Dr. Abdulkadir Turan

Mescid-i Aksâ Mücadelesinde Yeni Bir Safhaya Geçiş (1)

19.05.2021 07:26:39 / Dr. Abdulkadir Turan

Siyonistlerin Yahudiler adına yurt arayışına girmeleri ile Filistin’in Yahudi göçüne konu olması, Filistinlilerin yerlerinden edilmesi, israil’in Filistin toprakları üzerinde kurulması ve alanını genişletmesi, yaygın bir kullanımla “Filistin Sorunu” olarak adlandırılmıştır. Bu soruna karşı Müslümanların geliştirdikleri mücadele ise genellikle “Filistin Direnişi”, “Kudüs Davası”, “Mescid-i Aksâ Mücadelesi” olarak adlandırılmıştır.

Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM) olarak Filistin Sorunu ve Mescid-i Aksâ konusunda Mayıs 2018’de “Kudüs Sorunu” başlığı atında kapsamlı bir rapor yayımlamıştık. O raporda sorunun arka planını ilgili kaynaklardan genişçe istifade ederek ortaya koymuş ve önemli önerilerde bulunmuştuk. Ayrıca Filistin Sorunu ve Mescid-i Aksâ Mücadelesi ile ilgili olarak bugüne kadar çok sayıda analiz de yayımladık.

Bu çalışmamız, “Kudüs Sorunu” raporumuzdaki tespitlerin hatırlatılması mahiyetinde olduğu gibi, o raporda dillendirilmeyen güçlü bazı öneriler de kapsamaktadır.

 

ABDÜLKADİR TURAN - İSTANBUL

FİLİSTİN SORUNUNUN ORTAYA ÇIKMASI

Filistin Sorunu, genellikle Fransız ve İngilizler arasındaki Sykes-Picot Anlaşması (16 Mayıs 1916) ve adını İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour’dan alan Balfour Deklarasyonu (2 Kasım 1917) ile başlatılır. Ama söz konusu anlaşma ve deklarasyon, Filistin Sorunu’nda önemli bir yere sahip olmakla beraber sorunun geçmişi daha eskidir.

Sorunun evveliyatı, Yahudilerin 19. Yüzyılda, önce “Mühtedi Hıristiyan” gibi görünerek ardından bizzat kendi kimlikleri ile Avrupa hükümetleri içinde yükselmeleri ve Siyonist Hıristiyanlık Evanjelizmin ABD’de devletin kurucu unsuru olarak belirmesine dayanır.

Özellikle Benjamin Disraeli adlı Yahudi’nin 1870 ve 1880 yılları arasında İngiltere Başbakanlığına yükselmesi, Filistin Sorunu’nun başlangıcı açısından önemli bir yer teşkil eder. Bu dönemin hemen ardından 1882’de, “Aliyah” olarak adlandırılan Yahudi göçü Filistin’e başlamış ve bugünkü İsrail’in temelleri atılmıştır. Bu ilk göçü Theodor Herzl’in liderliğindeki Siyonist faaliyetler izlemiştir.

         1. Dünya Savaşı’nın İngiltere liderliğindeki İtilaf Devletlerince kazanılması, Filistin’e yönelik Siyonist faaliyetlerin hız kazanmasına yol açmıştır. Savaşın ardından İngilizlerin Filistin’i istila etmeleri, Siyonistlerin emellerine ulaşması için tarihi bir fırsat sunmuştur.

1917’de Rusya’da Sovyetler Birliği’nin kurulması da Filistin Sorunu açısından önemli bir vakadır. Sovyetlerin kurucu lideri Vladimir Lenin, kökeni çok konuşulmayan bir Yahudiydi. Onun ölümünden (1924) sonra Sovyetlerin başına geçen Joseph Stalin ise Lenin’e göre Yahudiliği daha da ön planda olan bir Yahudiydi. Özellikle Stalin’in İsrail’in kurulmasında doğrudan ve dolaylı olarak rol sahibi olduğu bilinen bir tarihsel gerçekliktir.

