• DOLAR 34.542
  • EURO 36.446
  • ALTIN 2957.4
  • ...
Susa Cami Katliamı Üzerinden 30 Yıl Geçti
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

1990-91 yılında Türkiye’nin doğu kesimi adeta diken üstündeydi. Kendisi gibi düşünmeyen ve kendi yaşam tarzına uymayan kim varsa, onları yok etmeye odaklanan sosyalist düşünceye sahip PKK, birçok oluşumu yok etmiş ve bölgede mutlak güç olmuştu. Bu yolla elde ettiği güç, bir zaman sonra zafer sarhoşluğuna ve kibir putuna dönüşmüştü. Kendisini dev aynasında görüyordu. PKK militanları, bölgede istediklerini öldürüyor, istediklerini haraca bağlıyor ve istediklerini de başka bölgelere sürüyorlardı. Karşılarında duracak hiçbir güç kalmamıştı. Hatta devlet dahi bu güce karşı koymada yetersiz kalıyor veya bilerek örgüte alan açıyordu. Bölgede yaşayan kimi Müslümanlar, kalben olmasa da lafzen ve fiilen onlara teslim bayrağını çekmiş, onların yönlendirmesiyle hayatlarını sürdürüyorlardı. Bunlar münferit hacı, hoca, mürit, sofi olabildiği gibi; bir camia, tarikat, aşiret de olabiliyordu.

Bölgede hâkimiyet elde eden ve silahlı mücadelesini genelde dağlık alanlara taşıyan PKK, örgüte eleman kazandırmak ve aileleri kendine bağlamak için her ailenin en az bir üyesini dağa çıkmaya zorluyordu. Buna karşı çıkanlar da ‘hain, işbirlikçi, mit’ vb. suçlamalar ile karşı karşıya kalıyor, olmadık zulümlere duçar oluyorlardı. PKK, mali kaynak sağlamak için de bölgeden haraç topluyordu. Köylere baskın düzenliyor ve ‘yardım’ adıyla insanlardan zorla haraç alıyordu. Buna itiraz edenler varsa veya zamanında ‘yardım’ını vermeyen olursa, onların cezası ikiye katlanıyordu. Bu duruma tek kelime edenin, itiraz etme cesaretini gösterenin cezası katlanarak yükseliyordu. Kişi itiraz ettikçe cezası katlanacağı için, herkes susuyordu. Karşılarında başını eğmiş, seslerini çıkarmayan bir kitleye alıştıkları için herkesi böyle değerlendiriyorlardı. Buna mukabil, bölgede bir avuç insan kalkıp onlara “Biz Müslümanız, başımız Allah’tan başka kimseye eğilmez” dedi. Bu tavır, örgütün alışık olmadığı ve beklemediği bir tavırdı.

Susa Köyü sakinleri kendi halinde, yaşlı ve orta yaş insanları dindar, cami ve ibadet ehli; gençleri inançlı, dini ve örfi adetlerine bağlı, büyüklerine saygılıydı. Çekememezlik hastalığından uzak, hak hukuka riayet eden bir hava hâkimdi köyde. Ta ki Sosyalist düşünce, PKK eliyle köye transfer edilinceye kadar. Halkımızın yabancısı olduğu bu fikir, bir köylünün eliyle köye ulaştırılınca kanserli hücre gibi büyüdü, gençler arasında yayıldı. Derken köyün huzuruna, mütedeyyin köylülerin ibadetine, camiye, cemaate, kadınların tesettürüne kastetti. Dini ve örfi değerleri hedef aldı.

Önce gençleri kendi aile büyüklerinin ve babalarının sözünden, kontrolünden çıkardılar. Sonra aile büyüklerine ve babalarına hükmeder duruma getirdiler. Böylece aile büyüklerine itaat etmeyen, anne babaya isyan eden, onların dini değerlerini, örfi adetlerini çiğneyen bir gençlik amaçlandı. Evlattır, tırnak-et gibidir, birbirinden ayrılamaz, atılamaz, satılamaz, denildi. Zamanla kimi aileler gençlerinin serkeşliğine teslim oldu, onları savundu, onlar gibi düşünmeye başladı, onların rüzgârına kapıldı. Derken kökünden, geçmişinden, örf-âdetinden kopup sağa sola savrulma başladı. Kimi insanlar da gençlerine sahip çıktı. O hayasızca akıma kapılmalarının önüne geçti. Dinine-diyanetine sahip, örf-adetine bağlı, cami-cemaat ehli, büyüklerine saygılı, istikamet üzere tutmayı başardı.

