Birbirini besleyen ideolojilerin kıskacında 1 Mayıs ve İslami bakış
Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM) tarafından yayımlanan analizde "İslâm, insanı bir bütün olarak ele alır. Ne kapitalizm gibi meta olarak görülüp sömürülmesine müsaade eder ne de Sosyalizmdeki gibi yaratılış fıtratına aykırı şekilde komünleşmesine göz kırpar." ifadelerine yer verildi.
Adalet, İslâm'ın temel şiarıdır. Tüm inananların uymasını istediği ilahî emirdir. Dünya nizamının temini için insanlar arasında, işçi-işveren arasında hukuka tabi bir norm yapısının olmasını ilkesel olarak ortaya koyar.
İslâm, sermayenin de emeğin de varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur'an ve Sünnet'te saptanan temel ilke şudur: Emekçi işini bağlılık ve hakkaniyetle yapmalı, işveren de işçiye hakkını tastamam vermelidir. Günümüz kapitalist sistemdeki emek-sermaye çatışması ya da sosyalizmdeki gibi sermaye hasımlığını, üretimin tümden devlet tekelinde oluşunu benimsemez; bu tür kamplaşmaların önüne geçer.
Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM) tarafından yayımlanan analizde, "Birbirini besleyen ideolojilerin kıskacında 1 Mayıs ve İslami bakış" ele alındı.
Sidar Ergül'ün kaleminden çıkan analizde, 1 Mayıs emekçinin kendisini ifade ettiği, varlığını kitlesel olarak gösterdiği sembol bir gün olduğu ancak işçi konfederasyonlarının bugünü, aynı platformlarda ve ideolojik saiklerle sahiplenmediğine dikkat çekildi.
Birbirini besleyen ideolojilerin kıskacındaki 1 Mayıs'a, İslami bakışın ele alındığı analizin tamamı şöyle:
1-Mayıs'ın doğuşu
XIX. yüzyılda yaşanan Sanayi devrimi, işçi/emekçi/rençber ordularının oluşmasına yol açtı. Kadınlar, erkekler ve hatta çocuklar, fabrikalarda günde 14-15 saat az bir ücrete ve hiçbir güvence olmaksızın çalıştırılırdı. Hükümetler, iş güvenliğini, sağlık koşullarını, örgütlenmeyi ve grev gibi hakları göz ardı ediyordu. Bu duruma karşı ilk ciddi tepki/kıvılcım Avustralyalı işçilerden geldi. İlk kez 1856'da Avustralya'nın Melbourne kentinde inşaat işçileri, günde 8 saatlik çalışma için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamentoya kadar bir yürüyüş düzenledi. Böylece 8 saatlik çalışma hakkını elde etmek için ilk kitlesel greve imza atıldı. İşçiler ellerindeki gücün farkına varırken patronlar/ işverenler ise bu uyanışı kırmak için yollar arıyordu.
Başta İngiltere'de olmak üzere Avrupa'da yaşanan Sanayi devrimi, beraberinde Kapitalizm ile Sosyalizm/Marksizm'in kapışmasını dünyanın gündemine taşıdı. Sanayileşme ile oluşan tekelleşme/holdingleşmede Kapitalizm patronlar cenahının; Sosyalizm ise işçilerin/ezilenlerin kuşandığı ideoloji olarak kamplaşmış oldu. Bu süreç içerisinde 28 Eylül 1864'te Londra'da kurulan ve marksistler ile anarşistler arasında yaşanan şiddetli ayrılıklar sonucunda 1872'de kendisini fesheden Uluslararası İşçiler/Emekçiler Birliği olarak anılan I. Enternasyonal'de; işçilerin ortak eylemi ve örgütlülüğü, sınıflı toplumun ortadan kaldırılması, sendikal hareket ve grev ile üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılması yönünde kararlar alındı. 1884'te ABD'nin Chicago kentinde 8 Saat Hareketi'nin 40 bin tekstil işçisi ile başlattığı günlük çalışma süresinin 12 saatten 8 saate indirilmesi eyleminin kanla bastırılıp 4 işçinin öldürüldüğü 1400 işçinin de işten çıkarıldığı süreç 1 Mayıs'ı doğurdu.
