• DOLAR 34.447
  • EURO 36.303
  • ALTIN 2837.002
  • ...
Okumakla Büyümüyor Kızlar
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Otobüs terminalindeyim, Gaziantep’e gideceğim. Sağım solum hikaye. İşte size o hikayelerden bir tanesi. Çoğu zaman “ıskaladığımız” bir hikaye. Kendimizin dışındaki her şeyi önemsemekten uzun süredir uzağız. Varsa yoksa “biz”iz. Başkalarının hayatı da, derdi kederi de ilgilendirmiyor modern zaman insanını. Başkalarını bilmem ama beni ilgilendiriyor. Hem de çok…

**

Bir kız. Şırnaklı, üniversitede okuyor. “Kendimi yabancı gibi hissediyorum bu şehirde kaç gündür” diyor. Şırnak’ın, dağlar arasında kalmış, kimsenin hatırlamadığı ve sanırım hiçbir zaman da hatırlamayacağı ücra bir köyünde yaşıyor ailesi. “Köyüme gidince yapacağım ilk şey doğru dürüst tertemiz bir dağ havası çekmek olacak içime” diyor. Özlemiş dağ havasını. “Bazen dağ çekiyor” diyor ve ekliyor: “Bu beton yığını şehirlerde hava bile güzel değil...”

Güçlü bir kız gibi “görünüyor.” Ben öyle görüyorum en azından. Düşünceli bir hali var. Gözleri sürekli yere bakıyor. Bu bakışı tanıyorum ben. Bütün Kürt kızları çocukken böyle bakarlar. Demek Şırnaklı yolcu hala çocuk. Ya da çocukluğunda biriktirdiği bakışları saklamış bugüne. Kimbilir belki de hiç çocukluktan çıkmadı. Belki hiç büyümedi. “Okumak, şehirde yaşamak, kendi ayakları üzerinde durmak iyi bir şeydir sanıyordum. Yanılmışım” diyor. Öyle içli ki sesi. Her an ağlayacak gibi duruyor. “Yalnızlık” diyor. Gözlerini yerden kaldırıp bakıyor yüzüme. “Yalnızlık yavaş yavaş ele geçirir bedeni. Küçücük bir boşluk gibi başlar önce. Sonra en ‘kalabalık kalabalıklar’da bile yalnız olduğunu hatırlatır sana.”

Anlatmaya başlıyor. Gözleri yerde. Bir kez olsun başını kaldırmıyor.

“Ömrüm okullarda geçti. Pansiyonlar, yurtlar, YİBO’lar. Okumayıp köyde kalan arkadaşlarımın şimdi hepsi evli. Kiminin üç dört çocuğu bile var. Mutlular. Bazen bana bakıp iç çektiklerini görüyorum ama yine de mutlular. Köye her gittiğimde gözlerinde görüyorum o mutluluğu. Yaşam şartları ne kadar zor olsa da mutlular. Çocuklarını kucaklarına aldıklarında, ya da kocaları onlara isimleriyle seslendiğinde.

En çok isimlerini duymak mutlu ediyor sanki onları. Kendi ismini kocasının diline nasıl yakıştırıyor kimbilir. Ben ‘erkek gibi’ mücadele edip okurken onlar evlenip, çocuk yaptılar. Ben soğuk kış gecelerinde bir yurdun penceresinden dışarı bakıp hayaller kurarken geleceğe dair, arkadaşlarım kocalarının sıcak kollarında mışıl mışıl uyuyorlardı. Yalnız değiller. Beniyse soğuk yurt duvarları, terminaller, kalabalığa doymuş caddeler sarıyor. Ben sabah uyanıp kekremsi bir yalnızlıkla okulun yolunu tutarken, okul kapısında başörtümü çıkarıp okula girerken; arkadaşlarım çocuklarına çay demleyip, sofraya bir tabak yağla çökelek koymakla meşguldüler. Ben sınavdan sınava koştururken, arkadaşlarım o bazen beğenmediğim tek tabaktaki çökelekle kocaları ve çocuklarıyla mutlular. Beni kıskandıklarını söylüyorlar. Ne güzel, okuyorsun sen. Oysa bilseler onları ne çok kıskandığımı. Bilseler, hiç bitmeyeceğini okumanın, hiç bitmeyeceğini mücadelenin, hiç bitmeyeceğini yalnızlığın, hiç bitmeyeceğini koşturmanın, boşluğun, yalnızlığın, bir başınalığın. Erkek gibi olmamı övüyorlar ya ‘kadın’ olmak isterdim en çok. Kadın gibi. Erkek gibi kadın değil.

Bazen okumaya değdi mi diye soruyorum kendime. Artık bu noktadan dönemem. Dönecek yerim yok biliyorum, dönersem. Beni ‘okumuş kız’ olarak kodlamışlar. Okumuş kız artık istese de köye gidip bir parça mutlu olamaz. Mesela yıllardır içini yakan sevgiyi anlatamaz kimseye. Okumuş kız hiç sever mi köylü bir erkeği. Hele hele o köylü erkek bir de evliyse ‘artık.’ Erkek gibi kız imajı üzerime öyle oturdu ki artık kimse yalnızlığımı fark etmiyor bile…

Gözleri hala yerde. Ayak uçlarına kilitlenmiş sanki. İçini çekiyor. Öyle bir çekiş ki sanki dünyayı çekiyor içine. “Köye gitmek de gelmiyor içimden aslında. Bawer’in düğününde orda değildim.  Bir keresinde ben okuldan dönerken otobüste o da vardı.

Benimle aynı şehirdeymiş. Köye kadar bana eşlik etti, sahip çıktı. Öyle hoşuma gitti ki bir erkeğin bana ‘erkek gibi kız’ gibi davranmayıp, sahip çıkması. Bana hep ‘bacım’ dedi. ‘Olsun. O bana bir şey desin de varsın dediği bacım olsun’ diye düşünmüştüm. Sonra evlendi. Köyden bir kızla. Karısı benden birkaç yaş küçük. Ben köyden çıktığımda henüz çocuktu... Gitmek istemesem de gitmeliyim. Çünkü gidecek başka yerim yok. İnsanın ‘yurtsuz’ olması kötüdür. Benim yurdum annemin kucağı. Hala ve hep annemin kucağı. Diyecek çok şey yok aslında. Bir kitabın son cümlesi şöyleydi hatırladığım kadarıyla: Öyle işte, öyle…

Geceden beri soru sormak dışında nerdeyse hiç konuşmayan ben, "Okumakla büyümüyor demek ki kızlar" diye mırıldanıyorum. "Ya ne yapacağız?" yolcu yüzüme bakıyor.

"Bilmiyorum" diyorum, ilerde kavga eden iki çocuğa bakarken. Anneleri çocukların suratlarına birer tokat patlatıp otobüsün birine tıkıyor...

**

Sabah ezanı okunurken Antep’e varıyoruz. Bu saatte bir yere gidilmez. Otogarın mescidinde sabah namazı kılıyoruz, sesi çok güzel bir imamın arkasında. Gecenin tüm yorgunluğu, karmaşası, boşluğu, yalnızlığı kayboluyor. Bir ferahlık ki ancak bu kadar olur.

“Yoldan gelen kardeşlere çay ısmarlayabilirim” diyor genç imam, namaz ve dua faslı bitince. Arkasına takılıyoruz iki kişi…

Yavuz Akenginwww.cemaat.com

Bu haberler de ilginizi çekebilir