Böylece Susa Köyü insanları ikiye, hatta üçe bölündü. Üçüncü sınıf insan da suya sabuna dokunmayan, ne o taraf, ne bu taraf, anlayışıyla hareket eden ve çocuklarını eninde sonunda elinden kaptıran, sözde uyanık insanlardan müteşekkildi.

Susa Köyünde oluşan tablo bütün bölgede hâkim oldu. Susa, fikirsel olarak bölgenin küçük bir minyatürü durumundaydı. O zamanı çok iyi özetliyordu. Camide şehid edilenler “Fidancı” soyadına sahipti, onları katledenler “Fidancı”ydı. Müthiş bir kırılma ve sosyal kargaşa amaçlandı. Bir tarafta dini değerlerine sahip çıkan, İslam ahlakını, kültürünü yaşatmaya çalışan, kök-örf-adetlerine sıkı sarılan, ölümüne cami ruhunu diri tutan, “Allah ne buyurduysa o” diyen bir gençlik; diğer tarafta bu gençleri yok etmeye formatlanmış, camide, ibadetin içinde bile olsa, amca çocukları, yakın akrabalar bile olsa yok edilmesi gereken bir hedef olarak benimseyen, gözü dönmüş, serseri bir gençlik…

O gün can pahasına, Susa Cami Yarenlerinin pak kanlarının akmasına bedel, camilerimize sahip çıkıldı ve bugün camilerimiz açık kaldı. Biz onlara minnettarız.

Şehid Zeki Fidancı’nın şahsında, dava bilinci ve cami aşkını, bütün cami yarenleri adına canlandırıyoruz. Buyurun birlikte biraz o güne gidelim:

Caminin avlusuna, batı kapısından giren çocuğun yüzünde, garip bir gülümseme vardı. Garipti çünkü o gülümsemenin içinde heyecan vardı. Biraz da hasret serpiştirmişlerdi içine, bir tutam mutluluk ve bolca samimiyet ekmişlerdi üstüne. Garipti, çünkü çocuğu kendiliğinden almıştı o gülümseme. Adımları uzundu, hızlıydı ve etraf diye bir şey de yoktu, yürümüyordu da sanki uçuyordu, doğruca yöneldiği tek hedefine.

Hala caminin avlusunda ancak caminin iç kapısının hemen önünde ayakkabılarını çıkarmaya çalışırken kendine gelebildi çocuk.  Kendine döndü ve kendine baktı. Hafif bir tebessüme döndü gülümseme. Çünkü o saf kalp kabının içine, hassas bir teraziden geçme utangaçlık girmişti ve birazcık da endişe. Dönüp tekrar baktı kendine. Pantolonunun parçasında artık katılaşmış çamura, her yere sinmiş toza toprağa ve yer yer içine batmış dikene. Kendine dönüp, kendine baktıktan sonra çocuk, artık etrafına da bakabiliyordu. Güzel, kimsecikler yoktu. Hoş geldin Zeki! Hoş geldin! Baş göz üstüne.

O gün o caminin avlusunda, şadırvanın ucunda, betonda oturağa oturmuş o çocuk, kendini temizleyemezdi kendinden. Çünkü o imandı, çünkü o ihlastı, çünkü o davaydı, çünkü o sevgiydi, çünkü o bir camiydi caminin içinde. İşte bunun için hiçbir şey onu kirletemezdi zaten; uzun uzun uğraştı tarladan kalma temizliği temizlemek için yine de.  Tam dokuz kilometre. Bir tarla, bir çocuk, bir cami ve dokuz kilometre… Hoş geldin Zeki! Hoş geldin! Baş göz üstüne.

O gün, o caminin avlusunda, şadırvanın kenarında, çoğu yeri kararmış aynanın karşısında durmuş bir çocuğa bakan bir başka çocuk, aslında bir dev görüyordu, ama çocuk hala bakıyordu kendine. Kendini görseydi keşke, kendini görseydi keşke, ne kadar temiz olduğunu, ne kadar lekesiz ve parlak olduğunu görseydi keşke. Ama o saçlarına doluşmuş tozlara bakıyordu, tam dokuz kilometre. Yüzüne bulanmış güneş lekelerine. Bir abdest daha iyi giderdi belki nur üstüne. Gel Zeki gel, gölge serin, su serin, dostluk serin, cami serin. Sen serinlet artık alev almış yüreğimizi Allah’ım! Hoş geldin Zeki! Hoş geldin! Baş göz üstüne.

