Zindanda bayram
Zindanda bir bayram nasıl olur? Bu hüzünlü ve duygu yüklü zaman dilimini merak ediyorsak şu kısa hikayeyi okuyalım.
Seccadesini beton zemine serdi ve ikindi namazını kıldı. Selam verdikten sonra bir çırpıda ikinci kattaki ranzasına çıktı. Kıbleye dönüp bağdaş kurup oturdu. Kıble diye döndüğü yön tamamı ile sade bir tahminden ibaretti. Sadece kalbine öyle geliyordu. Tesbihatın sonunda duaya geçince, ellerini semaya kaldırdı. Bu arada dalıp gitmişti. Şu an bir sene içinde yaşadıkları canlandı gözünde. Zindana getirilişini daha dün gibi hatırlıyordu. Neydi o öyle!.. 14-15 ay önce aniden kendini zindanda bulmuş, üzerine kapatılan demir yığınından müteşekkil mavi bir kapının acı kilit ve sürgü sesiyle zindanla tanışmıştı. Burası dokuz veya on metrekarelik bir hücreydi. Kapının solunda üzerinde birden kararmış sünger bir döşek bulunan bir ranza, tam karşısında tahta bir masa ve yine tahta bir sandalye, ranza ile arasında kontrplakla çevrilmiş alafranga küçük bir tuvalet, ranza ile tuvalet arasında bir lavabo…
Seccadesini beton zemine serdi ve ikindi namazını kıldı. Selam verdikten sonra bir çırpıda ikinci kattaki ranzasına çıktı. Kıbleye dönüp bağdaş kurup oturdu. Kıble diye döndüğü yön tamamı ile sade bir tahminden ibaretti. Sadece kalbine öyle geliyordu. Tesbihatın sonunda duaya geçince, ellerini semaya kaldırdı. Bu arada dalıp gitmişti. Şu an bir sene içinde yaşadıkları canlandı gözünde. Zindana getirilişini daha dün gibi hatırlıyordu. Neydi o öyle!.. 14-15 ay önce aniden kendini zindanda bulmuş, üzerine kapatılan demir yığınından müteşekkil mavi bir kapının acı kilit ve sürgü sesiyle zindanla tanışmıştı. Burası dokuz veya on metrekarelik bir hücreydi. Kapının solunda üzerinde birden kararmış sünger bir döşek bulunan bir ranza, tam karşısında tahta bir masa ve yine tahta bir sandalye, ranza ile arasında kontrplakla çevrilmiş alafranga küçük bir tuvalet, ranza ile tuvalet arasında bir lavabo…
Hücrenin duvarları bayağı kalındı. Oyma taşlardan inşa edilmiş bir yapı olduğu her halinden belliydi. Tavanı kubbeli, duvarları toprak sıvayı anımsatan bir sıva ile sıvanmış, duvarlar sarıya boyanmış, üzerlerinde şeytanı anımsatan satanistçe resimler bulunuyordu. Büyükçe mavi kapının karşısında duvara gömülü, kalın demir ve tel ızgarayla kapatılmış 70x70 cm boyunda tavana yakın, insan boyunun yetişmediği bir pencere. Pencereye tırmanıldığında cezaevi dış duvarı üzerindeki dikenli tellerin arasında sadece bir kavak ağacının uç kısmı görünüyordu. Bu pencere daha çok taka diye tabir ettiğimiz duvardaki oyuğa benziyordu. Hücre günün 24 saati karanlıktı. Aydınlatma düğmesi hücrenin dışında, cezaevi tarafından açılıp kapatılıyordu. Bir yıldan fazladır garip muhacirimiz tek başına kuyuya benzeyen bu hücrede kalıyordu. Herhangi bir sebepten dolayı cezaevi dışına çıkarıldığı zaman el ve ayaklarına pranga vuruluyordu. Hani köleliğin kaldırılmasıyla insanlık tarihinden silindiğini zannettiğimiz şu ayaklara vurulan pranga… Mustafa, ilk gün buna çok şaşırmıştı. Önüne şiddetli zincir sesiyle fırlatılan prangaya bakmış “Buna ne gerek var” demişti. Daha sonra bunun boş bir girişim olduğunu düşünerek tarihin tekerrür ettiğine kani olmuş, canı gönülden bunu nefsine kabullendirmişti. “Allah için bu da olsun” demişti. Hem kendisi fundamentalist, radikal dinci, terörist gibi sıfatlarla çoktan yaftalanmış, ülke basını bu işi maharetle yapmıştı.
Yeri gelmişken söyleyelim; daha önce prangaya vurulmamışlara hatırlatalım ki, pranga kelepçeye hiç benzemez. Her adım atıldığında aşık kemiklerini parçalar, kanatır. Ellerin kelepçelenmesinden çok farklıdır. Ellerine kelepçe vurulmamış olanlara zaten diyecek bir şeyimiz yok.
Mustafa’nın düzenli, tertipli ve temiz oluşunu gören cezaevi idaresi bir yıl sonra zemin katın en köşesinde, en soğuk, en karanlık ve en son yemek verilen odadan Mustafa’yı alıp üçüncü kattaki dört kişilik bir odaya tek başına yerleştirmişti. Çok tehlikeli olduğundan tek başına kalmalıydı. (!)
