Ege Denizi ve Adalar Meselesi
Strateji Düşünce ve Analiz Merkezi (SDAM), Türkiye ve Yunanistan arasında giderek gerilime yol açan Ege Denizi ve Adalar Meselesi üzerine bir analiz yayımladı.
Sidar Ergül'ün kaleminden çıkan analiz, Ege Denizi'ndeki hakimiyet çabalarını tarihsel boyutuyla ele alarak günümüze taşıyor.
Osmanlı hakimiyetinden günümüze Ege Denizi'ndeki sürecin anlatıldığı analizin tamamı şöyle:
Giriş
15. yüzyıldan 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Ege Denizi ve Adalarında Osmanlı Devleti'nin (1300-1922) hâkimiyeti ve kontrolü söz konusudur. Ama Batı'nın Osmanlı aleyhinde birliğe kavuşmasıyla süreç Osmanlı aleyhine işledi. Batı'nın iki yakası İngiltere-Fransa ve Çarlık Rusya'nın Osmanlı Devleti aleyhinde yol almasıyla Yunanistan, bölgede bağımsız bir devlet olarak kuruldu (1829). Bu vakayla birlikte, Ege havzası 'uluslararası sorun' olmaya başladı.
Yunanistan'ın varlığı, Bizans İmparatorluğu'nu yeniden diriltme ütopyasını ifade eden "Megali idea/Büyük fikir" emeliyle güçlendirildi. Bu emelle Yunan milliyetçiliği, Osmanlı aleyhinde geliştirilen projeleri kolaylaştıracak şekilde işletildi. Batı tarafından üretilen Yunanistan romantizmi, Batı'nın o günkü reel projelerine yol aldıracak bir mahiyet üzerine kuruldu.
Bu mahiyette Yunanistan, bir taraftan Ege Denizi ve Adaları üzerinde hak iddia edip bu iddiasını "Megali idea" etrafında bir söyleme ve eylem dizisine dönüştürdü. Diğer taraftan Osmanlı Devleti, Doğu Akdeniz'de hâkimiyet kurma veya nüfuz sağlama siyaseti güden İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya'nın müdahalelerine maruz kaldı.
Yunanistan'ın kendi potansiyeliyle Osmanlı Devleti ile boy ölçüşemeyeceği ilk günden Dömeke Meydan Savaşı'na1 (1897) kadar pek çok vakada anlaşılmıştı. Ancak uluslararası alanda Yunanistan'a, Osmanlı Devleti'ne karşı kazanımlar elde etme fırsatları verilmişti. Trablusgarp Savaşı, 1912-1913 Balkan Haçlı İttifakı'nın getirdiği Birinci Balkan Savaşı ve onun ardından Birinci Dünya Savaşı'nın neticeleniş biçimi, Yunanistan'a Ege üzerinden Anadolu'ya doğru açılma ve Ege Denizi'ni bir Yunan denizine dönüştürme umudu verdi.
Mondros Ateşkes Antlaşması (1918) ile kendi içine hapsedilen Osmanlının elin deki son toprakları da işgallere uğradı. Osmanlı Mebusan Meclisi tarafından onaylanmadığı için hukuken yok hükmündeki Sevr Antlaşmasıyla (1920) İngiltere ve Fransa'nın tasfiye operasyonuna maruz kalan Osmanlı topraklarından Ege Denizi ve Batı Anadolu'da Yunanistan'a da pay verildi. Böylelikle Yunanistan, doktrin haline getirdiği tüm Ege Denizi'ni, Adaları, Trakya ve İstanbul'u içeren 'Megali idea' yolunda önemli kazanımlar elde etti.
İşgalcilere karşı Anadolu'da halkın büyük gayret ve yokluk içindeki fedakârlıklarıyla verilen topyekûn İstiklal mücadelesi neticesinde elde edilen başarının ardından imzalanan Lozan Barış Antlaşmasıyla (1923) -3 deniz mili ile Gökçe ve Bozcaada hariç Ege Denizi ve Adaları, Yunanistan'a bırakıldı. Bu durum Ege Denizi ve Adaları üzerin de Yunanistan'ı ana güç haline getirirken Türkiye'nin kıyılarına sıkışmışlığını sürdürdü.
İkinci Dünya Savaşı'ndan (1939-1945) sonra Paris Antlaşması (1947) sürecinde adaların bir kısmının Türkiye'ye geçmesi mümkün iken İsmet İnönü liderliğindeki Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarı tarafından adeta "istemezuk" tavrıyla ayağa gelen fırsat elin tersiyle tepildi.
2000 yılı sonrası süreçte Türkiye'de yaşanan siyasal ve ekonomik gelişmelere paralel, Ege ve Akdeniz'deki hidrokarbon (petrol, gaz) keşif ve çıkarma çalışmaları ile devletler arasında bölgesel ve küresel rekabette arttı. Türkiye'nin kendi imkânlarıyla bu sahada çalışmalar yapması, Münhasır Ekonomik Bölgeler (MEB) ilan etmesi, savunma sanayiinde yerliliği artırması ve İHA-SİHA gibi modern silah argümanları alanında dünyadaki sayılı devletler arasına girmesiyle Ege'de hareket kabiliyetini artırdı. Ama aynı zamanda Batı'nın da Türkiye'ye yönelik endişelerinde hareketliliğe yol açtı.
20. yüzyılda büyük sarsıntılar geçiren 21. yüzyılın başında ise iç çekişmeler içinde bunalan Yunanistan'ın zayıflayan Batı'nın sun'i teneffüsleriyle dahi yaşayamayacağına dair bir kanaat oluştu. Ancak Türkiye'nin durdurulamaması üzerine Amerika Birleşik Devletleri (ABD) son dönemde süreç yönetimini daha çok üstlendi ve NATO üyesi Yunanistan'ı yine NATO üyesi Türkiye'ye karşı etkin bir askeri güce dönüştürme yönünde faaliyetler içine girdi. Aynı zamanda ABD, Yunanistan ile Mısır arasında da Türkiye aleyhinde kimi sözleşmelerin de önünü açtı.
ABD'nin Yunanistan'a yönelik bu faaliyetleri, ütopik Yunan milliyetçiliğini yeni den toparlarken Mısır ve diğer güdümlü Arap-İslam dünyası devletleri ile sorunlar yaşayan Türkiye'nin de endişelerini artırdı. Türkiye, bir süredir daha çok Kıbrıs bağlamında muhatap olduğu Yunanistan'a karşı Ege Denizi ve Adaları odaklı daha dinamik bir siyaset gündemine yöneldi. Bu gündemin nasıl bir boyut alacağı meçhul iken analizimiz, tarihsel süreci de hatırlatarak konuya bir katkı sunmayı hedeflemektedir.
Osmanlı hâkimiyetinden günümüze Ege Denizi'ndeki süreç
Ege Denizi'ndeki adalar ve bu denizin kıyıları "Ege Bölgesi" olarak adlandırılır.
Ege kelimesinin kökeni veya hangi kelimeden türediği tam olarak bilinmemektedir. Bölgeye adını veren Ege Denizi, yerkabuğunun alçalması neticesinde Akdeniz'in sularının bu alana dolmasıyla oluşmuştur.2
Ege Denizi yaklaşık 200 bin km2'lik bir alanı kapsa yan, 3000 civarı ada, adacık ve kayalıklarla kaplı, yarı kapalı bir deniz niteliğindedir.3
Ege denizindeki adaların çokluğundan dolayı Osmanlı Devleti zamanında ilk dönemlerden itibaren buraya 'Adalar Denizi' denilmiştir.4
Tarihsel süreç içinde farklı kavimlerin hâkimiyetinin yaşandığı Ege Denizi'ndeki adalar üzerinde Müslümanların kısmi varlığı Saruhan, Menteşe, Aydın, Karesi beylikleriyle yaşanmaya başlamışsa da asıl hâkimiyet ve yurt edinimi Osmanlı Devleti ile gerçekleşmiştir.
