Birkaç yıl önce otobüs durağında tek başıma bekliyordum. Bıyıkları ile menşeini belli eden, yaşlıca bir adam, bir an önce konuşma hevesi içinde bana doğru geldi.
Bir yer, bir otobüs soracak zannettim. Selâmını almaya hazırlandım. Hayır! Selam vermedi. “Bakar mısın?” dedi. Şöyle bir yüzüne baktım, nurdan, namazdan zerre eser yok! Sol yakasında kocaman, sağ yakasında ise bilinen ölçülerde malumundan birer sarı kafa rozeti…
Durağın karşısında, yeşillikler içinde bir beton yığını olarak Ermeni mezarlığı vardı. Komutu orayla ilgiliydi. Geriden alarak başladı. “Gavurun mezarlığına bakar mısın? Nasıl da yemyeşil, mamur, bizimkiler öyle mi, biz hiçbir yerde orman bırakmadık!” dedi.
Rozetlerine bakıp gülümseyerek “Haklısın!” dedim. “Büyüklerimiz diyorlar ki Cumhuriyet’ten önce köylerimizin içi bile ormanla kaplıydı. Odun ihtiyacımızı bile kapının önünden karşılardık. Cumhuriyet’ten sonra kesip kesip sattık. Fakirlik işte, biz muhtaçtık, yaptık ve yapma diyen olmadı!” diye ekledim. Afalladı. Bu sefer gülerek “Anlayacağın, bereket geçmişte kaldı!” dedim.
Şöyle yüzüme baktı. “O” veya “Evyah!” dedi, “Herkese anlatılmıyormuş!” veya buna benzer bir ifade kullandı. “Haydi eyvallah!” deyip ellerini arkadan bağlayarak, ama gayet saygı içinde yanımdan uzaklaştı.
Ardından baktım, muhtemelen emekli bir müstahdem veya kamu işçisiydi. Ama artık bir propaganda makinesiydi. Farkında mıydı, bilmiyorum. Gavura karşı görünüp gavur hesabına algı oluşturuyordu. Derdi yeniyi inşa değil, geçmişi yıkmaktı.
Biz, hakikatimizi anlatamayınca hakikatimiz çarpıtıldı, aleyhimize dönüştürüldü ve nice zavallımız, bu işlemde karşılıksız propaganda çalışanı olarak kullanıldı.
Onun dediğinin aksine, Anadolu’nun neredeyse en çorak yerlerinde bile Müslüman mezarlıkları yeşil ve mamur. Yeşillik, İslam’ın tavsiyesi ama mamurluk gavur mezarlarını andıracak kadar uçlara varmış. Köylerde de durum farklı değil. Ama rozetli adamın hesabına öyle anlatmak geliyordu ve öyle anlatıyordu.
Perşembeyi cuma gününe bağlayan gece, Çınar ve Mazıdağı’nda öldürücü ve harap edici yangınlar görüldü. O bölgenin tarihinde görülmemiş yangınlar! Sürülerini otlatan çobanlar, çobanların otladığı masum sürüler, çoban köpekleri, binekler, keklik, tavşan yavruları yanarak can verdi. Tam bir felaket…
Sebep belirsiz… Elektrik telleri diyenler var, başka sebeplerden diyenler de.
Lâkin bu, o bölgenin ilk yangını değil. Gayet iyi hatırlıyorum. Üniversitede okuduğumuz yıllarda idi. Diyarbakır-Mardin yolu üzeri, Mazıdağı üç yolu ile Mardin arasındaki bölge içten içe yanıyordu. Yangın bağlara, bahçeler sıçramış, yılların emeğiyle yetişen asma ağaçlarından, bademlerden, kavaklardan dumanlar yükseliyordu.
Minibüs şoförü ve yolcuların anlattıklarına bakılırsa PKK’ciler ormanların içinde saklanıyor gerekçesiyle bölge kontrollü bir şekilde yakılıyordu. Güvenlik kuvvetleri de muhtemelen PKK’cileri suçluyordu.
Bugün sosyal medyada olduğu gibi, karşılıklı suçlamalar başını almış gidiyordu. Hakikatte ise laik modernizmle birlikte bölgeye yeni bir düzen dayatılmış, dini de kültürü de yasaklayan bu dayatmaya karşı Müslüman halkın tepkileri vicdansızca bastırılmış, sonra onun yerine yine laik ve modernist bir örgüt konmuş, mesele iki laik ve modernist tarafa bırakılmıştı.
Biz, sorunlarımıza zamanında el atmamış, sorunlarımızı çözmemiştik. Başkaları içimizdeki unsurlara yön verip onları bölge ve dünya hakimiyetlerini sürdürecek şekilde karşı karşıya getirmişlerdi. Arada yok olan, kardeşliğimizdi, ahlakımızdı, vicdanımızdı.
Biz, modernleşmeyle birlikte ilmimizi koruyamadığımız gibi, ahlakımızı da sanatımızı da koruyamadık. İlim, ahlak ve sanatımızı koruyamadığımız gibi şehirlerimizin tarihsel güzelliklerini de tabiatımızın nadide yeşilliklerini de koruyamadık. Ahlakımız, gözler önünde tükenip gittiği gibi, ormanlarımız da tükenip gitti. Şimdi ormanlarımızı canlandırmaya çalışıyoruz ve başarmakta sorun üzerine sorun yaşıyoruz.