İşçilerin bu mücadelesi, 1886'da kitlesel grevlerle yaygınlaşarak küresel bir nitelik kazandı. 1 Mayıs 1886'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu öncülüğünde işçiler, iş bıraktı. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1 Mayıs 1886'da yaklaşık 350 bin işçi greve girdi. Fakat hükümet ve işverenler bu grevi sert şekilde bastırdı. Grevden sonra işten çıkarmalar artarken, eylemde yaşanan bombalı saldırının zanlıları olarak mahkemeye verilen, grevi örgütleyen işçilerden 8'i söz konusu iddia ile bir bağlantısı kurulamamasına rağmen idam cezasına çarptırıldı. Bunlardan 4'ü idam edildi.
Özür dilemesi halinde idamdan kurtulacağı sözü verilen Albert Persons adındaki işçi, mahkemede söylediği şu cümle ile tarihe geçti: "Bütün dünya biliyor suçsuz olduğumu. Eğer asılırsam cani olduğumdan değil, emekçi olduğumdan asılacağım."
1889'daki Paris Komününde/Kongresinde kurulan II. Enternasyonal, Amerikan işçilerinin mücadelesini desteklemek amacıyla dünya çapında gösteriler düzenleme kararı alırken, diğer taraftan yılın bir gününün dayanışma amacıyla işçilerin ortak bayramı ilan edilmesini kararlaştırdı. Bu çerçevede 1889 Paris'teki kongrede ABD'li sendikacıların önerisiyle 1890'dan başlamak üzere '1 Mayıs Uluslararası Birlik ve Dayanışma Günü' olarak kabul edildi. O tarihten itibaren 1 Mayıs, dünya genelinde 'Emek Bayramı/İşçi Bayramı/1 Mayıs Bayramı' gibi adlarla anılmakta ve gerçekleşmektedir. Böylelikle 1 Mayıs, işçi ve emekçiler tarafından dünya çapında kutlanan dayanışma ve haksızlıklarla mücadele günü olarak sembolleş(tiril)miş oldu.
Türkiye'de 1 Mayıs
Osmanlı İmparatorluğu zamanında 1 Mayıs, ilk kez 1906'da İzmir-Basmahane'de bir grup tarafından kutlandı. Ardından 1909'da Üsküp'te, 1911'de Selanik'teki tütün, pamuk ve liman işçileri tarafından kutlandı. İstanbul'daki ilk kutlama ise 1912 yılında yapıldı.
Dünyada pek çok ülkede resmî tatil olarak kabul edilen 1 Mayıs, Türkiye'de politik koşulların da etkisiyle Batılı devletlere karşı SSCB'yle yakınlık göstergesi olacağından ilk kez 1923'te Ankara'da resmî olarak kutlandı. Ancak Cumhuriyet ilan edildikten sonra 1924'ten itibaren 1 Mayıs yasaklandı. Takrir-i Sükûn Yasası (1924) ile işletilen bu süreçte memleket, Toker'in ifadesiyle "mezar sessizliğinde bir ülkeye" dönüştürüldü. 1935'e gelindiğinde Başvekil İnönü tarafından Bahar ve Çiçek Bayramı olarak ilan edildi. Daha sonra Adnan Menderes Başbakanlığındaki Demokrat Parti iktidarında kutlanması serbest bırakıldı.
27 Mayıs 1960 darbesinden 1976 yılına kadar toplu kutlama yasaklandı. 1960 Darbesi sonrası ilk kitlesel kutlama, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) öncülüğünde 1977'de yapıldı.
Taksim Meydanı'nda düzenlenen geniş katılımlı 1 Mayıs, üzücü olaylara sahne oldu. Mitingde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler'in konuşmasının bitiminde açılan ateşle yaşanan kaos ortamında kurşunlanma, yaralanma ve ezilmeler sonucunda ilkin 34 olan ölü sayısı sonradan 37'ye çıkarken yüzlerce kişi de yaralandı. Bu olay gerekçe gösterilerek 12 Eylül askeri darbesinin ardından 1 Mayıs bayram olmaktan çıkarıldı ve kutlamalar yasaklandı.
Böylece 1 Mayıs 1977 olayları fail-i meçhul '1 Mayıs Katliamı' olarak kayıtlara geçti. Polis raporlarına göre, 1 Mayıs mitingine 99 sendika ve 55 dernek ve kuruluş katıldı. Savcılar soruşturma sonucunda, katılımcıların yorgunluğunun ve sabırsızlığının en üst noktada olduğu anda silahların patlamaya başladığını belirterek, on dakika kadar süren silah atışlarının asıl amacının kitlede panik yaratmak olduğu görüşünü ileri sürdüler.