Osmanlının 14. yüzyılda başlayan Ege Denizi'ne hâkim olma süreci, Girit Adası nın fethedilmesiyle (1669) nihayete ermiştir. Bu gelişme Ege Denizi'ni, Osmanlının bir 'iç denizi' haline getirmiştir. Ege Denizi ve Adaları'ndaki mevcut statüko Yunanistan'ın bağımsız olmasına kadar kesintisiz devam etmiştir.5
19. yüzyılda sanayileşmeyle birlikte gücüne güç katan, emperyalist politikayı bayraklaştıran Avrupa/Batı, elindeki güç araçlarını kullanarak Osmanlı Devleti'ne karşı dini ve siyasi saiklerle çağdaş Haçlı hareket metodunu uygulamış, oryantalist bakışla İslami kimliğinden ötürü 'öteki' olarak bakmış, Viyana Kongresinde (1815) gündeme taşınan 'Şark Doktrini' çerçevesinde ulusçuluk akımlarını da desteklemiştir.
Başat Avrupalı devletler, sömürgecilikleri önünde Osmanlıyı muhakkak aşılması gereken bir engel olarak görmüştür. Sömürgeci lokomotif Avrupalı devletler bu perspektifle hareket etmiş, Osmanlıyı tarih sahnesinden silmeye dönük politikalar izlemişti
19. yüzyılda Fransız devrimiyle si yasallaşan, imparatorlukların parçalanmasında önemli yer tutan Batı menşeli milliyetçilik akımından nemalanan Yunanlar, Mora yarımadasında isyan etmiş (1821) ise de Osmanlı bu isyanı hemen bastırmıştır. Ancak siyasi emellerinden vazgeçmeyen ve Avrupalı mihraklardan destek alan Yunanlar, 1826'da isyanlarına devam etmiştir. Osmanlı, 19. yüz yılın başlarında bir yandan çeşitli ulusçu isyanlarla meşgul iken diğer taraftan başkentte devlete pranga hükmüne geçen birçok Padişahın öldürülmesinde rol alan Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesiyle uğraşmıştır. Yeniçeri Ocağı, Yeniçeriler ve destekçileri ile girişilen mücadele binlerce insanın ölümü ile sonuçlanarak ancak kaldırılmıştır. Bununla beraber yeni bir merkezi ordunun vücut bulması da zaman almıştır. Böylesi bir ortamda cereyan eden Yunan isyanına devlet müdahale ederken İngiliz, Fransız ve Çarlık Rus donanmaları devreye girmiş ve 1827'de Navarin limanındaki Osmanlı donanmasını yakmışlardır. Aynı zamanda Ruslar karadan -bugünkü Romanya bölgesinden- saldırıya geçmiş, Osmanlı Devleti bu kıskaçtan çıkamamış ve mağlup olmuştur. Bu yenilginin neticesinde İngiltere, Fransa ve Çarlık Rusya'nın açık desteği sonucu Edirne Antlaşması (1829) ile Yunanistan bağımsız (1830) kılınmıştır. Bu gelişmeyle birlikte Ege adalarının bir kısmı elden çıkmıştır. Böylelikle Ege Denizi'nde Osmanlı Devleti'nin mutlak mülkiyeti ve hâkimiyeti de son bulmuş, yeni bir paydaş ortaya çıkmıştır.
Ege Adalarının Kaybında Trablusgarp Savaşı ve Uşi Antlaşması'nın Rolü 19. yüzyıldan itibaren askeri, siyasal, ekonomik ve sosyolojik olarak ciddi güç kaybına uğrayan Osmanlı Devleti; elindeki askeri, teknik ve ekonomik imkânlarla mevcut topraklarını korumakta zorlanmıştır. Emperyalizmin kitabını yazan sömürgeci Avrupalı devletlerse sürecin aktörlerinden olarak kendi çıkarlarına göre adımlarını atmıştır. Batılılar, tarihsel tecrübeleri de dikkate alarak Osmanlıya karşı ekseriyetle iş birliği içinde saldırmış ve toprak koparmışlardır.
1870 yılında siyasi milli birliğini sağlayan İtalya, diğer sömürgeci Avrupalı devletlere göre sömürgecilikte geri kalmış olmanın da vermiş olduğu hırçınlık ve acelecilikle aç kurt misali Osmanlının Afrika topraklarını hedefine almıştır. Bu doğrultuda ekonomik çıkarlarını koruma bahanesiyle Kuzey Afrika'da Osmanlının elinde kalan ve bölgedeki son toprağı olan Trablusgarp'ı (bugünkü Libya'yı) işgale girişir. İtalya, 29 Eylül 1911'de, Osmanlı Devleti'ne harp ilan ederek Trablusgarp'a saldırır. Daha önce Cezayir'i (1830) ve Tunus'u (1881) Fransa, Mısır'ı (1882) da İngiltere işgal etmişti.
Coğrafya dikkate alındığında Osmanlının İtalyan işgaline müdahale etmesi için denizi ve Mısır topraklarını kullanmaktan başka seçeneği yoktu. Lakin Trablusgarp'taki ordunun büyük bölümünün Körfez bölgesindeki isyancı Vehhâbîler üzerine gönderilmesi bir boşluk meydana getirmiştir. Bunun yanında Osmanlı donanmasının yakın dönemde 1827 Navarin ve 1853'te Sinop'ta yakılmış olmasının getirdiği yükle birlikte Sultan Abdülaziz tarafından yeni bir donanma oluşturulmuş, modern gemiler satın alınmış ancak gerekli ehemmiyetin verilmemesi, nitelikli eleman yetersizliği ve İngilizlerin Osmanlı Hariciye ve Bahriye bürokrasisini yanlış yönlendirmesi; donanmanın âtıl kalmasına ve gerekli şekilde istifade edilememesine yol açmıştır. Öyle ki 1910 yılında İngiltere'ye staj için gönderilen Osmanlı subayları, Trablusgarp Savaşı başlayınca geri dönmüş ancak İngiltere tarafsızlığını bahane ederek bu subayların savaşa katılmasını engellemiştir.6
Diğer taraftan Osmanlının güç kaybetmesini ve Birinci Dünya Savaşı öncesi İtalya'yı kendi saflarına çekmeyi planlayan İngiltere, Osmanlının Mısır'dan Trablusgarp'a kara ordusunu sevk etmesine de mâni olmuştur. Bu şekilde İtalya'nın kazanmasını istemiştir.
Ancak İtalya burada ciddi bir direnişle karşılaşınca, Osmanlıyı barışa zorlamak maksadıyla İngiltere'nin çıkarlarını zedelememe kaydıyla Ege Denizi'ndeki Rodos ve Oniki Ada'yı 1912'de işgal etmiştir.
Savaş sonrasında İtalya, Trablusgarp'ın kendisine verilmesi karşılığında işgal ettiği Menteşe Adaları'nı (12 ada ve Rodos) 18 Ekim 1912'de imzalanan Uşi Antlaşmasının 2. maddesi hükmünce terk etmeyi kabul etmiştir. Fakat antlaşmanın imzalanmasından önce 8 Ekim 1912'de patlak veren Birinci Balkan Savaşı'ndan yararlanarak söz konusu adaları elinde tutmuştur. Osmanlı Devleti de İtalyan işgali altındaki adaların savaş sebebiyle Yunanistan'ın eline geçmemesi kaygısıyla bu durumu kabullenmiştir.7
Uşi Antlaşması ile 'geçici' olarak bırakılan ve bir daha alınamayan adalar şunlardır:
1. Rhodes – Rodos
2. Astypalaia – İstanbulya
3. Halki – Herke, Hereke
4. Kalymnos – Kelemez
5. Karpathos – Kerpe
6. Kasos – Kaşot, Çoban
7. Kos – İstanköy
8. Leros – İleriye
9. Nisyros – İncirli
10. Patmos – Batnaz
11. Symi – Sömbeki
12. Tilos – İlyaki, İlkil
13. Kastellórizo/Megisti – Meis/Kızılhisar8
Birinci Balkan Savaşı'nda (1912-1913) Yunanistan'ın işgâl ettiği Ege Adaları
Ekim 1912-Mayıs 1913 yılları arasında Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ'ın Çarlık Rusya'nın da katkısıyla Osmanlı Devleti'ne karşı bir araya gelmeleriyle 'Hıristiyan Balkan İttifakı' oluştu. İtalya'nın saldırısıyla yaşanan Trablusgarp Savaşı devam ederken 'Hıristiyan Balkan İttifakı'nı oluşturan devletlerden Karadağ'ın saldırısı ile Birinci Balkan Savaşı başladı.
