Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM) olarak yılda bir kez, akademik mahiyette bir buluşma gerçekleştiriyoruz. Bu yıl o buluşmaların sekizincisini gerçekleştirdik. Öncelikle buluşmayı organize eden bütün arkadaşlarımız ve ev sahiplerimize teşekkür ediyorum, Allah razı olsun. Düzenli bir ortamda büyük bir düşünce şölenine tanıklık ettik. Dile getirilen her düşünce gibi, sorulan her soru ve yapılan her katkı da çok kıymetliydi.
Buluşmada açılış konuşması mahiyetinde, bilgi evrenimizi yeniden inşa etme vurgusunda bulundum.
Gördüğüm kadarıyla dikkatlerimiz hâlâ Batı literatürü üzerinde. Dolayısıyla anlattıklarım, modern ve postmodern eleştirisi gibi anlaşılsa da esasta Batı’da moderne karşı öne sürülen postmodernin bize özgürlük getirmediğini, köleleştirmede yeni bir aşama ve Batı uygarlığına karşı yeni bir medeniyet davasını engellemeye dönük bir oyun olduğunu ifade ettim. Bu minvalde, Müslümanlar olarak koşullarımız ne olursa olsun, kendi bilgi evrenimizi kurmak için uğraşmanın zorunluluğunu vurguladım.
Konuşma metnim ana hatlarıyla şu şekildeydi:
Batı, Vahiy ile ya da Vahiy olarak bilinen kutsal metinlerle arasındaki bağı kopardığında insanlığın önünü açmak için, ona bilim adına sınırsız seçenek sunma iddiasındaydı. Buna göre insan; kuşkusunun sınırsızlığınca sorgulayacak, ona karşı varsayımlarda bulunmakta engel tanımayacak ve engelle karşılaşmayacaktı.
Aydınlanma hatta Reform günlerinden bu yana Batı’ya hükmeden zihniyet; sıkıca örülmüş Katolik atmosferi bu iddiayla deldi, Katoliklikten kaynaklı bariyerleri bu iddiayla darmadağın etti.
Ne var ki henüz ilk anda sınırsızlık iddiasının aksine “Dinî olan, bilimsel değildir!” sınırlamasına gitti. Zamanla, insanlığı kendi ördüğü atmosfer/gökkubbe içinde durmaya zorladı, kendi “tek”ini inşa etti ve hepimizden o “tek”i “çağdaşlaşma/çağın insanlığına tabi olma” argümanlarıyla kabul etmemiz talebinde bulundu.
Bu serüvende geldiğimiz nokta şu: Modernizm, bilim adına üretim seçeneklerini oldukça sınırlandırmışken postmodernizm, insanlığı seçeneksizliğe doğru zorlamaktadır.
Modernizmde, “bilimsel doğru” diye dayatılan bir tez söz konusu iken ve mekân, kültür farkı söz konusu olmaksızın herkesin “bilim atmosferine” kabulü için, bu doğruyu tasdik etme zorunluluğu varken postmodernizm, bir doğrudan söz etmemizi dahi anlamsız bulmaktadır.
Bu, “hiçbir doğruyu kabul etmeme hakkı/keyfiliği” mahiyetinde postmodern bir özgürlük olarak pazarlanırken esasta, Batı’da üretileni tahkim ve ona karşı yeni bir üretimde bulunmayı engellemeye dönük bir kısıtlamadır.
Modern dönemde önünüze konan doğruya inanma zorunluluğu vardı. Postmodernde öyle bir doğru da yok. Ama yine de siz hâkim güçlere tabi olmak, onlar gibi konuşup yazmak, onlar gibi davranmak durumundasınız.
Modernizm, size doğruya inanma zorunluluğu getirdi ve üretimleri ile o zorunluluğun üzerinizdeki yükünü hafifletecek bir ikna mekanizması geliştirmişti. O yönde bir mantık oluşturmuştu. Postmodernizmin öyle bir çabası da yok. Siz inansanız da inanmasınız da mevcudun içinde yol almak, onun rüzgarında savrulmak, selinde sürüklenmek zorundasınız. Bu noktada dehşete düşüren bir kibir ve karşısındakini hiç sayma ile karşı karşıyayız.
Türkçede “görecilik” denen “rölativizm” ilk anda “herkesin doğrusu” gibi özgürlüğü ve müstakiliyeti (kendi başınalığı, bağımsızlığı, özgürlüğü) çağrıştırırken aslında evrensel bir hakikatten söz etme cesaretini kırmaya doğru işlemektedir.
Mevcut küresel; konumunu tahkim etmişken “herkesin doğrusu kendine” yaklaşımı, insanlığın ondan farklı bir küreselin kabulünü imkansızlaştırmayı denemektedir, kendisine karşı bir insanlık buluşmasının gerçekleşmesini engellemeye çalışmaktadır.