Olayların o günkü basına yansımaları ise şöyle olmuştu:
Cumhuriyet Gazetesi (2.5.1977): 1 Mayıs kanlı geçti: 33 ölü. Tören sonunda bazı kışkırtıcı gruplar silahlı çatışma çıkardı. Kışkırtıcıların saldırısı miting sona ererken başladı. Taksim alanının iki yerinde patlayan silahlarla başlatılan çatışma birçok kişinin yaralanmasına yol açtı. Bir beyaz Renault ile plakasız bir Anadol'dan halkın üzerine otomatik silahlarla ateş edildiği görüldü.
Hürriyet Gazetesi (2.5.1977): Mayıs Katliamı: 34 Ölü. 1 Mayıs gösterisi sırasında Taksim'e gelen aşırı solcular, tabanca ve silahlarla kalabalığa ateş etti. Ezilenler oldu. Otomobiller yakıldı. 34 ölüden başka 200'ü aşkın yaralı var. Demirel, DİSK Başkanını suçladı... Ölü ve yaralılar arasında güvenlik kuvveti mensupları da bulunuyor. Birinci Orduya bağlı askeri birlikler teyakkuz durumunu geçirildi. Gece yarısı Bakanlar Kurulu toplandı.
Son Havadis Gazetesi (2.5.1977): Kızıllar kudurdu. Taksim savaş alanı gibiydi. 32 ölü. Maocular Lenincilere saldırınca silahlar çekildi, bombalar patladı. Hastanelere devamlı yaralı taşındı.
Milliyet Gazetesi (2.5.1977): Kanlı miting, 34 ölü, yüzlerce yaralı. Taksim'de DİSK'in mitinginde Maocu bir grup ateş açtı. Binlerce kişi panik içinde kaçmak isterken yüzlerce kişi ayaklar altında çiğnendi. Kaçmak isteyenler, Taksim'deki kapalı dükkânların vitrinlerini kırdılar. Arabalar tahrip edildi. Bir oto yakıldı. Ölenler arasında kadın, çocuk ve bir de polis var. Olaylarla ilgili olarak 350 kişi gözaltına alındı.
Politika Gazetesi (2.5.1977): TKP'nin kontrolündeki gazetede, 'baskıya girerken' başlığıyla verilen kısa haberde, 'kışkırtıcı ajanlar mitinge saldırdı' deniyordu: 'İstanbul'daki 1 Mayıs töreninin sonuna yaklaşıldığı sırada Tarlabaşı Caddesi yönünden gelen ve Maoculardan ve çok sayıda kışkırtıcı ajandan oluşan bir grup, silahlı saldırıya geçmiş ve Taksim Meydanı'nda toplanan yüzbinlerce kişinin üzerine kurşun ve dinamit yağdırmaya başlamıştır. 1 Mayıs güvenlik görevlilerinin bütün çabalarına rağmen önleyemediği silahlı saldırı, Taksim Alanında paniğe yol açmıştır. Ajanslar panik sırasında çok sayıda kişinin yaralandığını, bu arada Maocularla kışkırtıcı ajanlardan oluşan grupla polis arasında da silahlı çatışma çıktığını bildirmişlerdir.
DİSK Ajansı (977/65, 2.5.1977): Kemal Türkler'in 2 Mayıs 1977 günü yaptığı açıklamada da sosyalist-komünist sol içindeki düşmanlık ön plandaydı. Konuşmanın basıldığı DİSK Ajansı'nın sunuş yazısında, "1 Mayıs İşçi Sınıfının Birlik-Mücadele-Dayanışma Gününe Maocu faşist komandoların saldırısı üzerine yaptığı açıklama" ifadesi yer alıyordu.
MİT tarafından söz konusu kaos ortamı, askeri darbe hazırlığı olarak Başbakan Süleyman Demirel'e rapor edilince Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun re'sen/acilen/kimseye danışılmadan emekliye sevk edildi. 1979'da Sıkıyönetim Komutanlığı İstanbul'da miting yapılmasına izin vermedi ve sokağa çıkma yasağı ilan etti. 1981'de ise Milli Güvenlik Konseyi (MGK) 1 Mayıs'ı resmî tatil günü olmaktan çıkardı. DİSK, 12 Eylül askeri darbesi sonucu darbeci yönetim tarafından kapatıldı ve 1992'de tekrar açılmasına müsaade edildi.