Bu savaş öncesinde dönemin Osmanlı Harbiye ve Hariciye Nezareti'nin öngörüsüzlüğü ile ekonomik sorunlar gerekçe gösterilerek 60 bin dolayında askeri birlikler terhis edilmiş, söz konusu Hıristiyan İttifakı'ndan bihaber şekilde gafil yakalanılmıştı.
Denizde de Hamidiye Kruvazörü dışında pek bir varlık sergilenememişti. Ordu için de yaşanan kamplaşmalar (mektepli-alaylı), İttihatçı subayların yetkinsizlikleri ve aynı anda birden fazla devletle savaşmak zorunda kalınmasıyla büyük bir yenilginin yaşanması kaçınılmaz olmuştu. Bu yenilgi neticesinde yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan tüm Balkan toprakları kaybedilmiş oldu. Bu gelişmelerin yanında denizlerde Osmanlıdan daha etkin olan Yunan donanması 20 Ekim-20 Aralık 1912 tarihleri arasında Çanakkale Boğazını abluka altına alarak Ege'deki Trakya ve Boğazönü Adaları, Limni, Taşoz, Bozbaba, Semadirek/Simendirek, Bozcaada, Gökçeada, İpasara, Sakız ve Midilli'yi işgal etti.9
Hıristiyan Balkan İttifakı devletlerinin İstanbul'a yakın Çatalca civarına kadar ilerlemesi ve Edirne'nin de düşmesi üzerine Aralık 1912'de Çatalca Mütarekesi imzalanmıştır. Ardından Osmanlı barış teklifinde bulunmuş, başta İngiltere olmak üzere Batı Avrupa devletlerinin Rusya'nın daha fazla nüfuz kazanmaması, Boğazlar bölgesinin kendi iradeleri dışında bir sonuca evrilmesi kaygısıyla bir araya gelerek 1913 Londra Konferansını tertip ettiler. Londra Konferansı sonucunda, 30 Mayıs 1913'de Osmanlı Devleti ile Balkan Devletleri arasında Londra Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmanın 5. maddesi hükmünce Ege Adaları hakkında karar verme yetkisi, Osmanlının "düvel-i muazzama" dediği, zamanın "altı büyük devleti" olan İngiltere, Rusya, Fransa, Alman ya, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın ortaklaşa kararına bırakıldı. Yine aynı paralelde, Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında 14 Kasım 1913'te imzalanan Atina Antlaşması da tarafların Ege Adalarına ilişkin hükmü de dâhil, 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması hükümlerini kabul ettiğini bildirmiştir.
Nihayet 13-14 Şubat 1914 tarihlerin de adı geçen 6 devlet, Ege Adaları hakkında aldıkları ve "Altı Büyük Devlet Kararı" olarak bilinen kararı, bir nota ile Yunanistan'a ve Osmanlı Devleti'ne bildirmiştir. Yunanistan'ın kabul ettiği bu notada Gökçeada, Bozcaada ve Meis Osmanlı Devleti'ne; o dönem Yunan işgalindeki diğer Ege Adaları ise silahlandırılmamak ve askeri amaçlarla kullanılmamak şartıyla Yunanistan'a bırakılmıştır. Osmanlı bu notayı, Yunan iş galindeki adaların Anadolu'nun bir parçası olduğu ve aidiyetinin güvenliğini yakından ilgilendirdiği gerekçesiyle reddetmiştir. Ancak hemen akabinde Birinci Dünya Savaşı'nın yaşanması, Osmanlı Devleti'nin bu savaşta İngiltere, Rusya, İtalya ve Fransa'nın karşısında Almanya'nın yanında yer alıp ikisinin de yenilmesi ile süreci tama men aleyhine neticelendirmiştir.
Lozan Konferansı (1922-1923) ve Lozan Barış Antlaşması'nda Ege Adaları
Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmasının neticesi olarak 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi ve akabinde imzalanan (ama hukuken geçersiz olan) 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması ile Ege Denizi ve Adaları üzerin deki haklarına müstemlekeci devletler el koydu. Mondros Mütarekesi sonrası yaşanan işgallere karşı başlatılan İstiklal Harbi'nin başarıyla nihayete ermesinin ardından taraflar arasında barış antlaşmasının sağlanması amacıyla 11 Kasım 1922 ile 24 Temmuz 1923 tarihleri arasında İsviçre'nin Lozan (Lausanne) şehrinde Lozan Konferansı düzenlendi.
Türkiye'nin geleceği üzerinde tarihi belirleyiciliği olmuş olan bu kritik konferansa katılma aşamasında ülke içinde yaşanan önemli olaylardan biri 1 Kasım 1922'de Memalik-i Osmanî'de Saltanat'ın kaldırılmış ve 622 yıllık Osmanlı Devleti'nin varlığına TBMM'de çıkarılan kanun ile son verilmiş olmasıdır. Böylelikle Lozan'da Türkiye'nin, TBMM tarafından ve İsmet İnönü'nün baş delegeliğinde temsil edilmesi sağlanmıştır.
Konferansın sonunda 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması imzalanmıştır. Türkiye'ye bırakıldığı teyit edilen adalar dışında kalan adalar, isimleri belirtilerek ege menlik hakları Yunanistan ve İtalya'ya bırakılmıştır. Yunanistan'a bırakılan adaların askerden arındırılmış olması ve Türkiye'ye tehdit olmaması hukuka bağlanmıştır. Neticede Lozan Barış Antlaşması, 24 Ağustos 1923'te 14 oya karşılık, 213 kabul oyuyla TBMM tarafından onaylanarak hukukî ve resmi geçerlilik kazanmıştır.10
Konferans'ta coğrafya/kara parçası bakımından Anadolu'ya bağlı parçalar olan Ege Denizi adalarının Anadolu için büyük önem taşıdıklarını, Anadolu'nun tamamlayıcısı olan adaların Türkiye'nin egemenliği altında olması gerektiğini ifade eden İnönü, ayrıca Gökçeada, Bozcaada ve Semadirek Adası'nın Türkiye'ye verilmesini talep etmiş tir. Adaların, Türkiye'ye verilmemesi durumunda ise Ege Adaları için özel bir idarenin oluşturulmasını gündeme getirmiş ancak konferansın belirleyici devleti olan İngiltere'nin baş delegesi Lord Curzon kendi tezlerini kabul ettirmiştir. Yani İngiltere, Ege Adaları üzerinde güdümüne aldığı Yunanistan'ın kazançlı olmasını istemiş, taksimatı buna göre yapmıştır. Böylece Trablusgarp ve Balkan Savaşı sonrası İtalya ile Yunanistan lehine oluşan statüko korunmuştur.
