“Kahroldu o hendeğin sahipleri, O çıralı ateşin, Onlar (yakanlar) da başlarına oturmuşlar, Müminlere yapmakta oldukları işkenceyi seyrediyorlardı. Onlardan, sırf, Azîz ve Hamîd olan Allah`a iman ettikleri için intikam aldılar.” ( Buruc: 3-8)
Geçmişte de, bugün de iman edenlere başlarına gelen zulümlerin nedenini en güzel ifade etmiyor mu bu ayetler? Bakalım günümüzden birkaç kareye! İşte;
Burma veya diğer adıyla Myanmar... Bangladeş ve Tayland`a komşu bir Asya ülkesi... Çok kültürlü bir ülke çok dinli, çok dilli Türkiye büyüklüğünde bir ülke... 1950`li yıllara kadar sömürge altındaki bir coğrafya...
Budist bir zihniyetin hâkim olduğu bu coğrafyada 4-5 milyon arası bir Müslüman nüfus yaşamakta... Müslümanlara dönük ilk önce bireysel noktada başlayan zulüm, hakaret, dışlanma, öldürmeler şu yakın süreçte toplu katliamlar, bedenlerin canlı canlı ateşe verilmesi, namusların kirli pençelerle kirletilmesiyle yeni bir boyut kazanmış.
Suriye... Hemen yanı başımızda bir kanayan yara... Zalim babadan aldığı zulüm mirasını mazlumlar üzerinde iştahla harcayan katil bir evladın işbaşında olduğu Müslüman belde... Vahşetin doz, katliamların nicelik olarak tavan yaptığı şu mübarek Ramazan ayında hem de…
Hindistan... Keşmirli Müslümanlara putperest Hinduların on yıllardan beri reva gördükleri zulümlerin yeniden tırmandığı bir dem...
Filistin, Gazze veya Kudüs`te ise ümmetin kalbine bir hançer olarak saplanmış, İslam coğrafyasının bağrına bir çıban olarak çöreklenmiş siyonist kudurmuşluk...
Avrupa`da minare, peçe, sünnet üzerinden yeniden işlerlik kazanan daha da ilerletilmek istenen bir İslamofobinin ortaya çıkardığı düşmanlık...
Bir bölgede karışıklık mı var, bir beldede zulüm mü var, bir memlekette insanlar mı katlediliyor, insanlık değerleri talan ediliyor, ekinler yok ediliyor, nesiller katlediliyor... Hiç şüpheniz olmasın ki bu kirli eylemlerin faili ya bir kâfir, ya bir müşrik ya bir Yahudi, ya bir Budist, ya bir Hindu, ya bir falanjist veya “ demokrasi...” vb süslü kelimelerle vahşi yüzünü maskelemiş bir emperyalist çehredir. Mef`ulü mü? Müslüman`dan başkasını bulamazsınız!
Bu nasıl bir insanlıktır ki bunca katliamlara rağmen bir aymazlık içindedir!
Bu nasıl bir medeniyettir ki, yakılan beldelerin/ ateşe atılan bedenlerin üzerine politik menfaatle nemalanmaktadır!
Bu ne biçim bir kavgadır ki, ezileni hep Müslüman`dır; dövüleni müminlerdir, zulüm tandırında kavrulanı Allah erleridir!
"Küfür tek millettir" gerçeğini yadırgayıp da uluslararası konjonktür, milletlerarası dayanışma, dinlerarası diyalog deyip de şu ayetin:
“İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların Yahudiler ve Allah`a ortak koşanlar olduğunu göreceksin…” kapsamını hatırlarımıza getirmediğimiz müddetçe onların bir olup da bizlere dadanacağından da gafil oluruz ve böylece dağınık, ihtilaflı, parçalanmış parçalar halinde onların zulüm sofrasında afiyetle(!) yenilen rahat lokmalar haline geliriz.
Bir insanın acılarından, bir coğrafyanın mazlumluğundan; o insanların başına gelenlerden ve yaşadıkları zulümden, uğradıkları eziyetlerden, çiğnenen namuslarından, yakılan yurtlarından, katledilen masum bedenlerinden sadece haber bültenlerinde bahsetmek, radyo frekanslarında dillendirmek, gazete köşelerinde işlemek ne kadar ucuz bir kardeşliktir?
Vahşet tablolarını kanıksar bir hale gelmek, bir iki damlk yaşla hüznünü ifade etmek, birkaç satıra sığıştırılmış basın açıklamalarıyla tepki vermek, kulaklara çalınan ve arkası meçhul yardım sözleriyle öne çıkmak ve sonrasında günlük işlerin akışına dalmak ne kadar rahat bir ümmet anlayışıdır?
Şu mübarek zaman diliminde ve iklimin sıcaklık yönüyle hararetin tavan yaptığı yaz mevsiminde zorlu/meşakkatli bir orucu tutup iftarda soğuk ve tatlı sulara hasretle bekleyenlerin orucuyla diğer coğrafyalarda iftar sofralarına bilmem kaç şiddetine düşecek topları, sofralarını masum bedenlerle kana bulanacak olanların orucu acaba hangi vicdan kefesinde aynı tartıya oturtulabilir?
Darlıkta genişlikte, rahatta zorda bir bedenin azaları gibi birbirimizi hissedeceğimiz bir bütünlük olmayı bırakalı bunlar başımıza geldi. Elbette şu imtihan yurdunun bir gereği olarak bela ve musibetlerin gerçekliğini göz ardı edemeyiz; ama bir yönüyle dünya hayatına bir yönüyle de ahiret sonucuna bakan şu ayeti de göz ardı etmemeliyiz:
"Leha ma kesabet ve aleyhe mektesebet/ Lehinize kazandıklarınız da, aleyhinize elde ettikleriniz de sizin kesbinizdir."
Sorumluluğumuzun gereğini yerine getirmek şuuruyla hareket ettiğimiz, vahdet birlikteliğinin gücüyle mazlumların selamete erdiği günlere ulaşmak dileğiyle Allah`a emanetsiniz!