12 Eylül 1980 darbesi yönetimince resmî tatil olmaktan çıkarılan 1 Mayıs, yıllar sonra Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidarında TBMM'de kabul edilen 5892 sayılı yasanın, 27 Nisan 2009'da Resmî Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmesi ile 'Emek ve Dayanışma Günü' adıyla resmî tatil olarak ilan edildi.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının iş kollarındaki işçi ve sendikaların üye sayılarına ilişkin Ocak 2021 istatistiğine göre, Türkiye'de 14 milyon 371 bin 96 işçiden 2 milyon 69 bin 476'sı sendika üyesiyken, sendikalaşma oranı yüzde 14,40 düzeyinde. 1 milyon 131 bin 749 ile en fazla üyeye sahip konfederasyon unvanını koruyan Türk-İş'i, 711 bin 295 üye ile Hak-İş, 193 bin 866 üye ile DİSK izliyor. En fazla üyeye sahip işçi sendikaları ise 238 bin 666 üyeyle Hizmet-İş, 209 bin 529 üyeyle Türk Metal-İş, 185 bin 370 üyeyle Öz Sağlık-İş, 144 bin 68 üyeyle Genel-İş, 107 bin 823 üyeyle Tez Koop-İş ve 104 bin 308 üyeyle Koop-İş olarak sıralanıyor.
Emeğe ve emekçiye/işçiye İslami bakış
İslâm bütüncüldür. İnsana, dünya ve ahiret saadetini sunar. İnsanı sadece fizyolojik ya da ruhsal açıdan görmez, tümel kabul eder ve buna göre bir nizam ortaya koyar.
İslâm, ne Yahudilikteki gibi insanın tamamen dünyevileşmesini kabul eder, ne de klasik Hıristiyanlıktaki gibi ruhbanlık kisvesine bürünmesini vaz'eder.
İslâm, insan hayatında muvazene/denge kurar. Hak, hukuk ve adalet, İslâm'ın temel ilkelerindendir. Toplumsal yaşamda sosyal adaleti, hukukun varlığını ve üstünlüğünü, hayati görür ve hiç kimseyi ayrıcalıklı görmez. Bu inançsal/akîdevî bir durumdur ve dünyada da ahirette de farklılık, ayrıcalık göstermez.
Bir hukuk terimi olarak işçi; başkasına ait bir işi veya hizmeti bir ücret karşılığında yapmayı üstlenen kimse anlamına gelir. Bu, işçinin emeğini kiralaması demektir. Bu yüzden işçi/âmil (çalışan, iş yapan) ecir ve iş akdi konusu, İslâm hukuku kaynaklarında kira akdi/icâre/ücretlilik içinde incelenmiştir. Bu bağlamda Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti Musa'nın hayatı ve peygamberliği anlatılırken bir süreliğine Hazreti Şuayb'a icar/ücret karşılığında çobanlık yaptığının da belirtildiğini vurgulamak gerekir.
Dünya yaşamında insanlar arasında iş bölümü ve muhtaciyet zorunluluğu bulunmaktadır. İnsanlar tüm işlerini her zaman kendileri göremez. Başkalarının yardımına ya da onların ücrete tabi gereksinimine ihtiyaç duyulur. Yardım, karşılıksız/ücrete tabi değilken tüm yaşamın ve gereksinimlerin bu şekilde idamesi de imkânsızdır ve doğru da değildir. Buna binaen sözleşme ve ücret, emeğin kiralanmasında/hakkın korunmasında ve üretimde sürekliliği ve motivasyonu sağlar.
İcâre/iş akdi/sözleşmesi; belirli bir işin belirli bir bedel/kazanç karşılığında akid/ sözleşme ile gerçekleşmesidir. Burada rıza esas alınır.
Bir ücret/ecir /kazanç karşılığında başkasını çalıştıran kimseye 'işveren' denir. İşveren gerçek kişi olabileceği gibi devlet, vakıf, şirket gibi tüzel kişi de olabilir.