Lozan Barış Antlaşması'nın 12. maddesi: "Gökçeada ile Bozcaada ve Tavşan Adaları dışında, Doğu Akdeniz adaları ve özellikle Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya/Nikerya adaları üzerinde Yunan egemenliği konusunda 17/30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması'nın beşinci ve 1/14 Kasım 1913 tarihli Atina Antlaşması'nın onbeşinci maddeleri hükümleri uyarınca alınan ve 13 Şubat 1914 tarihinde Yunan Hükümeti'ne bildirilen karar, bu antlaşmanın İtalya'nın egemenliği altına konulan ve on beşinci maddede belirtilen adalara ilişkin hükümleri saklı kalmak üzere doğrulanmıştır. İşbu antlaşmada aykırı bir hüküm bulunmadıkça, Asya (Anadolu) kıyısından üç milden az uzaklıkta bulunan adalar, Türk egemenliği altında kalacaktır."11
Lozan Barış Antlaşması'nın 13. maddesinde belirtilen; "Barışın sürekli olmasını sağlamak amacıyla, Yunan Hükümeti, Mi dilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya Adaları'nda aşağıdaki tedbirlere uymayı taahhüt eder. Buna göre; önce bu adalarda hiçbir deniz üssü kurulmayacak, hiçbir istihkâm yapılmayacak, ikincisi, Yunan askerî uçaklarının Anadolu kıyısı toprakları üstünde uçmaları ve buna karşılık, Türk askerî uçaklarının da bu adalar üstünde uçmaları yasak olacaktır. Üçüncüsü, bu adalarda Yunan askerî kuvvetleri, askerlik hizmetine çağrılmış ve bulundukları yerde eğitilebilecek normal asker sayısından çok olmayacağı gibi, jandarma ve polis kuvvetleri de bütün Yunan ülkesindeki jandarma ve polis kuvvetlerine orantılı bir sayıda kalacaktır."12 hükmü ile Yunanistan'a devredilen adaların askerî amaçlar la kullanılmama durumları Türkiye sahillerine çok yakın olan Midilli, Sakız, Sisam ve Ahikerya adalarının isimleri belirtilerek düzenlenmiştir. Lozan Barış Antlaşması'nın 15. maddesi ile "Türkiye, aşağıda sayılan adalar üzerindeki bütün haklarından ve sıfatlarından İtalya yararına vazgeçer: Bugünkü durumda İtalya'nın işgali altında bulunan İstanköy, İstanbulya, Herke, Kerpe, Çoban Adası, İlyaki, İncirli, Kilimli, İleriye, Batnoz, Lipso, Sömbeki ve Rodos adaları ile bunlara bağlı adacıklar ve Meis Adası." Böylece Rodos, Meis ve 12 ada'dan vazgeçilmiş, İtalya'ya ait oldukları kabul edilmiştir. Oysa Lozan'a gidilirken söz konusu Rodos ve 12 ada için Uşi Antlaşması'nın "geçici" kaydı geçerliydi ve Türkiye'nin bunları geri alma hakkı bulunmaktaydı.
Lozan Barış Antlaşması'nın adalarla ilgili son maddesi olan 16. maddesi "Türkiye, işbu antlaşmada belirtilen sınırlar dışında bulunan topraklar üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin olarak, her türlü haklarıyla sıfatlarından ve egemenliği işbu antlaşma da tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar üzerindeki her türlü haklarından ve sıfatlarından vazgeçmiş olduğunu bildirir; bu toprakların ve adaların geleceği, ilgililerce düzenlenmiştir ya da düzenlenecektir." şeklinde kabul edilmiştir.13
Osmanlı Devleti'nin yıkılışı sürecine denk gelen savaşlardaki yenilgilerin bir bedeli olarak zuhur eden Uşi Antlaşması ve Birinci Balkan Savaşı sonrası imzalanan Londra Antlaşması ile işgallere karşı kazanılmış İstiklal Harbi'nin sonucunda imzalanan Lozan
Barış Antlaşmasıyla Ege Adaları üzerindeki stratejik kayıplara bir yenisinin eklenmiş olmasının üzücü ve düşündürücü olmasının yanında, günümüzden yarına uzanacak durumlara zemin oluşturduğunu tarihi ve siyasi süreçler gözler önüne sermektedir.
Lozan Antlaşması'ndan Günümüze
Lozan Antlaşması'nın taraflarca kabulü ile Ege'de Yunanistan en etkin konuma yükselmiş, adaların büyük bölümünü hâkimiyeti altına almıştır. Bu aynı zamanda Ege'de kıta sahanlığı, FIR (Flight Information Region/ Uçuş Bilgi Bölgesi) hattı ve kara sular alanında da daha fazla söz sahibi olmasına yol açmıştır.
İtalya açısından ise Birinci Dünya Savaşı Rodos ve Oniki Ada'yı elde tutmasına imkân sağlamış, Lozan Antlaşması ile ilgili adaların kendisinde kalmasıyla Ege-Akdeniz bileşkesinde Türkiye'nin komşusu olmuş, sömürgeci politikası için önemli kazanım elde etmiştir. Bu durumu İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna dek sürmüştür.
Türkiye ise Çanakkale Boğazının iki yakasında bulunan Gökçe, Tavşan ve Bozca ada dışında bir kazanım elde edememiş, adeta kıyılarına hapsedilmiş, kendisi de Lozan ile buna rıza göstermiştir. Ege Denizi'nin çok girintili-çıkıntılı özelliği, binlerce ada ve adacığı barındırması ve Türkiye'nin bunlara anakara hükmünde olmasına karşın tarihi ve siyasi süreçlerde bertaraf olmasıyla Ege Denizi'nden adeta dışlanmış görünümündedir. Türkiye'nin (Gökçe, Bozcaada hariç) Adalar üzerinde egemenliği bulunmadığın dan ve Yunanistan'ın genel hâkimiyetini artırmada Avrupa Birliği (AB)'nin de desteğini arkasına alarak hareket etmesi, 6 milden14 12 mile çıkarma teşebbüsleri beraberinde Kıta Sahanlığı, Karasuları, Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), Hava Sahası FIR Hattı sorunlarını da doğurmuştur. Türkiye ile Yunanistan arasında deniz sınırı/karasuları bir anlaşmayla kesin olarak belirlenmediği gibi buna bağlı olarak hava sahası da tam olarak belirlenmemiştir. Taraflar arasında bu konuların uluslararası hukuk kapsamında çözülmesi gerekmektedir.15 Bir devletin deniz kıyıları boyunca egemenliği altında tuttuğu belli genişlikteki su alanına "karasuları" denir. Uluslararası alanda bir ülkenin karasuları genişliği ile ulusal hava sahası genişliği, eşit kabul edilmektedir. Yunanistan bunu çiğneyerek, 3 deniz mili olan karasularının genişliğine karşın 1931 yılında hava sahasını 10 deniz mili olarak ilan etmiş, karasularını da 1936 yılında 6 mile çıkarmıştır. Türkiye ise karasularının genişliğini Lozan Antlaşması'ndan itibaren bir dönem 3 mil olarak uygulamıştır. Yunanistan, Türkiye'nin Lozan ile karasularının genişliğini 3 mil kabul ettiğini, bundan ötürü karasularını genişletemeyeceğini, buna hakkı olmadığını savunmaktadır.
Meselenin girift olmasında Yunanistan'ın Ege Denizi'ne yönelik "benim denizim" gibi bir tutum sergilemesi ve egemenlik alanını genişletme girişimlerinin yanında 1964'te yürürlüğe giren BM Cenevre Deniz Hukuku Sözleşmesinin yerini alan 10 Aralık 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin (BMDHS) karasuları genişliğini 12 mile çıkarma konusunda devletlere 3. madde16 ile verdiği yetkinin yine Yunan devletince art niyetle yorumlanması etkili olmuştur.