            2.Dünya Savaşı’nın İngiltere ve ABD’nin müttefiklerince kazanılması da Yahudilerin lehine işlemiş, savaşın bitmesinin (1945) üzerinden henüz üç yıl geçmeden 14 Mayıs 1948’de Filistin toprakları üzerinde İsrail kurulmuş, bir sonraki gün (15 Mayıs) Filistin halkı tarafından “Büyük Felaket Günü” anlamında “Nekbe Günü” olarak adlandırılmıştır.

İsrail, sosyalist Yahudiler tarafından kuruldu. İsrail’in kurucularının önemli bir kısmı ateisttir. Bugün de İsrail’de ateizm ve dine karşı lakaytlık geniş bir kitleyi kapsamaktadır. Buna rağmen söz konusu sosyalist ve ateist üst yapı, Hasidik Yahudiler gibi teknolojiden yararlanmaya dahi soğuk bakan uç Yahudi grupları Filistin’e yerleştirdi. İsrail’i kuran yapı, bu gruplar sayesinde Filistin’de Yahudi bir demografi oluşturduğu gibi, İsrail yönetimi neredeyse bütün yıkım ve genişleme çalışmalarında bu grupları kullanmaktadır.

Öte yandan İsrail dışındaki Yahudiler, İsrail’in bulaştığı suçlardan dolayı dışlanma sorunu ile yüz yüze kalmalarına rağmen, İsrail’i desteklerler veya en azından İsrail’e karşı açık bir tepki ortaya koymazlar.

İsrail’i var eden, yaşatan ve genişleme emelleri içinde tutan zeminin Yahudilere bakan yanı; bu çok taraflı Yahudi dayanışmasıdır. “Tekfirci” Yahudi grupların eğlence düşkünü Netanyahu’ya verdikleri destek, bu dayanışmanın boyutunun anlaşılması açısından oldukça kayda değerdir.

MÜSLÜMANLARIN FİLİSTİN SORUNU’NA KARŞI DURUŞLARI

Kimi görüşlere göre İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth, henüz tahta oturmadan, ünlü İngiliz tarihçi ve diplomat Steven Runciman’ı çağırır ve ona “Nasıl oldu da biz zayıf iken Kudüs’ü istila edebildik (1099) ve Müslümanlar nasıl oldu da biz güçlüyken Kudüs’ü bizden aldılar (1187)” sorusunu cevaplamasını ister. Bu sorunun cevabı için kendisine küçük bir şato tahsis eder ve hizmetine çok sayıda yardımcı verir.

Hikâye doğru mudur? Malum değildir. Lâkin Runciman, 1940’lı yıllarda Tek Parti Günleri (1923-1950) Türkiye’sinin imkânlarıyla İstanbul Üniversitesi’nde Bizans Sanatı Tarihi dersleri veriyordu. O dönemde başkalarına kapalı olan Osmanlı arşivlerinde ve yazma eserler üzerinde çalışma imkânı buldu ve 1951-1954 yılları arasında Haçlıların Tarihi diye üç ciltlik bir eser yazdı.

Runciman, Türk Tarih Kurumu tarafından Türkçeye de çevrilip yayımlanan (1998/Fikret Işıltan) bu kapsamlı çalışmada şu neticeye varır: Kudüs’ü istila eden Haçlıların gücü, kendilerinden menkul değildi, Müslümanların bölünmüşlüğünden geliyordu. Müslümanlar parçalı oldukları için Haçlılar Kudüs’ü onlardan alabildiler. Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddin-i Eyyûbî Müslümanları az çok buluşturunca Müslümanlar, Kudüs’ü tekrar Hıristiyanlardan aldılar.

Runciman, büyük bir keşifte bulunmuş değildir. Kendisinden yaklaşık elli yıl önce (1907) yine İngiliz tarihçi William Barron Stevenson, aynı tespitte bulunmuştur; ki her iki tarihçinin de kaynakları Haçlı Savaşları günlerinin (1096-1277) İslam tarihi ve Hıristiyan kaynaklarıdır.

