını engellemiştir.
Diğer taraftan Osmanlının güç kaybetmesini ve Birinci Dünya Savaşı öncesi İtalya'yı kendi saflarına çekmeyi planlayan İngiltere, Osmanlının Mısır'dan Trablusgarp'a kara ordusunu sevk etmesine de mâni olmuştur. Bu şekilde İtalya'nın kazanmasını istemiştir.
Ancak İtalya burada ciddi bir direnişle karşılaşınca, Osmanlıyı barışa zorlamak maksadıyla İngiltere'nin çıkarlarını zedelememe kaydıyla Ege Denizi'ndeki Rodos ve Oniki Ada'yı 1912'de işgal etmiştir.
Savaş sonrasında İtalya, Trablusgarp'ın kendisine verilmesi karşılığında işgal ettiği Menteşe Adaları'nı (12 ada ve Rodos) 18 Ekim 1912'de imzalanan Uşi Antlaşmasının 2. maddesi hükmünce terk etmeyi kabul etmiştir. Fakat antlaşmanın imzalanmasından önce 8 Ekim 1912'de patlak veren Birinci Balkan Savaşı'ndan yararlanarak söz konusu adaları elinde tutmuştur. Osmanlı Devleti de İtalyan işgali altındaki adaların savaş sebebiyle Yunanistan'ın eline geçmemesi kaygısıyla bu durumu kabullenmiştir.7
Uşi Antlaşması ile 'geçici' olarak bırakılan ve bir daha alınamayan adalar şunlardır:
- Rhodes – Rodos
- Astypalaia – İstanbulya
- Halki – Herke, Hereke
- Kalymnos – Kelemez
- Karpathos – Kerpe
- Kasos – Kaşot, Çoban
- Kos – İstanköy
- Leros – İleriye
- Nisyros – İncirli
- Patmos – Batnaz
- Symi – Sömbeki
- Tilos – İlyaki, İlkil
- Kastellórizo/Megisti – Meis/Kızılhisar8
Sidar Ergül/SDAM