İslâm, sermayenin de emeğin de varlığını tanımaktadır. Bu konuda Kur'an ve Sünnet'te saptanan temel ilke şudur: Emekçi işini bağlılık ve hakkaniyetle yapmalı, işveren de işçiye hakkını tastamam vermelidir. Günümüz kapitalist sistemdeki emek-sermaye çatışması ya da sosyalizmdeki gibi sermaye hasımlığını, üretimin tümden devlet tekelinde oluşunu benimsemez; bu tür kamplaşmaların önüne geçer.
Kur'an-ı Kerim, Necm suresi 39-40. ayetlerinde insanın dünya ve ahiret saadeti ve kazancı için çağrıda bulunarak, "İnsan için elinin emeğinden daha hayırlısı yoktur/ İnsan emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir. Elbette son durak, Rabbinin huzuru olacaktır." der.
Kur'an-ı Kerim, A'râf suresi 85. ayette "…Rabbinizden size açık hak bir delil, kitap ve şeriat/hüküm gelmiştir. Ölçeği tam doldurun, ölçmede-tartıda adâletten ayrılmayın. İnsanların mallarını eksik teslim etmeyin, değerini düşürmeyin, bedellerini eksik ödemeyin, mallarını kötülemeyin, haksız rekabet yapmayın, aldatarak-hile yaparak, fırsat kollayarak, gasp ederek insanların haklarını zayi etmeyin, zayiine sebep olmayın. Her şey düzene konduktan, ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın..." fermanında bulunur.
İslâm'da insanî sorumluluk sadece dünya hayatıyla sınırlı değildir. Dünya hayatında insanlar hukuku çiğneyebilir, beşerî sistemler bitaraf olmayabilir. Lakin İslâm, ölümü ve ahiret hayatını sürekli gündemde tutarak insanların az bir dünyalık menfaat uğruna başka insanların haklarına tecavüzde bulunmamalarını ikaz ederken bunun gerçekleşmesi durumunda işlenen suça göre dünyevî bir düzenlemeyle beraber ahiret yurdunda ağır bedeller ödeyeceğini ihtar eder. Zira herkes, yaptıklarından mes'uldür ve hesabını verecektir.
"Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda sarf etmeyenler var ya işte onlara acı bir azabı müjdele" (Tevbe sûresi, 34-35.); "Mal toplayıp onu tekrar tekrar sayan, insanları arkadan çekiştirip kaş göz hareketleriyle alay edenlerin vay haline!" (Hûmeze sûresi, 1-2.) Ayetlerde belirtildiği gibi, İslâm mal biriktirmeyi engellemeye çalışmış, insanların kendi mallarını paylaşmasını, üretime dönüştürmesini istemiştir. Mal biriktirip bununla övünenleri, insanlar üzerinde sadece tahakküm aracı kılmalarını reddederek böyle yapılması durumunda Allah tarafından cezalandırılacağını belirtmiştir.
Mülk, Allah'ındır. Adalet ise mülkün temelidir. Dünya hayatının serencamında imtihan gereğince bu mülk üzerinde tasarruf hakkı, sorumluluk kapsamında insana bırakılmıştır. Bununla insan, insanın imtihanına dönüşür. Bu durum ise hak-hukuk ve insan haklarını ortaya çıkarır ve hayati kılar. Buna bağlı olarak gerekli hukukî düzenlemeleri gerekli kılar.
"(Ey resûl, Ey Muhammed!) biz, seni bütün insanlara (dünyada hürriyet ve adalet şartlarını; ahiret hazırlığında ise cennet ve ebedi saadet yollarını gösterici) ve müjdeleyici, inzar (ve irşad) edici (küfür ve kötülüklerden ve onların acı neticelerinden ikaz ve ıslah edici) peygamber olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu (bu gerçekleri) anlamazlar." (Sebe sûresi, 28.) Ayette de belirtildiği gibi bütün insanlığa gelen İslâm, insanlar arasında ayrım yapmayarak insanlığın adil olmasını, beşeriyet nazarıyla uhuvvet içinde olmasını vurgulamıştır.