Henüz otuz üç yaşına giren şu muhacir kardeşimiz bir müddet sonra cezaevinin en üst çatı kısmında büyükçe bir haçın dikili olduğunu görmüş, küçük bir araştırmadan sonra buranın Avrupa’nın karanlık ortaçağ dönemine ait bir kilise olduğunu ve daha sonra cezaevine dönüştürüldüğünü öğrenmişti.
Büyük bir gürültü ile açılan hücre kapısı Mustafa’yı dalıp gittiği duasından çekip aldı. Genç yaştaki sarı saçlı, kırmızı tenli gardiyan kapının ortasında durmuş bir şeyler anlatıyordu. Mustafa mevzuyu anlamak için ranzasından indi, gardiyana yaklaştı. Gardiyan; brot (ekmek) deyip hararetle bir şeyler anlatıyordu. Mustafa bir müddet anlamaya çalıştı fakat bir türlü meseleyi kavrayamadı. Gardiyanın konuştuğu yabancı dili yeterince öğrenememişti. “Ne ister ki bu adam, brot deyip duruyor. Ekmek desen her öğünde verdikleri iki dilim kara ekmek. Acaba onu da geri mi istiyor ne?” gözlerinin içine bakarak “ula Hassa oğlu Hessa ne disen oğlum kafamın tasını attırma” dedi. Sonra gardiyana sırtını dönüp eliyle gitmesini işaret ederek” dolmaç dolmaç (tercüman)” deyip bir çırpıda ranzasına çıktı.
Deminden meseleyi hararetle anlatan gardiyan Mustafa’nın bu kelimeleri söylerken çıkardığı ses tonu ve vurgularından feci kızdığını anlamıştı. Kapıyı kapatıp gitti. Mustafa duasına devam etti. “Ya Rabbi bu zindanda üçüncü bayramım, o temiz Resullerinin hatırı için beni buradan kurtar. Beni affet ya Rabbi… bugün bayramdır fakat ne gelen var ne giden yükümü ağırlaştırma Ya Rabbi…
Demir kapı yine açıldı. Gardiyan Türkçe bilen bir mahkûm bulup getirmişti. Tercüman olan mahkûm “Birileri pencereden aşağıya ekmek atmış. Senin atıp atmadığını soruyor.” “Yok kardeşim yok! Ne diye ekmeği pencereden aşağı atayım, La havle vela” yine ranzasına çıktı. Duasına devam etti. Aslında pek duygusal sayılmazdı. Fakat zindanda ve gurbette bir başına geçen bu sure onu iyice duygusallaştırmıştı. Belki de kalbi yumuşatmıştı. Bu duruma bazen kendisi de şaşıyordu. Vücudunun her zerresi hasret yüklenmişti. Yabancı bir ülkede, binlerce kilometre uzakta ne onun elinden bir şey geliyor ne de diğerlerinin.
Demir kapı o acı sesiyle üçüncü kez açıldı. Mustafa bu kez ranzadan inmedi. Oturduğu yerden başını çevirip baktı. Yine şu deminki gardiyan. Mustafa ranzadan inmeyince, gardiyan yürüyüp Mustafa’nın yanına geldi elini uzatarak “brief” (mektup) dedi. Mustafa hemen mektubu alıp kıbleden hücrenin içine taraf döndü. İyice heyecanlanmış, avuçlarının içi terlemişti. Önce mektubu dikkatli bir şekilde inceledi. Eliyle kalınlığını yokladı. “Evet evet… en az iki fotoğraf bir mektup var” diye içinden geçirdi. Mektubun üzerini dikkatlice okudu, üzerindeki yazıyı hemen tanıdı ve tebessüm etti. Bu güzel anın hiç bitmemesi için mektubu açmayı geciktiriyordu. Dikkatli bir şekilde mektubu açtı. Önce fotoğraflara bakacaktı. Yüzüne güzel bir tebessüm yayıldı. Karşısında bir buçuk sene önce terk ettiği küçük oğlu merdivenin ikinci basamağında ayakta duruyordu. Hiç tereddüt etmeden öne doğru bir hamle yapıp sağ elini oğlunu kucaklamak için uzattı. İşte tam bu anda irkildi. Ani bir hareketle ranzanın baş kısmındaki demire tutundu. Hücrenin ortasına kafası üstüne çakılmaktan son anda kurtulmuştu. “Subhanallah nasıl böyle dalmışım?” dedi. Toparlandı ikinci fotoğrafa baktı. “La havle ve la kuvvete…” birinci fotoğrafın arkasına yazılan keçeli kalemin mürekkebi ikinci ve altta olan fotoğraftaki anacığının yüzünü kapamıştı. Sağ elinin işaret parmağını ağzına götürüp ıslattı, mürekkebi çıkarmaya çalıştı. Aynı işlemi tekrar yaptı, eliyle ceplerini yokladı gömleğinin cebinden çıkardığı peçeteyle temizlemeye başladı. Peçeteyi kaldırdığında üst kabuğu kalkmıştı. Morali bozuldu, kızardı, boğazı düğümlendi gözleri doldu. Yastığının üzerindeki Kur’an-ı Kerimi açtı, sesini bırakarak okudu, okudu…
Mustafa’yı merak edenler için söyleyelim; iki ülke beş-altı cezaevi değiştirip durdu. Bu son bayram Mustafa’nın cezaevindeki yirmi birinci bayramı oldu.
Orhan ÖZDEMİR / Adana F Tipi kapalı cezaevi