Dr. Abdülkadir Turan yazdı: Ermeni meselesi ve 1915 gerçeği

1915`e gelindiğinde Ermenilerin unuttuğu bir şey vardı: Artık İslam`ın ahkâmını dikkate alan bir yönetim yoktu. Herkes için güvence olan İslam şeriatı, artık güçten yoksundu. Ermeniler, Batı`nın ve Batıcıların insafına kalmışlardı ve tarihin kaydı şudur: Dürzîler dâhil Batı ile işbirliği yapan hiçbir Doğu toplumu, yaptığından onur duymamış, yaptığı ile mutlu olmamıştır

Ekleme: 24.04.2015 15:10:00 / Güncelleme: 24.04.2021 18:07:36 / Analiz
Destek için 

DOĞRUHABER / Abdulkadir Turan / Analiz

Müslümanlarla yüzleşen Batı`nın en büyük problemi İslam dünyasının “tek parça” olmasıydı. Müslümanlar, farklı mezheplerden olmalarına rağmen “Ümmet” idiler ve “Ümmet” kendi içindeki Hıristiyan ve Yahudi azınlıkları “milletler sistemi” içinde barış ortamında idare ediyordu.

İlk dönemde birbirini tekfir eden Katolik ve Ortodoks diye ayrılmak, sonraki dönemde Katolik, Protestan, Ortodoks diye üçe bölünmek Batı açısından büyük bir problemdi.

Üstelik Ortodoks Hıristiyanlar, oldukça erken dönemde milliyetçilik üzerinden bölünmüşlerdi. Örneğin Süryani Hıristiyanlar Bizans`a karşı İslam ordularına yeteri direnmemekle itham ediliyordu.  Batı`daki “Aydınlanma” ile birlikte Katolikliğin zayıflaması milliyetçiliği güçlendirmiş, Batı`yı mezhep bölünmesinin yanında ulus bölünmesinin de içine sürüklemişti. Böyle bölük pörçük bir Hıristiyan dünya karşısında Müslümanlar ne kadar zayıf olursa olsun ayakta kalırlardı.

Batı, zamanla kendi bölünmesini kabullendi ve karşı cepheyi oluşturan İslam dünyasını bölme üzerine odaklandı. Hem iletişim hem bölünme için iletişim kurulacak en kolay taraf ise Hıristiyan azınlıklardı.

ERMENİLER İSLAM ŞEMSİYESİ ALTINDA KORUNDULAR

Ermenilerin yaşadığı topraklar, İslam`ın daha ilk fetihleri sırasında fethedildi. Ancak Müslümanlar, bu toprakları antlaşmayla teslim aldıklarından Ermenilere bir tür özerklik verdiler. Ermeniler, diğer Hıristiyan topluluklara tanınmayan bu özerklik içinde bir bütün olarak kaldılar, çoğunlukla Müslüman olmadılar, dini yapılarını korudular ve ne yazık ki fırsat buldukları her ortamda Hıristiyan dünya ile işbirliğine gittiler.

Müslümanlar, Batı`da Bizans; Kafkaslarda ise Gürcü duvarını aşamıyordu; bu durum Ermenilere umut veriyor ve onları “fırsatları değerlendirmeye” götürüyordu. Ancak onlar, Müslümanlarla doğrudan komşuydular ve hatta İslam`ın eski bir anlaşmalı topluluğu idiler. Her karşı tutumları Müslümanlar arasında derin bir öfkeye yol açıyordu. Buna rağmen İslam tarihi boyunca daima merhamet gördüler. Asla katliama uğramadılar. Çünkü İslam`da katliam yoktur; İslam, insanlık üzerinde kurduğu koruma şemsiyesiyle toplumların imha edilmesine izin vermiyor.

Müslümanlar zayıfladıkça Bizans`la ittifak, Haçlı Seferleri sırasında mezhebi ihtilaflarını da aşarak Katolik Batı`yla işbirliği, hatta Moğol işgali sırasında Moğollarla işbirliği dahi bir Ermeni katliamına yol açmadı. Öyle ki Müslüman seyyahlar, bazı küçük yerleşim alanlarına girdiklerinde adeta şok geçiriyorlar, kendilerini aniden kadınların meyhanelerde çalıştığı bir “gavuristan”da buluyor, o şok içinde kendilerini bir anda komşu şehre attıklarında “Şükür yeniden İslam toprağına girdik” diyebiliyorlardı. 

