Son zamanlarda gerek kişisel ve gerekse toplumsal bazda yaşanan sorunların en büyük nedenlerini sorguladığımızda insan dediğimiz varlığın, hayat sahasında kendini yanlış konumlandırmasıyla bağlantılı sorunlar yumağıyla karşılaşıyoruz.
Bu durumun nedenine inince, insanın kendini yanlış tanımlaması sorununu görüyoruz.
Yani, kendini yanlış tanıyan ve tanımlandıran insan, haliyle hayat sahasında da kendini yanlış konumlandırılıyor.
Böylece kendini yanlış konumlandıran insandan, kendine yakışmayan, varlık amacıyla bağdaşmayan fiiller sadır oluyor.
Önce kendine, sonra ailesine ve içinde yaşadığı topluma huzursuzluk ve zarar yayan fiiller...
Peki aslında neydi veya kimdi insan!?
Modern bilim insanı, iki eli, iki ayağı bulunan, iki ayağı üstünde dik biçimde dolaşabilen, aklı ve düşünme yetisi olan, dille ve sözel olarak en gelişmiş canlı türü olarak tanımlıyor...
Rabbimiz ise, Kur’an-ı Mübin’de insanın, en güzel şekilde ahseni takvim üzere yaratılmış, sorumluluk ve görevlerini yerine getirecek donanıma ve hürriyete sahip, emaneti kübranın hamili olan, Allah’ın (c.c) ruhundan ve nurundan nasibini almış yeryüzündeki halifesi olarak tanımlıyor.
Bu iki tanımdan yola çıkarak ilk tanım bağlamında şunları söyleyebiliriz; modern bilimin tanımlaması üzere kendini tanımlayan insanın varlık sahasında kendini konumlandırması daha çok şekilci, maddeci, ruhsuz, fiziksel, biyolojik ve süfli ihtiyaçlarını karşılamaya endeksli bir çizgidedir.
Fakat ikinci tanıma, yani Kur’an’ın tanımına göre kendini tanımlayan ve varlık sahasında kendini bu minvalde konumlandıran insan ise, kendisinde var olan tüm meziyetlere, erdemlere ve kendisine yüklenen ulvi sorumluluğa mukabil fıtratındaki nura rücu ederek iman hakikati çizgisinde hidayet bereketinde istikrar bulmaktadır.
Kısacası kendini varlık alemi içinde doğru tanıyan/tanımlandıran insan, varlığın aksiyon sahasında da kendini doğru konumlandıracaktır. Kendini doğru konumlandıran insan ise tekamül yolculuğunda, hem kendinin, hem içinde yaşadığı toplumun huzur ve selametine doğru, iman ile neşvünema bulacaktır..
Bugün fert ve toplum olarak iman hakikatlerine olan ihtiyacımız, hava ve suya olan ihtiyacımız gibidir.
Kapitalist ve seküler algılarla idame edilen hayatların getirisi olarak, kendini yanlış tanıyan/tanımlandıran, inançlı olmalarına rağmen, kendilerini iman ekseninde konumlandırmayan ve popülist kültürün gaflet örtülü kalıp ve şablonlarının şekline giren insan modelleri çıkmıştır.
İnandığı gibi yaşamayan ve bu nedenle yaşadığı gibi inanmaya başlayan, iman etmiş olmasına rağmen, varlık sahasında mümin olma vasfından fersah fersah uzak insan modelleri...
Oysa Allah (c.c) ve kul arasındaki güven ilişkisi olan iman, samimiyet, teslimiyet ve itaat ekseninde hayatlarını tanzim eden müminlerin ahlâkları, yaşam sahasındaki örneklikleri ve bilinçleri, dünyanın ihtiyaç duyduğu yegâne kurtuluş reçetesidir.
Aslında önce şunu iyi anlamak gerekir:
İyi bir mümin olmadan, iyi bir anne, baba, eş, kardeş, evlat, arkadaş olunamaz!
Allah Azze ve Celle ile güven bağı yani iman ve samimiyet bağı sağlam olmayanın, Rabbiyle arası iyi olmayanın, kimseyle arası iyi olmaz. Hatta kendisiyle bile...
İman samimiyetini, teslimiyetini ve itaatini hayatlarının merkezine yerleştiren müminlerin önce kendilerine, sonra Rabblerine ve sonra topluma karşı sorumluluk bilinciyle yaşamaları ve bu sorumluluklarını ihlas ve ihsan ile yerine getirmeleri, günümüzde yaşanan birçok ihmal ve sorunun başlı başına çözümü olacaktır.
Böylece Üstad Bediüzzaman'ın küçük alem dediği insan, yine Üstad’ın deyimiyle büyük insan olan alemin saadet ve selamet mimarı olacaktır.
Rabbimiz bizi bu saadet ve selamet mimarlarından kılsın!