İslâm Peygamberi Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in şu sözleri işçinin/emekçinin hakkının gözetilmesi ve korunması noktasında dikkat çekicidir: "Ben kıyamette üç kişinin hasmıyım: Bana söz verip sonra sözünden dönen kimse; hür bir şahsı satıp, parasını yiyen ve bir işçiyi kiralayan, onu çalıştıran ve fakat ona ücretini ödemeyen kimse." Hazreti Peygamber bir başka sözünde ise konuya şöyle dikkat çekmiştir: "İşçinin ücretini teri kurumadan veriniz" ve "İşçi çalıştıran kimse, işçisine ne kadar ücret vereceğini bildirsin." Bu ve benzeri birçok nass/delil, uyarı ve işaret nazar-ı dikkate alınarak içinde bulunulan koşullarla birlikte uygun-gerekli hukukî düzenlemelerin gerekliliği ortaya konmaktadır.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem); "Sizin en hayırlınız ahiretini dünyası için, dünyasını da ahireti için terk etmeyen, her ikisinden de nasibini alandır. İki günü birbirine eşit olan aldanmıştır / ziyandadır" buyurmuştur. Geçimin temin edilmesi her toplumda, herkesin yaşamsal gerçekliğidir. Çalışma ve kazanma, dünya hayatının idamesi için vazgeçilmezlik ve evrensellik arz eder.
İslâm, bireyin münzevi bir hayat sürmesini benimsemediği gibi başkasının hizmetiyle işinin görülmesini de ilkesel olarak tasvip etmez. Kur'ân-ı Kerim, Nebe sûresi 9-11. ayetlerde, "Uykunuzu sizin için bir dinlenme (ve ölümü hatırlatıcı) vasıtası kıldık. Geceyi bir örtü, huzur ve istirahat zamanı yaptık. Gündüzü de geçiminiz için çalışıp kazanma zamanı yaptık." buyurulur.
İslâm, Müslümanın toplum içinde örnek şahsiyet olarak var olmasını, güvenilir, dürüst olmasını ve adaleti gözetmesini, insanlara 'hayırlı' olmasını ister. Çalışma hayatındaki genel kriteri: Mübah, helal ve hakkı olanı yapmasıdır.
Kişi, asla insan/kul hakkı yemeye tevessül etmemelidir. Buna mukabil zulmetmemeli ve zulme rıza göstermemelidir. Bu Müslümanın iş ahlakı olmalıdır. Tabi bu dini, "afyon" görüp düşmanlık besleyen Marksizm'in, kuralsızlığı-kaosu benimseyen anarşizmin, ırkçılığı-ötekileştirmeyi kimlikleştiren faşizmin sahadaki çapulculuğu şeklinde algılanmamalıdır.
Şam Avukatlar Sendikasının Hukuk Komisyonu üyelerinden 2010 yılında vefat eden Şamlı hukukçu ve müellif Muhammed Fehr Şakfe'nin 1967 yılında basılmış Ahkâmu'l-Amel ve Hukûku'l-Ummâl fi'l-İslâm adlı eseri, İslâm'da iş hukukunu ve işçi haklarını ayrıntılı bir şekilde ele almaktadır. Eser, İslâm'da İş Ahkâmı ve İşçi Hakları adıyla İhsan Toksarı tarafından Türkçeye kazandırılmıştır (İstanbul, Nida Yayınları, 1968). 'İşçinin görevleri' ve 'İşçinin hakları' başlıklarını taşıyan bölümlerde, çalışma akdinin işçiye yüklediği ödevler ve bahşettiği haklar İslâm hukuku açısından incelenmiştir. Buna göre işçinin temel görevleri; işi bizzat kendisinin yapması, belirlenen müddet içinde fiilen çalışması, işinin hakkını vererek onu en iyi şekilde icra etmesi, iş gereği kendisine emanet edilen malları koruması ve telef ettiklerini tazmin etmesidir. İşçinin hakları başlığı altında ise çalışma hakkı, ücret (ve şartlara göre ücretin yanı sıra yemek, ikramiye, ek ücret, aile yardımı, ücretin artmasını talep, sakatlık ve işten çıkarılma tazminatı) hakkı, çalışma şartlarının iyileştirilmesi ve tazminat hakkı konularına yer verilmiştir. Özellikle bu bölümlerde yazar, ilgili hadisler, İslâm hukuku menşeli Mecelle'den maddeler ve fıkıh eserlerinden örneklerle konuları zengin malzeme eşliğinde açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymakta, gerektiğinde modern kanunlara ve çağdaş fakihlerin görüşlerine de yer vermektedir.