İyi bir tetkik yapıldığında Siyonizmi destekleyen Batılı yapının, Filistin siyasetini genel olarak bu tespit doğrultusunda yürüttüğü anlaşılmaktadır. Söz konusu Batılı yapı, Kudüs’ün İngilizlerce istilasından, İsrail tarafından istilasına varan süreçteki rahatlıklarının Müslümanların bölünmüşlüğünden geldiğinin farkındalar. Dolayısıyla bugüne kadar ki süreci de hep aynı noktadan yönetmeye çalışmışlardır.

Kudüs’ün istilasına yol açan sürecin Müslüman tarafındaki en önemli nedeni ise, Osmanlı’nın kendi tecdidini gerçekleştirmemesi ve ülkede yenilenme sürecinde Batı hayranlarının ve Batılı yapılarla iltisakı bulunanların inisiyatifi ele geçirmesidir.

Henüz 1830’lu yıllarda güç kazanan bu yapı, Osmanlı’nın kendi gerçekliğinde bir kalkınma gerçekleştirmesine engel olmuş; sürekli Batı’ya doğru yol almış ve o yönde yol aldıkça Osmanlı’nın dağılmasına yol açmıştır.

İslam dünyasında Batıcı bir kesimin ortaya çıkması, İslam dünyasının mezhepsel bağlamdaki bölünmüşlüğünden sonraki en büyük bölünme felaketidir. Hatta Batıcılık kaynaklı bölünme; mezhepsel bölünmeden daha kapsamlıdır ve dış bağlantılı olmasıyla da tarihsel mezhepsel bölünmeden ayrıca farklı sonuçlar doğurmuştur.

Osmanlı’daki Batıcılar, 1860’lı yıllarla birlikte Batı kurumları ile iltisaklı olarak örgütlenmişler, 1880’li yıllarda Sultan II. Abdülhamid’i iç siyasi çekişmeler içinde bırakarak Osmanlı’nın bir Kudüs siyaseti oluşturmasını engellemişlerdir.

Batıcılık, ırkçı milliyetçiliğe bürünerek Osmanlı ordusunun Kudüs hassasiyetini olumsuz etkilemiş, o zihniyetle yetişen ve aynı zamanda Masonik bağlar içinde yer alan İttihat ve Terakkî (İT) kadroları, Selanik Yahudilerinin desteğiyle Sultan Abdülhamid’i devirmişlerdir. (1908). Yönetime geçtikten sonra Filistin’de Araplara karşı izledikleri şovenist politikalarla Arapları hem Osmanlı’dan uzaklaştırıp Batılı güçlere doğru ittiler hem de bölge açısından bir dizi soruna yol açan seküler Arap milliyetçiliğinin oluşmasına neden oldular. Nihayetinde Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na katılmasına neden olarak Filistin’in önce İngiliz (1917), sonra Yahudi istilasına (1948) uğramasına doğrudan ve dolaylı katkıda bulundular.

Daha güçlü bir ifadeyle Filistin ve dolayısıyla Kudüs’ün istilası, İslam dünyasında Batılılaşma/sekülerleşme ve ırkçı milliyetçiliğin ürünü İttihat ve Terakkî’nin Osmanlı yönetimini ele geçirmesinin tabii bir neticesidir.

Kudüs, 1917’de İngilizler tarafından istila edildiğinde ona karşı gelişen Müslüman tepkisi, genel olarak İttihat ve Terakkî’nin yol açtığı tahribatın gölgesinde başladı.

1917-1948 sürecinde İzzeddin el-Kassâm’ın önderliğindeki direniş dışında Filistin mücadelesi, 20. yüzyılın başında İttihat ve Terakkî’ye tepki olarak doğan Arap milliyetçiliğinin tekelinde kaldı. O günlerde İslam dünyasında gücü ellerinde bulunduranlar gibi Arapların siyasi kesimleri ve bizzat Kudüs Müftüsü Emin el-Hüseynî ve çevresi konuya Arap-Yahudi Sorunu gibi baktılar ve bundan hızlı bir çözüm beklediler.