Türkiye'nin onaylamadığı dolayısıyla kendisi için bağlayıcılığı olmayan17 1982 BMDH Sözleşmesi, Yunan Parlamentosunda kabul edilmiş ve Yunanistan karasuları genişliğini 12 mile çıkarma niyetini açıkça ortaya koymuştur. Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkarma teşebbüslerine karşı, Türkiye bunun bir savaş nedeni sayılacağını ve kabul edilemez olduğunu ilan etmiştir.18 Bunlara karşın Türkiye, 1964'e dek Yunanistan'ın karasularını 6 mile çıkarmasına karşı çıkmamışken, ilişkilerin değişmesi ve Kıbrıs'ta yaşanan Yunan ve Rum saldırıları sebebiyle 15 Mayıs 1964'te Karasuları Kanunu ile karşılıklılık/mütekabiliyet ilkesini baz alarak karasularını 6 mile çıkarmıştır. BMDHS sonrası ise 1964 yılı yasasını da teyit eden 2674 numaralı 29/5/1982 tarihli, 17708 sayılı resmî gazetede yer alan "Karasuları Kanunu"nun 1. maddesinde "Türk karasuları Türkiye ülkesine dâhildir. Türk karasularının genişliği altı (6) deniz milidir… Cumhurbaşkanı, hakkaniyet ilkesine uygun olmak şartıyla altı deniz milinin üstünde karasuları genişliği tespit etmeye yetkilidir." demektedir. 2. maddesinde ise "Türkiye ile kıyıları bitişik veya karşılıklı olan devletler arasında karasuları anlaşma ile sınırlandırılır. Bu anlaşma bölgenin bütün ilgili özellikleri ve durumları göz önünde bulundurularak, hakkaniyet ilkesine göre yapılır."19 hükmüne yer verilmiştir. Bu kanuna göre, Ege Denizi için Türkiye karasularının genişliği 6 mil olarak belirlenmiş, Karadeniz ve Akdeniz'de diğer devletlerin bu konudaki tutumlarına bakılarak 12 mil olarak uygulanmıştır. Yunanistan'ın atacağı adımlara göre söz konusu kanunda da işaret edildiği üzere Türkiye, karasularını 12 mile çıkarma hakkını saklı tutmaktadır.
Kıta sahanlığı, bir kıyı ülkesinin deniz alanında süren doğal uzantısıdır. Su derinliği 50-500 metre arasında değişmekte ve gittikçe derinleşmektedir. Kıta sahanlığı olgusu, ilk kez ABD'nin eliyle 1945 yılında Truman Bildirisi ile ortaya çıkmıştır. Bu bildiri ile ABD, kıta sahanlığı dâhilinde bulunan deniz altındaki ve üstündeki tüm kaynakların ABD'ye ait olduğunu ilan etmiştir. Sonrasında bu yaklaşım, uluslararası alanda benimsenerek kural olarak kabul edilmiştir.20 Uluslararası hukuk uyarınca devletin ilan zorunluluğu da yoktur.21 Yani bir kıyı devletinin kullanım hakkı, ilan olmaksızın kullanımındadır ve mesafesi kıyıdan 200 mildir. Ege'de denizin toplam alanı 213.016 km2'dir. Mevcut 6'şar millik karasuları genişliği durumunda, Ege'de Türkiye Karasuları alanı 14.322 km2 (toplam deniz alanının yüzde 7,5'i), Yunan Karasuları alanı 79.007 km2 (top lam deniz alanının yüzde 41,5'i) ve uluslararası/açık deniz alanı 96.703 km2 (toplam deniz alanının yüzde 51'i)'dir.22
Lozan Antlaşması yapıldığı zaman, Ege'de Yunanistan ile Türkiye'nin karasuları 3 deniz miliydi ve bu sayede Ege Denizi'nin yüzde 75'i açık deniz idi; yani uluslararası sular kapsamındaydı. Fakat Yunanistan, Lozan dengesini bozucu ilk girişimini 1931 yılında yapmış; 3 deniz mili olan karasularını sivil havacılık bahanesiyle 10 deniz mili olarak ilan etmiştir. Uluslararası hukuk ile bağdaşmayan bu uygulamaya hiçbir devlet ve Türkiye uymamaktadır. Yunanistan, 17 Eylül 1936'da tek taraflı olarak karasularını 3 deniz milinden 6 deniz miline genişletmiştir. Yani Yunanistan bununla Ege'nin yüzde 25'ini egemenliğine katmıştır. Türkiye ise bu haksız gelişmeye 28 yıl sonra 1964'te özellikle Kıbrıs'taki gelişmeleri dikkate alarak, 1964 tarih ve 476 Sayılı Karasuları Kanunu ile karasularını 6 deniz mili olarak açıklamıştır.
Menteşe Adaları'ndaki 13 ada ve bunlara bağlı adacıklar ve haricen Meis adasının egemenliğinin Lozan Antlaşması 15. md. ile ismen sayılarak İtalya'ya devredilmesi, bu ülke ile söz konusu bölgedeki adalar üzerinden yeni gelişmelerin yaşanmasına sebep ol muştur. Türkiye – İtalya hükümetlerinin görüşmeleri neticesinde Meis adası bölgesinde yer alan bazı adacıklar ile Bodrum Körfezi karşısındaki Kara Ada'nın aidiyeti konusun da İtalya ile 4 Ocak 1932 Sözleşmesi imzalanmıştır. Böylece, Meis Adası ile Anadolu kıyıları arasındaki karasuları sınırının nerelerden geçeceği bu Sözleşme ile tespit edilmiş tir. TBMM Sözleşmeyi 14 Ocak 1933'te onaylamıştır. Bu sözleşme ile Meis bölgesindeki bazı adacık ve kayalıklar Türkiye'ye bırakılmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya, 1947 Paris Barış Antlaşması'nın 14. maddesi hükmünce, Meis dâhil 14 ada ve adacıkların egemenliğini Yunanistan'a devretmiştir. Ancak sözü edilen "bitişik adacıkların" hangileri olduğu antlaşma metninde yer almamıştır. Burada önemli olan, Lozan'da Meis'e bağlı adacıkların Türkiye'ye bırakılmış olmasıdır. Lozan Barış Antlaşması'nın 12. maddesi gereğince egemenliği Yunanistan'a devredilen adaların dışında kalan örneğin, Zürafa Kayalıkları, Koyun Adaları, Hurşit Adası, Nergisçik, Keçi Adası, Bulamaç, Eşek Adası, Ardacık, Çerte ve daha yüzlerce ada, adacık ve kayalık üzerinde Türkiye'nin egemenliği, -Osmanlı Devleti'nin halefi olması sebebiyle- hukuken devam etmektedir. Lozan Antlaşması'nın 6. maddesinin son paragrafında, "İşbu muahedede hilâfına bir hüküm olmadıkça hududu bahriye (deniz sınırı), sahilden üç milden az mesafede ada ve adacıkları ihtiva eder" hükmü mevcuttur. Fakat Türkiye, Ege'de karasularını 3 deniz mili olarak kabul ettiğine dair bir sözleşmede bulunmamıştır. Ancak uluslararası geliş meler, Türkiye'nin içe kapanık vizyonu ve ürkek siyaseti, adalar üzerinden oyuna getiri lirim gibi evham-ı efkâr ile olanları uzunca bir süre seyretmiştir. Bu doğrultuda Ege'deki statüko, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmelerle Türkiye aleyhine üçüncü kez bozulmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirilen Paris Barış Konferansına (1947) Türkiye de davet edilmiştir. Bunun nedeni ise uluslararası hukuka göre Uşi Antlaşması kapsamında bu adalarda Türkiye'nin de söz hakkının olmasıydı. Lakin dönemin Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye'nin Paris Barış Konferansına katılmaması kararını almış ve adaların Yunanistan'a verilmesine ses çıkarmamıştır.23 Öyle ki Cumhur başkanı İnönü, Türkiye'ye yapılan adaların verilmesi önerilerine temkinli yaklaşmayı tercih etmiştir. İngiltere Dışişleri Bakanı Anthony Eden, SSCB lideri Stalin ile yaptığı görüşmeyi İnönü'ye aktarınca "neyin bedeli" diye sormuş ve Eden'dan "tarafsızlığın bedeli" cevabını almıştır. Ancak İnönü, savaş zamanında yapılan bu tür önerileri "savaş zamanının gelip geçici hırslandırmaları" olarak görmüş ve adalara kayıtsız kalmıştır.24 Türkiye Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreterliği görevini yürüten Feridun Cemal Erkin, Hükümete müracaat ederek Oniki Ada'nın kaderinin konuşulacağı konferans nezdinde Türkiye'nin herhangi bir talepte bulunup bulunmayacağını sormuş, Hükümet, Erkin'e: "Savaşa katılmadığımız için ganimetlerinden pay almak hakkını kendimizde görmüyoruz, hiçbir teşebbüs yapılmasın" talimatını vermiştir.25