Sonuç – Değerlendirme
John Locke ve Adam Smith gibilerin fikri öncülüğünde şekillenen ve öncelikle İngiltere'de neşvûnema bulan liberal kapital anlayış ve ampirik epistenin neticesinde vücut bulan sanayileşme sürecinin akabinde emekçi/işçi-işveren/patron ikileminde sosyo-ekonomik farklılaşmanın derinleşmesi yaşandı.
Taraflar arasında derinleşen bu farklılaşma, emekçiler cephesinde haklar mücadelesinin örgütlü/organizeli hal almasına götürürken patron/işveren tarafında ise mevcut kapital pozisyonlarını koruma ve kazanımlarını daha da artırabilme şeklinde cereyan etti. Bu tabloda Avrupa'da sosyo-ekonomik konumlanmalar ideolojik doğurmalara yol açtı ve ekseni, düşüncel referansları sosyalizm olan Sol hareketi, işçiler cephesinin sığınağı haline geldi-getirildi.
Uzun mücadeleler ve bedel ödemeler neticesinde çalışma koşulları ve süresi, grev ve sendika hakkı, ücret ve tazminat gibi birçok konuda işçiler topluluğu yasal haklar elde etti. Ancak bir taraftan geçim/barınma/beslenme zorunluluğu, sağlık ve eğitim gibi temel hususlar üzerinden dünya genelinde egemen olan kapital düzenin hegemonyasında dünya halklarının ekserisinin küresel liberal-kapitalist düzenin çarkları içinde öğütüldüğü-öğütülmekte olduğu yadsınamaz. Bununla beraber küreselleşen dijital dünyada sosyal medya, kitle iletişim araçlarını, moda canavarını elinde tutan güçler, insanları adeta formatlamış bir şekilde belirledikleri yönde sürükleyebilmektedir.
Diğer taraftan Batı orjinli olarak ortaya çıkan ve dünyanın farklı yerlerinde çeşitli renklerle kendisini gösteren sosyalizm merkezli sol akımların akamete uğramaları, kendi içlerinde aşırı bölünmeleri, erozyona uğramaları ve kapital bir yaşam içinde görülmeleri, anarşizm ile olan özdeşlikleri, radikalize oluşu hedefleri için temel argüman olarak benimsemeleri ve şiddeti temel referans almaları, zamanla halklar nazarında geçersiz akçeye dönüşmesine yol açtı.
19. yüzyılda sürecin başında yaşanan heyecan, elde edilememiş haklar ve sömürülmenin şiddeti karşısında haklı olarak işçiler, ortak paydada buluşarak mücadele sahnesinde yerlerini aldı. Bu mücadele sürecinde toplumlar, düşünsel ve siyasal dönüşümler geçirip hukuki normları değiştirme yoluna gitti. Bu kazanımlardan biri olarak 1 Mayıs, toplumsal ve siyasal tarihte yerini aldı.
1 Mayıs, emekçinin kendisini ifade ettiği, varlığını kitlesel olarak gösterdiği sembol bir gün olmuştur. Ancak işçi konfederasyonlarının bugünü, aynı platformlarda ve ideolojik saiklerle sahiplendiğini söylemek mümkün değildir.
1 Mayıs, resmi hüviyet kazanmış işçi ve memurların ellerinde bulunan yasal kazanımı kullandıkları gün olmuştur. Devlet ve özel sektörlerin nazarında yasal korunma hakkına sahip olmayan ve her tür suiistimale açık milyonlarca çalışana yönelik bir anlamlılığı olduğu da söylenemez. Özellikle dar gelirli insanlar için kâbus gibi çöken enflasyon durumları karşısında devlet işçisi ve memurları, sendikal güç ve yasal hak ile mümkün olduğunca korunurken işsizler, asgari düzeyliler, özel sektörlerde farklı muamelelere tabi olanlar vb. kitleler nazarında ne 1 Mayıs ne de sendikal varlıklar, hiçbir anlam taşımazlar ve fazlasıyla mağdur olurlar. Bunlara karşın işçiyi/emekçiyi ve sömürülmeye karşın Sol'u sloganlaştıranların kendileri için bu sahadaki en büyük kazanımı ise ezilenlerin 'horlanmışlık', 'ezilmişlik' buhranını kanalize ederek marjinal radikalize oluşumları beslemek olmuştur. Öte yandan Sol ideoloji ile iktidar olunan ülkelerde de bu sorunların ve haksızlıkların giderilmediği, bunların devamlılığını sürdürdüğüne de tarih şahitlik etmektedir.