1948 Felaketi’nin geleneksel Arap milliyetçiliğini zayıflatmasıyla Filistin üzerinden İslam dünyasının bir araya gelmesi beklenirdi. Ancak büyük ihtimalle, Batı ile Doğu Bloku, kendilerine sorun teşkil edecek böyle bir buluşmaya karşı gizli anlaşmalarla, Filistin Sorunu’nu Müslümanları bölme yönünde kullanmaya başladılar.

Filistin Sorunu, her iki blokun çoğu zaman müşterek faaliyetleriyle, özellikle Arap dünyasında ihtilal yapmanın bir gerekçesine dönüştü. Bu çerçevede Batı Bloku adına Fransa ve Doğu Bloku’nun lideri Sovyetlerin ortak projeleriyle Arap dünyasında ki ulusalcı sosyalist yapılar, bu coğrafyayı istikrarsızlaştıracak unsurlar olarak kullanıldılar. Böylece dış destek alıp güçlenen ulusalcı sosyalist yapılar, Filistin Sorunu’nu çözme vaadiyle, kadim ailelere mensup ve idealist Arap gençlerini etkileri altına alarak ordu içinde yer edindiler ve iktidara geldiler.

Bu yapılar;

-Despot yönetimler kurarak halkla devletlerin arasını açtılar.

-Arap dünyasında rejim-halk bölünmesi ve çatışmasına yol açtılar.

-Bütün icraatlarını Filistin’le ilişkilendirerek halkı usandırdılar.

-İktidarlarının meşruiyetini Filistin mücadelesi üzerinde bina etmeye kalkışarak kendilerine karşı mücadeleyi Filistin davasına zarar verdiği gerekçesiyle vatana ihanet kapsamına aldılar.

-Batı ve Doğu Bloku ile ilişkileri, ideolojik saplantıları ve iktidar hırsları yüzünden İslâmî kesimlere zulmettiler. İslâmî kesimlerin eleştirilerini dahi Filistin davasına ihanet olarak topluma yansıttılar. İslâmî kesimin güç bulmasını engellediler, zindanlara mahkûm ettiler. Böylece Filistin davasına en büyük katkıyı verecek olan yapıların İsrail için daha büyük tehdit oluşturmasını engellediler.

-Filistin’in içine de sirayet ederek Filistin halkında kendi etraflarında kurtuluş umudu oluşturdular, geleneksel yapılarla İslâmî yapıları bastırıp inisiyatifi ele geçirdiler.

Ulusalcı sosyalist yapıların Filistin’e sirayetiyle ise;

-Kudüs davası gibi mukaddes bir davanın mukaddesat karşıtı gruplara kalması gibi bir tutarsızlık ortaya çıktı.

-Kudüs için mücadele ediyor görünenlerin sosyalizmin sloganlarına sarılmasıyla İslam dünyasının ana sosyolojisini oluşturan ve Filistin davasına İslâmî ve geleneksel duyarlılıklarla destek vermesi beklenen geniş sağ kitleler, Filistin davasına kuşkuyla yaklaşmaya başladılar. Bu, İslam dünyasında Filistin davası açısından ilk büyük handikaptı ve Mescid-i Aksâ’nın bulunduğu Doğu Kudüs’ün de 1967’de İsrail istilasına uğramasına bu handikap yol açtı.

1967 istilası ile birlikte ulusalcı sosyalist yapılar, Suriye ve Irak’taki BAAS aşısına rağmen irtifa kaybetmeye başladılar. O istiladan sonra iktidara gelen hiçbir ulusalcı sosyalist yapı; Müslüman Arap kitleler tarafından inandırıcı bulunmadı. Ancak BAAS, üstlendiği ulusalcı sosyalizm liderliğini İslam dünyasını bölme yönünde fazlasıyla işletti.

BAAS’ın yol açtığı ilk büyük felaket, Suriye ve Irak’ta Mescid-i Aksâ davasını üstlenecek olan İslâmî yapıların neredeyse imhasıdır. BAAS, bu yöndeki mücadelesini dahi Kudüs davasına hizmete dayandırmakla birlikte BAAS’ın bu faaliyeti hep Siyonizm hesabına sayılmalıdır.