Lakin İnönü, İkinci Dünya Savaşı sürecinde ABD, İngiltere, SSCB'nin yer aldığı Müttefik blokunun adalara dair önerisini "savaş zamanının gelip geçici hırslandırmaları" diye niteleyip reddederken aynı İnönü'nün savaşın sonlarında Müttefiklerin, Yalta Konferansı'nda (4-11 Şubat 1945) yaptığı Almanya'ya savaş açmayanların uluslararası sistemde yerlerinin olmayacağı minvalindeki notaları üzerine fiilen olmasa da 23 Şubat 1945'te resmen savaş ilan etmiştir. Hal böyle olunca ve kayıplar günümüzde ülkenin başını ağrıtmaya devam edince acaba bunlar neyin "bedeli" ve "hangi hırslandırmanın" neticesiydi sor(g)usu kaçınılmaz olmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı'nın belirleyicisi ABD'nin de çabaları ile yenik İtalya'nın elin deki Ege Adalarının 1947 Paris Barış Antlaşması ile Yunanistan'a devri sağlandı. 1947 Paris Barış Antlaşması 14. maddesinde "İtalya işbu Antlaşma ile aşağıda belirtilen Oniki Ada'yı tüm egemenliği ile Yunanistan'a devreder: Stampalia (Astropolia), Rhodes (Rhodos), Calki (Kharki), Scarpanto (Skarpanto), Cassos (Casso), Piscopis (Tilos), Misiros (Nisyros), Calimnos (Kalymnos), Leros, Patmos, Lipsos (Lipso), Simi (Symi), Cos (Kos) ve Castellorizo ve bitişik adacıklar. Bu adalar silahsızlandırılacak ve öyle kalacaklardır. Bu adaların Yunanistan'a devri ile ilgili usul ve şartlar, Birleşik Krallık Hükümeti ile Yunanistan arasında, anlaşma ile tespit edilecektir ve bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 90 gün içinde yabancı birliklerin çekilmesi için gerekli düzenlemeler yapılacaktır" hükmü yer almıştır. Böylece İtalya, daha önce Lozan'ın 15. maddesi ile kendisine devredilen adaların egemenliklerini, 10 Şubat 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması ile bu kez Meis dâhil, Rodos ve 12 adayı silahsızlandırılmış olmaları şartıyla Yunanistan'a devretmiştir. Fakat Türkiye'nin imzasının olmadığı 1947 Paris Barış Antlaşması'nda Meis ve bitişik adacıkları İtalya'dan Yunanistan'a devredilirken, Türkiye-İtalya arasındaki 4 Ocak 1932 Sözleşmesi'ne herhangi bir atıf yapılmamış, konuya ilişkin Türkiye'nin onayı alınmamıştır. Dolayısıyla Kaş-Meis bölgesinde bulunan ve Meis'e bitişik olmayan ada, adacık ve kayalıkların egemenlik durumları muğlak kalmıştır. Zira Meis'e bitişik olmayan adacıklar, Paris Barış Antlaşması ile Yunanistan'a devredilmemiştir. Ayrıca Meis bölgesinde bulunan iki müstakil ada olan Kara Ada ve Fener Adası da Lozan'da egemenlik devrine konu olmamıştır.
Adaların ve onlara bağlı adacık, kayalıkların kime ait olduğuna bağlı olarak karasuları meselesi zuhur etmektedir. Lozan Antlaşması'nda karasuları hakkında kapsamlı bir hüküm yer almamıştır. Yalnız bazı adaların kime ait olduğu tespit edilirken Anadolu kıyılarına 3 deniz milin den az mesafede bulunan adaların Türkiye'ye ait olacağı belirtilmiştir. Günümüzde Türkiye-Yunanistan arasında karasularına ilişkin imzalanmış herhangi bir anlaşma da yoktur. Karasularının 12 deniz miline çıkarılması, Ege Denizi'ndeki çıkar dengelerini Türkiye'nin aleyhine orantısız bir şekilde değiştirecektir.26 Yunanistan'ın karasularını 12 mile genişletmesi halinde ise Türkiye Karasuları yüzde 8,76'ya, Yunan Karasuları yüzde 71,53'e yükselecek, uluslararası/açık deniz alanları ise önemli ölçüde daralarak, yüzde 19,71'e düşecektir.27
Yunanistan'ın bu politikalarına karşı Türkiye'nin bir tepkisi de Casus Belli (savaş nedeni)28 kararı olarak bilinen, 8 Haziran 1995 tarihli TBMM bildirisidir. Söz konusu bildiri ile TBMM'nin, Yunan karasularının genişletilmesine karşı iradesi şu şekilde ifade edilmiştir: "Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yunanistan Hükümetinin Lozan'la kurulmuş dengeyi bozacak biçimde Ege'deki karasularını 6 milin ötesine çıkarma kararı almaya cağını ümit etmekle birlikte, böyle bir olasılık durumunda, ülkemizin hayatî menfaatlarını muhafaza ve müdafaa için, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine, askerî bakımdan gerekli görülecek olanlar da dahil olmak üzere, tüm yetkilerin verilmesine ve bu durumun Yunan ve dünya kamuoyuna dostane duygularla duyurulmasına karar vermiştir."29 Şu anda, Yunanistan'ın karasuları Ege Denizi'nin yüzde 40'ını oluşturmaktadır. Yunanistan'ın karasularının 12 deniz miline çıkarılması demek, bu oranın yüzde 70'e çıkmasıdır. Açık deniz büyüklüğü yüzde 51'den yüzde 19'a düşecektir. Böylelikle Türkiye'nin karasuları da Ege Denizi'nin yüzde 10'undan daha az kalmaktadır.30 Kıta sahanlığı konusunda Yunanistan; Ege Adalarının Yunanistan'ın bir parçası olduğunu savunurken, Türkiye ise; kıta sahanlığı sınırlandırmasının iki ülke arasında yapılacak anlaşma ile belirlenmesi gerektiğini, doğal uzantının esas olduğunu, Ege Denizi'nin yarı-kapalı deniz olduğunu savunmaktadır.31
Kıta sahanlığına ilişik olarak ayrıca Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) hususu devreye girmektedir. Münhasır Ekonomik Bölge, karasularının başlangıcından itibaren 200 deniz mili alan genişliğindeki canlı olan, olmayan kaynaklar üzerinde kıyı ülkelerin ekonomik haklar elde etmesidir. MEB kavramı, kıta sahanlığı haklarını da içermektedir. 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile uluslararası hukuka girmiştir. MEB, kıyı devletine deniz yatağı sularında deniz yatağında, bölge toprak altın da canlı ve cansız kaynakların yönetimi konusunda (araştırma, işletme, muhafaza gibi) haklar tanıdığı gibi aynı şekilde akıntı, rüzgâr gibi enerji kazanımı sağlanacak alanların da kullanımına dair egemen haklar verir. BMDHS 75. maddesi uyarınca MEB'in ilanı ve BM'ye deklare edilmesi gerekmektedir.32
Ege Denizi'yle ilgili gündemin bir yanı, sorunun tarihsel boyutunun ötesinde Türkiye'nin son yirmi yılda yakaladığı ekonomik trend ve benimsediği eksenle ilgilidir. Türkiye'nin yakaladığı ekonomik trend, ülkeyi Batı'ya muhtaç olma konumundan uzaklaştırırken benimsediği eksen, Batı'nın ileri bir karakol olarak gördüğü Türkiye'yi kaybetme kaygısını derinleştirirken Yunanistan'a ilgisini artırmıştır.