Miladi 14. yüzyıla kadar, hem de eski fetih topraklarında Çukurova yöresinde kontluk türünde bir Ermeni siyasi hâkimiyeti vardı. Bu Ermeni varlığı ancak Memlukların müdahalesiyle siyasi anlamda bitti, nüfus olarak ise varlığını sürdürdü.

Osmanlı`da şeriat her hâlde en ideal şekilde azınlıklara işliyordu. Fatih Sultan Mehmet İstanbul`u fethettiğinde İstanbul`da Ermeniler İslam şeriatı doğrultusunda ayrı bir “millet” olarak kabul edildi, kendi patriklerinin yönetiminde bir idari yapı içine alındılar. Anadolu`daki Ermenilerin de bir bölümü İstanbul`a getirildi, burada imparatorluğun gereksinim duyduğu alanlarla yönlendirildi.

Yavuz Sultan Selim ile Kürt beyleri arasında İdris-i Bitlisî üzerinden varılan ittifakla Kürtlerin yaşadığı coğrafyada Ermeniler, Kürt beylerinin yönetimine bırakıldılar. Bu İslam öncesi Bizans çağına tam zıt bir durumdu. Bizans çağında Ermeniler, Bizans`ın müttefiki ve yörenin yerel idarecisi, Kürtler de onların tabisiydi. Yeni dönemde ise Kürtler, Osmanlının müttefiki ve yerel idarecisi, Ermeniler ise onlara tabi idi.   

Yüzyıllar boyunca Batı ile süren savaşlarda Müslüman nüfus sürekli sınırlanırken ve aynı zamanda yoksulluğa hep mahkûm kalırken Ermeniler hem çoğaldılar hem zenginleştiler. Bununla birlikte istikrarı önemsediler ve “Millet-i Sadıka” olarak Batı ile işbirliğinden genellikle kaçındılar. Aslında isteseler de sığınacakları güçlü bir Batı yoktu. Üstelik o Batı tarih boyunca mezheplerinden dolayı onları güvenilmez bulmuştu.

ERMENİLER BATI`NIN   OYUNUNA GELDİLER

Fransızların 18. yüzyılın sonlarında Osmanlıların zayıfladığı dönemde kapitülasyonlar üzerinden Suriye ve Lübnan kıyılarını adeta işgal etmeleri Ermenilerin onlarla dini ve ticari ilişkiler kurarak daha da zenginleşip güçlenmelerine neden oldu. Aynı dönemde Fransızlar üzerinden Katolikleştirme, İngilizler üzerinden Protestanlaştırma çalışmaları yürütüldü. Batı ile ticari bağlar kuran ve Batı`dan gelen mezhep misyonerleri ile farklı yollarla temas kuran Ermeniler mezheplerini değiştiriyor, Katolikleşiyor ve Protestanlaşıyorlardı. Bu durum önce Ermeniler arasında huzursuzluğa yol açtı, Ermeniler birbirleri ile uğraştılar. Sonraki dönemde ise Ermenilerle ile Batı arasında yeni bir ittifak alanına dönüştü.

Müslümanlar zayıflayıp dünyanın dengeleri değiştikçe Ermeniler kendileri için iki yeni imkân buldular: Ortodoks dünyadan Rusya ve İslam dünyasını bölmek için her tür yolu mubah sayan modern Batı. 1774`de Rusya ile Osmanlı arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, Ruslara Osmanlı topraklarındaki Ortodokslara bir tür himaye hakkı verdi. Bu himaye hakkı Ermeniler için bir umut oluşturmuş olmalıdır. Ama öyle görünüyor ki Ermeniler, Katolik ve Protestan bağlantılar üzerinden Batı Avrupa ile daha gizemli ilişkiler geliştirdiler. 19. yüzyıla gelindiğinde Amerika da misyonerler üzerinden bölgedeydi. Ermeniler, bu dönemde Batı tarafından iyice umutlandırıldılar, kışkırtıldılar ve harekete geçirildiler. 1839`daki Tanzimat Fermanı ve 1856`daki Islahat Fermanı bütün azınlıklar gibi Ermenileri de iyice güçlendirdi. Onları yeniden “kadim topraklarımız” dedikleri coğrafya üzerinden hak iddialarına götürdü.

1860`da  “Ermeni Milleti Nizamnamesi” adı altında devlet içinde kendilerine özgü adeta bir anayasa sahibi oldular ve Meclis-i Umumi-i Millî adı altında 140 kişilik bir meclis kurdular, devlet içinde devlet konumuna çıktılar.