Türkiye'de 1 Mayıs 1977'de yaşanan olaylarla ilgili emniyet raporlarına ve günün basınına yansıyan bilgilerine göre 'derin' ellerin tertipte bulunduğu, binlerce kişinin toplandığı bir etkinlikte kaos çıkarmak istedikleri, Sol yapılanmaların kendi aralarında ayrıştıkları ve birbirine hasmane davrandıkları, basına göre kimi Sol oluşumların olaylarda silah kullandıkları, toplumsal bir mühendislik icrasında bulundukları anlaşılmaktadır. Hadisenin 12 Eylül darbesi öncesine denk getirilmesi, o günün Türkiye'sinde yaşanan Sağ-Sol kamplaşmaları da göz önüne alındığında yüzbinlerce kişinin katıldığı bir etkinlikte yeterli tedbirin alınmaması istihbarat ve emniyet zaafı olarak görülmelidir. Oluşturulmak istenen toplumsal kaosun yaşanması için devlet organları içinde yer alan bazı kesimlerin de bu işe göz yumduğu da iddialar arasında yer aldığı belirtilmelidir.
Gelinen noktada tarihsel süreçte kapitalizm ve sosyalizm arasında cereyan eden tüm kavgaların, savaşların neticesinde insanlığa şifa bir dünya doğmamıştır. Bilakis bu iki ideoloji arasında yaşanan mücadelelerle çalışanlar açısından ekonomik ağırlıklı bazı kazanımlar elde edilmişse de insanlığın total geleceğine, içine düşürülen dejenerasyona bakıldığında yaşanan tahribatın çapının hesaplanmasının çok zor olduğu anlaşılmaktadır.
Var, varlığı vareden yegâne Var'dır. Varlığın varlığı, Var'ın mülk sahibi olduğuna ispattır ve O'nun varlığı kendindendir. Yaratılanın varlığı, Var olan Yaratan'ın varlığındandır. Allah tarafından yaratılan insan, varlıklar arasında istisnai konuma yerleştirilirken, onun sahip olduğu fizyolojik, biyolojik ve psikolojik/ruhsal; tüm donanımlara göre bir cihan var etmiştir. İnsanın dünya ve ahiret yaşamında istenilen bir sürecin işlemesi ve neticenin elde edilmesini sağlaması için yol haritasını, yaşam reçetesini İslâm ve Peygamberi Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ile sonuçlandırarak dünya hayatının nihayetine dek göndermiştir.
İslâm, insanı bir bütün olarak ele alır. Ne kapitalizm gibi meta olarak görülüp sömürülmesine müsaade eder, ne de sosyalizmdeki gibi yaratılış fıtratına aykırı şekilde komünleşmesine göz kırpar.
Sermaye ve üretim düşmanı olmadığı gibi çalışanın/emekçinin yanındadır, haklarının garanti altına alınmasını emreder.
Adalet, İslâm'ın temel şiarıdır. Tüm inananların uymasını istediği ilahî emirdir. Dünya nizamının temini için insanlar arasında, işçi-işveren arasında hukuka tabi bir norm yapısının olmasını ilkesel olarak ortaya koyar. Günün koşulları dikkate alınarak gerekli düzenlemeler ise işin ehli olanların normatif olarak tanzim etmesine kalır.
Hayatın idamesinde alın terinin karşılığının alınmasında insanlar arasında dayanışma ve paylaşımın olmasına yönelik güzel ahlak odaklı insan hedefleyen İslâm; insanın madde-mana yönünü cem'ettiği gibi ahiret yurduna Var edenin huzuruna insan hakkı yenmiş olarak hiç kimsenin çıkmasını istemez, bu noktada kesin uyarıda bulunur. Böylece İslâm, hem maddi boyutla dünya yaşamında toplumsal örfü de göz önünde bulundurarak hukuki düzenlemelerin yapılmasını vaz'eder hem de inanç/iman ve ahiret gerçeği ile şahsiyet oluşmasını ister. Nihayet ise insanın akıl, irade ve inanç eksenindeki hürriyeti, ona sorumluluk verirken eylemlerinin karşılığına muhatap bırakır. (İLKHA)