O gün o caminin avlusunda, az ötede Zeki’yi izleyen gözlerinin içine, tarlaların en ağır işleri ile beraber, yüklenilmiş dağlar dolusu iman döküldü. O çocuk, mesafenin uzunluğundan ve tarla işlerinin yoğunluğundan şikâyetçi baba ile cami pazarlığına girişmiş bir çocuk tatlılığıyla konuşurdu: “Çalışırım, ama camiyi zayi etmem”. “Yavrum! İş çok, cami uzak”. “Daha çok çalışırım, ama camiye giderim. Yürürüm, ben yürürüm.” Saatlerce çalışıp sabahında, sonra dokuz kilometreyi bir saat için yürümüşse bir çocuk, soluklanmadan, güneşin altında, ter içinde, toz dumanda. Sararmış bitkiler ve dikenler taşınmış uzaklara pantolonunda, kimisi güvenip yavrularını serpmişse bu esnada, belki varılacak yer çok güzeldir, varan kişi daha bir güzel oluyordur yolda, ama her halükârda, saatlerce çalışmışsa sabahında ve bir saat cami için yürünmüşse dokuz kilometre… Hoş geldin Zeki! Hoş geldin! Baş göz üstüne.        

O gün, o cami avlusunda, cami kapısının hemen önünde, kendi büyüklüğünden habersiz bir çocuğa bakıyordu; bir tarafta esnaf, memur, işçi, amele… Diğer tarafta ise çocuklar, Kur’an sesi ile şakırken, taş çatlatıyordu bülbüle. Cami kapısının hemen önünden, camiye doğru bakan çocuğun, kendi büyüklüğünden haberi yoktu belki. Çünkü o camiye bakıyorken kendine bakmayı bilmezdi ki. Oysa kollarından hala akıyorken abdest suyu, paçaları sıvanmış pantolonu, belki diğer elbiseleri hala biraz tozlu ama ıslak saçları, birbirine tutunmuş kirpikleri ile o dev gibi bir çocuktu.  İşte caminin hemen kapısında önce yorgunluğu uçup gitti. Sonra tebessüm büyüdü de gülümsedi. Ama hala biraz toz, biraz toprakla beraber diye utangaçlığı üstündeydi. Duruyordu kapıda. Gel utanma, gel Allah’ın evine. Hoş geldin Zeki! Hoş geldin! Baş göz üstüne. 

O gün, Susa camisinin avlusunda, dokuz arkadaşı ile beraber, yere uzanmış halde ki çocuk daha on beşinde. Cami avlusu taşsız, toz toprak içinde. Ama o mahcup çocuğun utangaçlığı artık yok üstünde. Hala biraz mahzun, ama gayet rahat uzanmış toz toprağın içine, sanki bahçelerden bir bahçede. Zaten abdestini almış namazını da kılmıştı az önce. Şimdi ise yanağını dayadığı toprağa, abdestini aldırıyordu kanıyla sadece. Çünkü bu topraklar temizlenmeli ölümden ve kötülükten ve kölelikten. Çünkü çocuğun saçları tozla toprakla barışık, hep özgürdü zaten. Elbiseleri, çocuğun o çocuk elbiseleri yine tozlanmış. Kim temizleyecek onları bu şadırvansız caminin avlusunda? Kirlileri pazara çıkanlar kirli, alabildiğine. Ama Rabbi şahit, o çocuk temizdir, kirlenemez, kirlilik bulaşamaz o çocuğun büyük yüreğine. Ama biraz dursa, koşmasa yine.  Ellerinde abdest kabı, en yakın yerde beklerken, kucağını açmış meleklerin sesidir bu, hep bir ağızdan işte: Hoş geldin Zeki! Hoş geldin! Baş göz üstüne.

Sizi özlem ve hasretle anıyoruz ey azizler!

MEHMET BARAN - İNZAR DERGİSİ

Bu haberler de ilginizi çekebilir