Ermeniler, 1877`de Batılıların desteğiyle İsviçre merkezli Sosyalist Hınçak; 1890`da da Rusların desteğiyle milliyetçi Taşnaksutyun örgütlerini kurdular. İki örgüt Bulgarların bağımsızlık taktiklerini taklit ederek şu bildik yolu izledi:

Birinci Aşama: Ermeni çeteleri bir Kürt köyüne saldırarak birkaç Müslüman Kürdü öldürür. Müslüman Kürtlerin basını olmadığı için olay hiç duyulmaz. Zayıflayan Osmanlı da

Ermenilerin üzerine varmaktan korktuğundan işin çözümünü Kürtlere bırakır.

İkinci Aşama: Kürtler, aşiret geleneğindeki “müşterek mesuliyet-müşterek intikam” kabulüyle birkaç Ermeni öldürür.

Üçüncü Aşama: Ermeniler, önce kendi basınlarını, sonra Avrupa basınını “Osmanlı desteğindeki vahşi ve taassupkâr Kürtler, şeyh ve mollalarının direktifiyle Ermenileri katletti” diyerek ayağa kaldırır.  O günlerin (1908) Kürt Teavun Gazetesi Malatyalı Bedri imzasıyla durumu, 

“Hakikatin daima tek gözlükle aksini gören Frenkler ve Frenkleşmiş vatandaşlar, Garp matbuatında teracim-i ahvali Ekradı, gulyabani hikâyesi tarzında neşrettiler” sözleriyle ifade eder.

Dördüncü Aşama: Batı`da kamuoyu harekete geçer, hükümetler sıkıştırılır ve Osmanlı`ya baskı yapar. Batı hayranı memurlar cevap verir: “Taassupkâr ve vahşiyane Kürt aşiretlerine söz geçiremiyoruz.”

1878 Berlin Antlaşması`yla Osmanlı Devleti, 61. maddeyle Kürt ve Çerkezlere karşı Ermenileri korumayı resmen kabul etti. Aynı antlaşma Ermenilere Vilayat-ı Sitte (Altı Vilayet) denen Erzurum, Bitlis, Van, Elazığ, Diyarbakır ve Sivas`ta vali yardımcılıkları dahil bütün devlet kadrolarında kontenjan verildi.

Ancak Ermenilerin amaçları ilk etapta en azından yarı bağımsızlıktı. Avrupa`yla doğrudan görüşüyor ve “Hıristiyanın hakkını ancak Hıristiyan bir yönetim korur” diyorlardı.

Muş ve Van`da gazete çıkaracak kadar güçlenen basınları, Osmanlı basınının bile önüne geçmişti. Her tarafı saran okul ve hastane ağları, sözde bunları denetlemek için kurdukları gerçekte örgütleme yapan müfettişlik teşkilatları ve hukuk büroları ile devlet olmaya hazır hale getirilmişlerdi.

Dünya yeniden adeta İslam öncesi Bizans çağına dönüyordu. Başarılı olsa yeni denklem şu olacaktı: Ermeniler, Batı`nın yerel yöneticisi konumuna çıkacak ve yörenin Müslüman halkı da onlara tabi olacaktı. Bu ihtimalin ne anlama geldiğini yöre halkı Çukurova bölgesinde hâkimiyet kuran Ermenilerin o bölgede neredeyse bir tek Müslüman bırakmamasından, yüzyıllar boyunca İslam coğrafyası olan o bölgenin Kilikya Ermeni Krallıkları döneminde resmen İslamsızlaşmasından biliyordu. Tarih, halkı tedhişe sürüklemek için yeterliydi. Bölgede bir tür sivil savaş başladı. Rusya bölgeye yaklaştıkça da Ermeniler doğrudan Rusya ile işbirliği yaparak yöre halkına saldırdı ve yörede artık açık bir hakimiyet kurmak istedi.

1915`e gelindiğinde Ermenilerin unuttuğu bir şey vardı: Artık İslam`ın ahkamını dikkate alan bir yönetim yoktu. Herkes için güvence olan, hatta haine bile gazaptan önce merhameti öneren İslam şeriatı, siyasi anlamda hükümsüz sayılırdı. Ermeniler, Batı`nın ve Batıcıların insafına kalmışlardı ve tarihin kaydı şuydu: Dürziler dâhil Batı ile işbirliği yapan hiçbir Doğu toplumu, yaptığından onur duymamış, yaptığı ile mutlu olmamıştır.  

