Yeniden bazı soruları sormak ve varlık gayemizi hatırlamak için…
En önemli ihtiyaçların başında, insanın zaman ve mekan tasarısının kendi zihninde bir anlam ihtiyacına cevap olabilecek sırlara ve niteliğe sahip olmasında yatıyor olsa gerek.
Öyle ya Malik bin Nebi, bir medeniyet tasavvurunun inşası için en temel araçların zaman ve mekan olduğu ve bu her iki gerçekliğin otoritesinin şart olduğunu söyler.
Peki, insan gerçekten bu her iki gerçekliğin anlamına ve otoritesine sahip değilse, arzuladığı ve ihtiyacını duyduğu özgür bir hayatı gerçekten yaşadığını iddia edebilir mi?
İddia etse dahi bunu ispat etmesi gerekir…
Modern çağın yarattığı psiko-sosyal hastalıkların başında hız geliyor.
Hız çağında yaşıyor, hızın esaretinde kendi varlık mahiyetimizin bilinci ve idrakini fehmedemiyoruz.
Zaman ve mekan bizler için belirli sınırlara hapsolmuş.
Bir araya gelişlerimiz bir sonraki gidecek yerimize yetişebilmek kaygısı ile ruhsal değil fiziksellikten ibaret.
Hayatın başat sorumluluk ve felsefesini, insanın nefes alışverişinden ibaret biyolojik vakıa olarak kabul ettiğimiz takdirde modern çağın öğretilerini de kabul ettiğimiz anlamına geliyor.
Zira beden dışında ıskaladığımız veyahut ihmal ettiğimiz bir ruha sahibiz.
Mevcudiyetimizin idamesini yalnızca nefes alışverişimizden ibaret ve sınırları materyalist öğretilerce belirlenmiş bir doğrultuda yaşıyoruz.
Tam da modern düşüncenin insan değil birey yaratmak istediği bir hayat tarzı…
Peki, bir anlam sorunu yaşayan insan, durup yaşadığı bu travmatik hayatı sorgulamak adına düşünecek bir vakte gerçekten sahip midir?
Öyle ya vakit diriltmek yerine, vakit öldürmeyi esas alan bir toplumda yaşıyoruz.
Tüm bu gerçeklikleri ve ehemmiyet arz eden meseleleri hız çarkının içinde kaybediyoruz!
“İnsan pek acelecidir!” (İsra 11)
Hız çağının en kötü taraflarından biri insanın “Ben ne yapıyorum? Hayatımın gerçekten bir anlamı var mı? Yaşadığım hayat gerçekten inandığım değerlerle barışık mı?” gibi soruları sormaktan mahrum kalıyor oluşudur.
İnsanlık tarihinin de en kadim sorularıdır ayrıca.
İnsanlık, hız ile beraber zaman ve mekan tasarısının yanında benlik duygusunu ve kimliğini yitirdi.
Kendisi olmak, kendi gerçekliğinin, iradesinin ve gayesinin farkına varmak hız toplumunun bir bireyi için farkına varılması en zor meselelerdir.
Ali Şeriati, insanın dört zindanını sayarken aşılması en zor olan zindanın “benlik” zindanı olduğunu söyler. Ve bu zindan, hız ve hazza esir olmuş insanın, yaşadığı mana yoksunluğu ile beraber gelen esaretinden bahseder. Bu zindanın prangaları bugün hızdan, teknolojiden ve hazza dayalı tüketicilikten imal edilmiş.
Toplumsal ilişkilerimiz de hıza feda ediliyor.
İnsanlarla iletişim halinde oluşumuz yalnızca teknolojik bir alete indirgenmemeli. Bir dostumuzla aynı masanın etrafında oturup onun jest ve mimiklerinin, kelimelerindeki dostane ve ulvi sıcaklığının ve hız çağının cezbedici tüm engellerini aşarak bedeni ve ruhu ile bize misafirlik etmesinin verdiği mutluluktan gün geçtikçe mahrum kalıyoruz. Hızın alabildiğince bizi işgal ettiği bir dünyada “yanında olmayı” sanal sahtelikten ziyade bedensel ve ruhsal olarak gösterenlerin kıymeti daha fazla bilinmelidir.
Düşünmeye ve sorgulamaya vaktimiz yok. Çevremize; sevgiyi, samimiyeti ve sıcaklığı hissettirmeyi unuttuk. “Aranızda selamı yayın.” diyerek toplumsal birlikteliğin ve dayanışmanın şifresini veren Hz. Peygamberin bu mucizevi sözünün hakikatini düşünecek vaktimiz yok.
Takvimlere hangi günde olduğumuzu öğrenmek için değil, bir randevu, sınav, buluşma, toplantı, ödeme ve “ay ne çabuk bitti” sözünü bir kez daha söylemek için bakıyoruz.
Hız ve McDonals toplumunun ruhumuzda açtığı yaralar derinleşiyor.
Rahmet, bereket ve mağfiret iklimi olan üç aylar, varlık gayemizi yeniden anlamlandırmaya, günlük kısır siyasi tartışmaların ve politik meselelerin boğuculuğundan bizleri sıyırarak unuttuğumuz ve ihmal ettiğimiz ruhlarımızı yeniden diriltmeye, onarmaya ve arınmaya davet eder.
Evet, yavaşlasak mı?
En çok da üç aylarda…
HAYRULLAH SEÇEN