Türkiye ve Yunanistan, büyüyen Rusya'ya karşı bu coğrafyada Slav olmayan iki unsurdur. Türkiye; Rusya ile geçmişe göre daha ucu açık bir siyasete yönelmişken Rusya'ya karşı Batı'nın etki alanında sadece Yunanistan kalmaktadır. Bu yönden Batı, Yunanistan'ı hem Rusya hem Türkiye'ye karşı bir ileri karakol olarak tasarlamaktadır.
Bu tasarının ülkenin bir silah deposuna dönüşmesinden ve başkalarının hedefleri için kullanılmasından rahatsız olan, ABD karşıtı bir kısım ama köklü33 Yunanistan kamuoyunu memnun etmediği de malumdur. ABD, Türkiye'de değişimin henüz başladığı günlerde bu kamuoyunu ikna etmeye yönelik bir çaba içinde olmuştur.34
Ege Denizi ile ilgili tartışmalarda başka bir faktör de petrol ve gaz sahalarının tespitidir. Yani karasuları dışındaki 200 metre su derinliğine kadar uzanan deniz yatağı hammadde kaynaklarının arama ve işletilmesi hususudur. Türkiye'nin sahip olduğu nüfus, ülkedeki araç sayısı, gelişmişlik seviyesinde yaşanan artışlar ve bu noktada neredeyse tamamen dışa bağımlı olmasıyla hazineye binen büyük döviz yükünü de dikkate aldığımızda meselenin ciddiyeti daha anlaşılır olmaktadır. Bu kapsamda güncel sorun; Yunanistan'ın silahlandırmaması gereken Ege adalarını silahlandırması ve asker konuşlandırmasıdır. Bu noktada da Yunan devleti, hukuku çiğnemekte ve Türkiye'nin güvenlik kaygılarını artırmaktadır. Buna bağlı olarak güvenlik ve uluslararası hukukun verdiği hak ile Türkiye, Yunanistan'a tepki göstermektedir.
Son dönemlerde ortaya konulan "Mavi Vatan" yaklaşımını benimsemiş görünen Türkiye; devlet iradesinin sağlamlığı, askeri donanımın yerliliği ve keyfiyeti, diplomatik yolları cesaretle kullanması, donanmayı aktif kılması gibi parametrelerle daha etkin rol oynamakta ve Yunanistan'a karşı tavrını net ortaya koymaktadır. Türkiye'ye karşı yetersiz olan Yunanistan'ın en büyük destekçileri ise Avrupa Birliği (AB) ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) olarak belirmektedir.
Bu çerçevede dikkat çeken bir başka husus ise ABD'nin Yunanistan'da çok sayıda askeri üs kurmasının gündem olması ve ülkede ciddi tartışmalara konu olmasıdır. Cari olan uluslararası hukuka göre adaların silahlandırılmaması gereğince ABD'nin üs'leri Girit Adası hariç Yunan anakarasında yoğunlaşmıştır. ABD'nin NATO müttefiki olan Türkiye'nin çevresinde bu kadar çok askeri üs kurması "şüpheleri" beraberinde getirmiştir. "Acaba bu hazırlıklar Türkiye'ye karşı Yunanistan ile birlikte ilerde olası bazı girişimlerde bulunmanın hazırlıkları mıdır" sorusuna yol açmaktadır. Bununla beraber ABD'nin sadece Yunanistan'da değil, Türkiye'nin etrafında bulunan pek çok yerde üsleri olduğu gibi bizzat Türkiye'nin içinde varlık gösteriyor olması "asıl" üzerinde durulması ve çözüm sağlanması gereken mevzu olsa gerektir.
Sonuç
Batı tarafından Yunanistan'a devlet olarak varlık kazandırılması, Osmanlıya karşı "sorun" oluşturma stratejisinden bağımsız değildir. Türkiye, Osmanlı mirasını reddetmişse de o stratejinin yol açtığı sorunu devralmak durumunda kalmıştır.
Bu bağlamda;
-Lozan Barış Antlaşması'ndaki diplomatik başarısızlıklar,
-İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan uluslararası koşulların değerlendirilmemesi,
-Türkiye'nin Cumhuriyet Dönemi boyunca içe kapanık ya da dışarıya bağımlı bir hariciye siyaseti benimsemesi,
Buna karşı;
-Batı'nın Yunanistan'ı Türkiye aleyhine sürekli kışkırtması,
-Yunan milliyetçiliğinin Yunanistan'ın Ege'de genişleme ve etki alanını artırması yönünde işletilmesi,
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi ve Adaları etrafında odaklanan sürekli bir sorun sahası oluşturmuştur.
Ege Denizi; Karadeniz ve Akdeniz arasında geçişi sağlayan güvenliği hayati öneme sahip, bölgesel ve küresel deniz ticaretinde önemli bir yere sahip olan "ara deniz"dir. Türkiye ve Yunanistan arasında Ege'de yaşananlara bakıldığında meselenin temelde "egemenlik" ve "paylaşım" sorunu olduğu anlaşılmaktadır. Ege Denizi ile ilgili haritaları göz önünü serdiğimizde Türkiye'nin haksızlığa uğradığı açıkça görülmektedir.
Türkiye anakarasıyla ilişkili, kıta sahanlığı bağlamında 200 mile göre de Türkiye'de olması gereken tüm adaların Yunanistan'a bırakıldığı ortadadır. En çarpıcı ve ilginç örnek ise Türkiye'ye 2,8 km, Yunanistan'a 580 km uzaklıkta bulunan Kızılhisar/Meis adasının Yunanistan'da olmasıdır. Bu ve benzeri durumlar Türkiye'nin coğrafyaya bağlı doğal haklarının dahi gaspı anlamına gelmektedir.
Taraflar arasında ikili ya da başkalarının hakemliğinde diplomasi yollu çözümler geliştirilmezse küresel güçler hep devrede olacak, bu bölgesel sorun devam edecek, buna bağlı olarak güvenlik gerekçesiyle askeri harcamalara daha fazla bütçe ayrılacak, iki tarafın da zaaflarının üçüncü taraflarca kullanılabilme ihtimalleri hep olacaktır.
Taraflar arası makul bir çözüme ulaşılmazsa Türkiye'nin haklı olarak "kırmızıçizgi" olarak ilan ettiği 12 milin Yunanistan tarafınca uygulanması hâli "sıcak savaş" durumuna gebe bir durumdur. Türkiye ile Yunanistan arasında mevcut koşullarda bir savaş, iki tarafın da çıkarına değildir. Böyle bir savaş, zayıf Yunanistan'ı daha da tüketir ve onun Batı'ya bağımlılığını artırır.
Batı, ilk günden Yunanistan'ı "evlat" olarak değil, zaman zaman kullanacağı bir dış kapı bekçisi olarak değerlendirmiştir. Yunanistan'ın Türkiye aleyhine kullanılması, Yunanistan'ı büyütme emellerinden öte, Batı'nın Türkiye üzerinde tahakküm kurma emellerine dayanmaktadır. Türkiye, küresel güçlerin stratejileri lehine geliştirilen bölgesel düşmanlıklar klasik söylemini aşarak Yunan toplumuna bu gerçekliği kavratma olanaklarını hep değerlendirmek durumundadır.
