Algıların değil olguların, hakikatin değil imgelerin ve doğruluğun değil yalanın söz sahibi olduğu toplumsal ve zihinsel düzlemde, siyasetin de bundan soyutlanması mümkün olmuyor.
Özellikle hakikati kendi tekelinde gören ve bu sınırın dışında kalan ötekinin varlığını kültürel, siyasi ve sosyal bir tehdit olarak görüp yok etme vazifesini kendisinde gören politik düşüncelerin varlığı inkar edilemez.
Ortadoğu denilen İslam coğrafyasının toplumsal ve siyasi dinamiklerinin bu kadar sıcak ve güçlü olduğu bir yerde, iç karışıklıklara ve siyasi krizlere yol açacak, zemin hazırlayacak ve araçsallaştırılmaya hazır birçok yumuşak güç unsuru var.
Menfaate ve sömürgeciliğe yaslanan Avrupa merkezli modern siyasi anlayış, bugün topraklarımızı, kültürümüzü, yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklerimizi sömürebilmek adına her şartta bunun yollarını deniyor ve suni sorunlar ile zemin hazırlamaktan asla çekinmiyor.
Bu tür sorunlar yaşanırken algıların kurbanı olmuş ve hakikati görmek ve okumakta zorlanan zihinlerin sayısı elbette az değil.
İster bilinçli ve ister bilinçsizce olsun hamasetin, kabileciliğin, kavmiyetçiliğin ve mezhepçiliğin dar, sığ ve karanlık dünyasında hak aramak, aydın ve adil yarınlar inşa etmek beyhude bir çaba olmaktan öteye geçemez.
Fransız ihtilali ile birlikte milliyetçilik ve Rönesans’la birlikte siyasal rejimlerin kamusal ideolojisi haline gelen akılcılık ve laiklik, sömürgeciliğin ve yayılmacılığın ontolojik kaynakları konumundadır.
Siyasal söylem ve kalıplar milliyetçilik, özgürlük ve sömürgecilik üzerine şekilleniyor ve halkların kaderi bu sahte ilahlar üzerinden kurban ediliyor.
Avrupa merkezci sömürgeci anlayış, her fırsat ve şartta “özgürlük” ve “demokrasi” retoriğini yeniden kulaklara mırıldayarak halkların yaşadığı mağduriyetleri ve sorunları istismar ederek stratejik hesaplar yapmaktan asla çekinmiyor.
Niccolò Machiavelli’ten miras alınan, menfaatperest, sömürgeci ve ben merkezli anlayışın siyasal tahakkümü bugün öteki olana asla hayat hakkı tanımıyor.
Elbette İslam coğrafyasındaki devletlerin sosyal, siyasi ve ekonomi politikalarında bir takım haksızlıkların ve adaletsizliklerin yaşandığı ve mağduriyetlerin olduğu bilinen ve su götürmez bir gerçektir.
Avrupa merkezli sömürgeci anlayışın, bu mağduriyetleri ve adaletsizlikleri istismar etmesine ve araçsallaştırmasına müsaade etmeyecek olansa halkların kendisidir.
Devlet-halk ilişkisinin güçlü olduğu toplumlar, dış müdahalelere karşı her zaman daha dirayetlidir.
Sömürgeci anlayışa istismar alanı bırakmayacak olan yönetim erkinin kendisi olduğu gibi mağduriyetler üzerinden ülkelerinde iç karışıklığa yol açacak yol ve davranışlardan uzak durmak ve yine sömürgeci anlayışa fırsat vermemek halkların kendi sorumluluğundadır.
Böylesine zor ve zahmetli bir iklimde ahlaki ve ilkeli bir siyaset izlemek de bir hayli zor oluyor.
Maslahattan yana izlenilen siyaset; hamasete, kavmiyetçiliğe ve mezhepçiliğe kurban edilmek isteniyor.
Halbuki maslahatın çağrısını daha yüksek perdeden dile getirmeli, yapılan bu çağrıyı duygulara, etnik ve ideolojik körlüğe kurban etmeden daha fazla sahiplenmek gerekir.
HÜDA PAR’ın da siyasi konjonktürün dinamikleri her ne olursa olsun ilkesel ve maslahata dönük siyasi anlayışı ile bu boşluğu doldurması bir hayli kıymetlidir.
Dijitalizmin karanlık dünyasında yalanın ve sahteliğin saldırısına uğrayan akıl, kalp ve vicdan sağlıklı bir irade ortaya koyamıyor.
Toplumsal olarak ahlaki bir yükselişe ne kadar ihtiyacımız var ise bugün siyaset kurumunun da bu ihtiyaçtan eksik kalır yanı yok.
Siyaseti ahlak, erdem, dürüstlük ve ilke gibi değerler üstü zenginliğimiz ile buluşturmak ve yeniden adaletin tesisine vesile olacak bir biçimsel forma kavuşturmak maslahatın bir gereğidir.
Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilen Hz. Peygamberin güzel ahlakını günlük davranış kalıplarının da dışına çıkararak siyaset, ekonomi ve sosyal hayat ile buluşturmak gerekir. Bu toplumsal araçlarla bu güzel ahlakın buluşması insanlığı mevcut olmaktan var olmaya taşıyacak bir anahtardır.
Modern zamanlarda duyulan en büyük ihtiyaç, kötülüğün şerrinden ve hamasetin sığ ufkundan adaletin engin ufkuna yolculuk olmalı.
İnsanlığın ahlaki çöküşü, değerini kendinden aşağıda aradığı şeyler yüzündendir. Ve bunlar hamaset, haz ve mezhepçilik gibi tüm bir insanlığı ateşe atacak kötülüklerdir. İnsanlığın ahlaki yükselişi ve yüceliği ise ancak kendisinden üstün olan değerler ile mümkündür. Bu değerlerin başında gelen selametin garantörü olan adalettir.
Köklü bir metafiziğe sahip olmadan kabileciliğin dar ufkuna hapsolmak yerel, bölgesel ve küresel ölçekte yaşanan adaletsizliklere çözüm sunamaz. Zira yeryüzünde yaşanan sorunların çözümü siyasetin yüzünü göğe dönmesi, sema ile irtibatını güçlü tutması ile ancak mümkün.
Binaenaleyh; insanlık, toplum ve siyaset, hamasetin sığlığından ve saldırganlığından soyutlanmalı ve adaletin engin ufkuna teslim olmalıdır. İnsanlığın evrensel çıkış kapısı da adaletin engin ufkunda aranmalıdır.
HAYRULLAH SEÇEN