Bu, çok ayaklı bir stratejidir. Siyaset, iktisat, sosyal yaşam vs. hayatın her alanıyla ilgili bir strateji… Bilim evreni, bu stratejinin sadece bir yanıdır ve bu yan, “epistemik cemaat” ile de ifade edilen ama aslında “epistemik despotizm” denebilecek bir teşkilat ve kontrol altında tutulmaktadır.
Bu teşkilat, kendisinden olmayanı ya da kendisi tarafından devşirilmeyeni bilimin içinde saymamakta, başka bir ifadeyle ötekiyi tanımamakta ve öteki tarafından üretileni “usulüne uygun üretilmediği” gerekçesiyle kabule şayan bulmamaktadır.
Bu teşkilata “akademi” denmiştir. Akademi hakikatte herkese açık görünse de teknik üretimlerde dahi mutlak bir itaat talep etmekte, üstelik size kime itaat ettiğinizi sorma hakkını dahi vermeden bu talepte bulunmaktadır. Bu, papazsız bir kilisedir. Tabiler görünür iken metbu müphemleştirilmiştir. Böylece her tabi, metbuyu kendisiyle ilgili hatta kendisinden sanmaktadır.
Düşünsel bir üretim bir yana, teknik bir keşif için dahi öteki sınıfındaysanız patentinizi almamak gibi bir engelle karşı karşıyasınız.
Hakikat şu ki Batı, bilimselliği sosyal bilimler dahil, zanaata dönüştürdü. Usta-çırak ilişkisindeki özgürlüğü dahi tanımayan, itaatten çıkanı aforoz eden, standartları sadece kendisi tarafından belirlenmiş, bir zanaat loncası.
Bu lonca, sadece Batı’yla ilgili sosyal bilimleri tekeli altına almış değildir, aynı zamanda Şarkiyatçılık (Oryantalizm) örneğinde olduğu gibi, Batı dışındaki dünya için de atölyeler işletmekte ve ürettiğinizin meşruiyetini/geçerliliğini/kabulünü o atölyelerin standartlarına uyma zorunluluğuna bağlamaktadır.
Bu mahiyete Diyanet İslam Ansiklopedisi’nin maddeleri yazılırken kaynakların var oluş sırasıyla ilgili kronolojinin dahi yok sayılarak önce Oryantalistlere atıf yapılması; otokontrolle kabullenilmiş bir tabilik ve o tabiliğe karşı ümit edilen meşru görülme hevesi, meselenin vardığı boyut açısından dikkate şayandır. Siz, dininizle ilgili bilgi üretirken dahi onları en başa yazarak meşruiyet dileniyorsunuz. Aksi hâlde ürettiğiniz bilimsel kabul görmeyebiliyor. Belki Katolik Kilisesi’nin “Orta Çağ” sansürü bile bu ölçüde despot değildi.
Böyle bir “bilim ortamı” esasta, mevcut hiyerarşiyi korumayı ve onun karşısında alternatiflerin oluşmasını engellemeyi, bir medeniyet atağını henüz ilk anda bastırmayı amaçlamaktadır.
Bu “bilim ortamı”na kabul için çırpınan Batı dışındaki dünyanın akademisi, insanlığın önüne bir arayış koyma ya da insanlığın arayışlarına çözüm bulma kaygısında değil, Batı akademisinin literatürünü ezberletme kaygısındadır. Bu, ilk anda bir kaynak araştırması ya da şuursuz bir ezbercilik gibi görünse de işin hakikatinde mevcuda tabi olmaya sevk yönündeki bir eğilimdir. Mevcudun hiyerarşisini, asabını bozmayan, onun kılavuzluğuna güvenmiş gibi duran, onun ölçüleri ile ölçen, dolayısıyla onu aşma cesareti göstermeyen, öyle bir niyete yeltenmeyen bir eğilim…
Bu akademik zihniyet, sadece teknikte ve sosyal bilimlerde tahakküm kurmamış, sanatı da kontrol altına almış ve mekanikleştirmiştir. Mevcut akademide sanat, bir ezber ve o ezber doğrultusunda yapılan denemelerden ibarettir. Bunun için Batı dışındaki dünyada bir sanat akımı oluşmamaktadır.
Öte yandan Batı’da oluşan akımların ruha hitabı yasaklandığı gibi, iradeyi harekete geçirecek bir yeniliğe yönelmeleri de yasaklanmıştır. Siz, bir sanatkâr olarak Batı’daki kriterleri kökten sorgulayan bir sanattan söz ettiğinizde artık taşrada doğup büyüyen ve unutulan birisiniz. Çünkü dünyanın kapıları size kapatılmıştır.