Türkiye, Batı'nın Yunanistan üzerindeki tahakkümü ve ona verdiği desteğe rağmen diplomatik kanalları devre dışı bırakmadan, kendi potansiyelini yerli yerinde kullanırsa Ege'deki sorunları lehinde çözme imkânına sahiptir. Bu imkânın etkinleştirilmesi, ekonomik yeterliliği sağlama ve askerî açıdan dışarıya bağımlılığı sonlandırma yönün de projelerin devamını gerektirmektedir. Bu yöndeki adımlar, bütün kesimlerin lehine olan, İslam'ın ön gördüğü insanî hedefler merkezli yapıldığında bölgenin aynı anda yeni bir güce kavuşması ve kısır düşmanlıklardan kurtarılması da mümkündür.
Dipnotlar:
1- Dömeke Meydan Savaşı: 1829 Edirne Antlaşması sonrası 1830’da Yunanistan bağımsız olduktan sonra Batılı devletlerinde desteğini arkasına alarak ‘Megali idea’ ekseninde egemenlik alanını genişletme politikasına yöneldi. Bu doğrultuda Ege Denizinde hakimiyetini genişletme amacıyla Osmanlı’nın elinde bulunan Girit Adasına göz dikti ve oradaki Rumları isyana sürükledi. Filika Eterya adlı çete örgütü de kullandı. 1896’da yaşanan isyan üzerine Girit’e asker çıkardı. Bu durum Osmanlı-Yunan Savaşı olan Dömeke Meydan Savaşına (17 Mayıs 1897) yol açtı. Yaşanan savaşı hem karadan hem de denizden Osmanlı, Gazi Edhem Paşa komutasında kazanır ancak Avrupalı büyük devletler, Osmanlı’ya baskı kurarak ilerlemesini durdurur, ateşkes sağlanır ve İstanbul’da düzenlenen konferansla ile savaşı bitirirler. Yunanistan, Girit’ten çekilir ancak dış baskı ile Girit’e özerklik verilir. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet ile Yunanistan, Girit’i ilhak ederek ele geçirdi
2- Fuat İnce, "Lozan Barış Antlaşması ve Ege Adaları", Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı 53, (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 102.
3- Ertuğrul Apakan, "Ege ve Doğu Akdeniz Meselelerinin Tarihsel, Hukuki ve Siyasi Veçheleri Üzerine Tahlil ve Düşünceler", ODTÜ Gelişme Dergisi, 48 (Aralık), 2021, s. 156.; Neslihan Altuncuoğlu, "Uluslararası Antlaşmalar Işığında Ege Adaları Sorunu", History Studies, Yıl 4, Sayı 4, Kasım 2012, s. 1.; bir diğer kaynak ise 2383 sayısını vermektedir. Serhat Yücel, "Ege'de Bitmeyen Sorunun Bir Unsuru Olarak Türk ve Yunan Karasuları ve Ulusal Hava Sahaları", Güvenlik Stratejileri Dergisi, Cilt 6, Sayı 12, 2010, s. 88.
4- https://mavivatan.net/ege-denizinin-tarihi-gecmisi/ E.T: 09.06.2022
5- Gökhan Ak, "Ege'deki Hayalet: Türk-Yunan Deniz Sınırı, Durum ve Etkileri", Cumhuriyet Tarihi Araştırmaları Dergisi, Yıl 10, Sayı 20, Güz 2014, s. 262.
6- Hüsnü Özlü, "Arşiv Belgeleri Işığında Balkan Savaşları'nda Ege Adaları'nın İşgali Süreci", Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, XII/25, 2012-Güz, s. 10
7- Çağla D. Tağmat, "Trablusgarp Savaşı'ndan Lozan Antlaşması'na On İki Ada Konusunda (Gizli) Görüşmeler", Türkiyat Mecmuası, C. 28/1, 2018, ss. 139-161.
8- Gürhan Yellice, "Oniki Ada Meselesi ve İngiliz-İtalyan İlişkilerine Etkisi, 1912-1914: İngiltere'nin İtalya'yı Oniki Ada'da Uzaklaştırma Girişimleri ve İtalya'nın Yaklaşımı", Akademik Tarih ve Araştırmalar Dergisi, Yıl 2021, Sayı 5, s. 271.
9- Tağmat, a.g.m, s. 144.
10- https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc002/kanuntbm[1]mc002/kanuntbmmc00200343.pdf E.T: 13.06.2022
11- İnce, a.g.m, s. 123.
12- İnce, a.g.m, s. 123.
13- İnce, a.g.m, s. 124.
14- 1 deniz mili: 1852 metredir.
15- Başlıca Ege Denizi Sorunları / T.C. Dışişleri Bakanlığı (mfa.gov.tr) E.T: 10.06.2022
16- Bknz http://www.turkishgreek.org/kuetuephane/item/153-unclos-turkish E.T: 13.06.2022
17- Şule Anlar Güneş, "Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi ve Deniz Çevresinin Korunması ", Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (AÜHFD), C. 56, Sayı 2, Yıl 2007, ss. 12-13.
18- https://www.cnnturk.com/dunya/casus-belli-hala-gecerli E.T: 13.06.2022
19- Düstur, Tertip 5, Cilt 21, 1982, s. 338.
20- https://bau.edu.tr/haber/15945-kita-sahanligi-ve-munhasir-ekonomik-bolge-nedir E.T: 13.06.2022
21- https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/5-maddede-gundemdeki-uluslararasi-deniz-hukuku-terimleri/1981209 E.T: 13.06.2022
22- Serhan Yücel, "Ege'de Bitmeyen Sorunun Bir Unsuru Olarak Türk ve Yunan Karasuları ve Ulusal Hava Sahaları", Güvenlik Stratejileri Dergisi, Cilt 6, Sayı 12, 2010, s. 89
23- Cüneyt Yenigün, "Ege'de Barış Yolunda Donmuş Sorunlar", Dünya Çatışmaları, C. 1, 2010, s. 708.
24- Yaşar Semiz, Güngör Toplu, "Ege Adaları Tartışması ve Türkiye: II. Dünya Savaşı Süreci", Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, Cilt 3, Sayı 19, 2019, s. 2387.
25- Semiz, Toplu, s. 2390.
26- Başlıca Ege Denizi Sorunları / T.C. Dışişleri Bakanlığı (mfa.gov.tr) E.T: 10.06.2022
27- Uğur Bayıllıoğlu, "Ege Karasuları Genişliği Uyuşmazlığına Bir Çözüm Önerisi: Seçici Genişletme", Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 2019/2, s. 14.
28- Casus Belli kavramı, bir ülkenin savaşa girme nedenini belirtmek için kullanılmaktadır. Ayrıca savaş olasılığı, savaş durumu, savaş sebebi anlamını da içeren, geçerli savaş sebebi oluşma hali, askeri çatışmaya sebep olacak durum/fiil, kesin ve ağır yaptırım olarak askeri tedbirler dâhil her türlü kuvvet kullanma durumu anlamına da gelmektedir. https://m5dergi.com/son-sayi/makaleler/casus-belli-yanilsamasi/E.T: 13.06.2022
29- Bayıllıoğlu, ss. 7-8.
30- http://www.mfa.gov.tr/baslica-ege-denizi-sorunlari.tr.mfa E.T: 09.06.2022
31- Adnan Önder, "Türk Yunan İlişkileri (Kıta Sahanlığı Meselesi)", Edirne Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek lisans tezi, Şubat 2008, s. 4.
32- https://bau.edu.tr/haber/15945-kita-sahanligi-ve-munhasir-ekonomik-bolge-nedir E.T: 13.06.2022
33- Elisabeth Kirtsoglou and Dimitrios Theodossopoulos, "The Poetics of Anti-Americanism in Greece: Rhetoric, Agency, and Local Meaning", May 2010, Social Analysis 54(1):106-124.
34- https://www.wilsoncenter.org/publication/are-the-greeks-anti-american E.T: 24.06.2022