İşbaşında İttihat ve Terakki vardı. Bu partinin yöneticileri Müslüman kökenli olsalar da Batılı tarzda yetişmişlerdi. Batı sorunlarını nasıl çözüyorsa onlar da öyle çözmek istiyorlardı. Batı, isyancıların liderlerini idam eder, halklarını da katleder veya sürerdi. Ermenileri bundan koruyacak tek güç Batı idi. Ermeniler Batı`nın ve Batıcıların insafına kalmışlardı. Batı için ise en büyük ilk “menfaat” idi. Batı, fikir ve dine bakmaz; kim onun çıkarına hizmet ederse onu tutardı. Osmanlı`yı yok ederek İslam dünyasını siyasi olarak bitiren İttihat ve Terakki, üstelik kendi içinde parçalı bir Ermeni azınlıktan elbette daha kârlıydı. Öyleyse Ermenileri onlardan korumak için bir sebep yoktu.

I. Dünya Savaşı`nın koşulları içinde Batı`yla ve Rusya ile işbirliği yapan Ermeniler sadece Van ve Bitlis`te değil, Samsun`da, Yozgat`ta, Adana`da ve bulundukları her yerde yeni bir süreçle karşılaştılar. Bu sürecin adını ne koymak gerekir? Bunun çok anlamı yok. Batı için ise Ermeni meselesi sadece bir siyasi malzemedir ve artık iyice önemini yitirmiş bir siyasi malzemedir. İslam şeriatının değerini bilen hiçbir Ermeni, Katolik Papa`nın ve Kardinallerin kırmızı külahlarını istemez, bunca tarihi serüvene rağmen onlara güvenmez.

İslam şeriatı herkes için mutlak bir güvence, büyük bir koruma şemsiyesidir. Batı`nın “insan hakları” şemsiyesi ise Batı`nın menfaatine göre açılıp kapanan bir aldatmaca...

Bir arada yaşam konusunda hiçbir düzen, İslam`ın sağladığı imkânı oluşturmamış ve oluşturmayacaktır. İslam`ın şemsiyesi ilahi bir şemsiyedir, ancak ona sığınan kurtulur. 

Geçmişten iki sayfa:
İlki Ermeni Tuma ile ilgili, bir halk hikâyesi ama halk hikâyesi semboller üzerinden de olsa gerçekleri bünyesinde taşır:

Ermeni Tuma, Van çevresinden Cizre`ye terzilik yapmak üzere yol almak isterken Feqi`ye sığınır. Feqi ondan sadakat sözü alır; Tuma kabul eder. Feqi, onu yol boyunca köylülerin saldırılarından korur, muhtarlar tarafından kınanmasına rağmen “Ermenisi” Tuma`yı özenle korur. Ancak Tuma Cizre beyliğine vardığında Feqi`yi Cizre beyi nezdinde ele verir. Feqi zindana atılır, işkence görür. Ermeni Tuma`nın ise başı kesilir.

İkincisi ise kayıtlı bir vaka:

“1918`de Erzurum`da Kürtlerin yardımına giden Dersimli Seyit Rıza “Gayet büyük ve tamamen ahşaptan mamul bir binanın içerisinde binlerce erkekle, kadın-kız, çoluk çocuğun mezkur binaya doldurularak müthiş derecede ateşler ve canhıraş bir tarzda ateş dumanları içinde yatmakta olduğunu ve mezkur binanın dış kapısı altında bir çay gibi kan ve yatmakta olan zavallıların kanlarının sularının akmakta olduğunu gözlerimle gördüm” der.

“Hamile kadınların karınlarını deşmek, memedeki çocukları süngülere takmak, Kürtlerin derilerinde cep yapmak, kadın ve çocukları avlulara doldurup üzerine gaz döküp ateşe verdikleri bir camızı (camış) aralarına sürmek, sonra avluyu ateşe verip herkesi diri diri yakmak, bebeklerin karınlarını yarıp tuzlamak, bebeklerin başlarını kesip annelerinin karınlarına sokmak…” özellikle sosyalist Ermeni çetelerinin yöre halkına yaptıkları idi bu.

İslam`ın merhameti karşısında bu vahşet... Ancak yine İslam`ın merhameti ile tedavi olur, yeni bir kin ve nefretle değil.
 

İlgili Haberler