İnsanlığın önüne yeni arayışlar ve o arayışlar için seçenekler belirlemek isteyenler, İbrahimî bir “La” ile baltayı bu despotik zihniyete vurmak durumundadır.
Lâkin bu yolda ilerlemek ve kendi evreninizi inşa etmek için belki de kırdığınız putların taşlarını, artıklarını inşanızda kullanmak gibi bir zorunluluğunuz da var. Mevcudu reddederken onun insanlıktan çaldıklarını ya da gasp ettiklerini almak ve onları insanlığın lehine kullanmak…
Bizim yaptığımız, tamamen gözetlenen bir dünyada belki Afgan mücahitlerinin dağlarda kazıdıkları mevzilere ya da Gazze’de yer altında açılan tünellere benzeyebilir. Ama bizim insanlığı bu tekli yapıdan, bu despot zihniyetten kurtarmak için çalışmaktan başka çıkar yolumuz yoktur.
Müslüman olmamız, bu uğurda çok cesur olup ve o ölçüde özverili olmamızı gerektirir. Bizim cesaret ve özveri ile üretme ve ürettiğimizi insanlığa sunma zorunluluğumuz var. Sadece akla seslenerek değil, Kur’anî yöntem üzere ruha da seslenerek… Akılları uyandırıp ruhları arındıracak bir sefer niyetidir bu.
Despotların, mazlumların tutunamaması yüzünden tutunduğu bir dünyada çözüm, birbirimize tutunmamız ve kolektif çalışma ahlakını edinmemizdir.
Hiçbir çağda bilim, bu despotların elinde olduğu kadar insanlığa düşman olmamıştı. Hiçbir çağda bilim, bu kadar insanı öldürmemiş veya ruhunu paramparça etmemişti. Basit bir hesap, tıp bilimi gibi mukaddes sayılabilir bir bilimin öldürdüğü insan sayısının yaşattığı insan sayısının çok önünde olduğunu söyleyebiliriz.
Felsefe, düşünmeyi değil, mevcudun düşünen atalarının tarihini öğretmekte.
Sosyoloji, mevcudun devamı için saha araştırmalarında çırpınıp durmakta.
Tarih, bir kayıt bilimi olmaktan çıkmış, geçmişi patronun dilediği şekillendirme mühendisliğine evirilmiştir.
Psikoloji, mevcuttan yorulan insanı anormal ilan edip normale çekmekte ya da tamamen saha dışına atmakta.
Pedagoji, büsbütün bir devşirme yöntemi olarak işlemekte.
Fen bilimlerindeki her bir keşif mevcut despotik yapının “Yenilikler getiriyorum, o hâlde doğru yoldayım” diye övünmesine ve konumunu tahkim etmesine yol açmaktadır.
Edebiyat, bu bilimlerin birikimlerini de kullanarak ahlakı, değerleri, değirmende öğütür gibi öğütmekte, Endülüs’ten gemilerle çıkarılıp okyanusa atılan Müslümanlar misali toplumun benliğinden çıkarıp atmaktadır.
Bu düzeneği bozmak için “Allahüekber” diyecek kadar cesur ve büyük nimetlerle buluşmayı, cennette karşılaşmak üzere erteleyebilecek bir özveride olmak gerekir.
İnanıyorum ki biz bunu başaramasak da bizden sonrakiler başaracaktır.
Önümüzdeki büyük sorun, insanlığın tükenmesi sorunudur. Bu, çatı bir sorundur ve insanlık, buna karşı arayışta bulunma kabiliyetini aynen Avrupa Orta Çağı’ndaki köle ve köylü gibi, kaybetmiştir. Zira kurtuluşu unutmuş ya da kurtuluştan yana umutsuzdur. Bize düşen yapacağımız üretimlerle kurtuluşu yeniden hatırlatmak ve o yönde umutları canlandırmaktır.
Batı, bugün kapitalizm ötesi toplum ya da bilgi toplumundan söz etmektedir. Biz, bunu yok saymadan kendi bilgi ve sanat çağımızı yeniden inşa etmekle mükellefiz.
Bunu başarabildiğimiz an, zafer yoluna girmişizdir.
Önümüzde iki tuzak kurulmaktadır: Vahy’in metni için hepimizin şahitlik ettiği statikliği, Vahy’in yorumu için de dayatmaya çalışan kör bir zihniyet ve bizi Vahiy’den kurnazlıkla koparan, Vahy’e dilediği anlamı yükleme cüretinde bulunan reformist zihniyet.
İkisini de aşabilir ve insanlık için yeni bir bilgi evreni oluşturabiliriz.