BAAS’ın yol açtığı ikinci büyük felaket, Suriye ve Irak gibi Filistin konusunda dayanışmaları elzem olan iki coğrafyanın birbirine düşman edilmesidir.

BAAS’ın yol açtığı üçüncü felaket, İran devriminin (1978) ardından Irak kolunun İran’a savaş açması, böylece İslam dünyasında mezhepsel bölünmeyi de yeniden canlandırmasıdır.

BAAS’ın yol açtığı dördüncü felaket, Irak kolunun Kuveyt istilasıdır (1990). Bu istila ile Arap dünyasının Körfez ülkeleri olarak bilinen Vehhabî ağırlıklı coğrafyası, ABD’ye daha da bağlandı. Ulusalcı sosyalizme eğilimlerinden dolayı Filistin’deki gruplara mesafeli olan o coğrafyadaki önemli bir sosyoloji, Kuveyt’in istilasından sonra ABD’yi bir tür hami gibi görmüş, dolayısıyla Filistin’i desteklemeyi ülkelerinin geleceği için tehdit görmeye başlamıştır. Filistin davasının güncel durumunda Irak-İran Savaşı’nın, Kuveyt’in istilasının, ardından ABD’nin Irak’a müdahalesinin (1990) ve Irak’ı istilasının (2003), her an hissedilen etkisi söz konusudur.

BAAS’ın yol açtığı son felaket ise Suriye’deki iç savaştır. Savaşın Hama Katliamı (1982) ve 2011 felaket boyutları ile İsrail’e karşı tarihte mücadele etmiş ve mücadele edecek olan geniş toplum kesimleri Suriye’den uzaklaştırıldı.

Ulusal solcu Filistin gruplarının Lübnan’da yol açtığı sorunlar da Filistin davasına zarar verdi.

Filistin Sorunu, Müslümanlar açısından ancak 1979’daki I. İntifada ile rayına girdi. Şeyh Ahmet Yasin’in önderliğindeki bu İntifada, İslam dünyası ile Filistin arasındaki duygusal bağı tekbirler üzerinden yeniden sağladı. Filistin sokaklarında “Yaşasın Stalin!”, “Yaşasın Mao!” sloganlarının yerini alan tekbirler İslam dünyasının kalbini titretti.

  1. İntifada ile başlayan süreç, Filistin’in Gazze ve Ramallah kısımlarının İsrail istilasından kurtulmasını sağladı. Ancak İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in istilası ve ardından Irak’ın istilası ile bölgede oluşan koşullar, bu sürecin Mescid-i Aksâ’nın bugüne kadar kurtuluşuna vesile olmasını engelledi.

Ne var ki, I. İntifada’dan sonra Filistin mücadelesinin HAMAS üzerinden İslâmî kesimin liderliğine geçmesiyle;

-Önce Filistin zemini ve sonra bütün Arap âleminde ulusalcı sosyalist kesimler Filistin mücadelesinin dışında kaldı.

-Küresel ölçekte Filistin davasına destek veren özellikle İrlanda’daki gruplar gibi sosyalist yapılar Filistin davasına sırtını döndü.

-Soros Vakfı gibi küreselci yapıların Avrupa’da ve Türkiye gibi İslam ülkelerinde yürüttükleri faaliyetlerle liberalizme kaydırılan sol gruplar arasında İsrail yanlılığı yayıldı.

Böylece geçmişte Filistin davasının yanında görünen solcu gruplar, İsrail yanlısı birer propagandacı kesildiler. Bu solcu gruplar, seküler yönleri ağır basan bazı sağ milliyetçi kesimleri etkileri altına alarak Filistin davasını seküler/laik kesimin desteğinden tamamen yoksun bıraktılar ve hatta gizli bir İsrail yanlılığı oluşturdular. ABD’nin Irak’ı istilası ve Suriye iç savaşı ile bölgede oluşan zemin de bu grupların Batı yanlısı propagandaları için malzeme oluşturdu.

SDAM(Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi)

 

Diğer Yazıları

Tüm Yazıları

Diğer Yazarlar

Tüm Yazarlar