• DOLAR 34.576
  • EURO 36.443
  • ALTIN 2957.51
  • ...
Halka İslam’ı Anlatmak Çok mu Zor?
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Birincisi ilimdir, zira cahil için iyiliği emredip kötülükten alıkoymak şık olmaz.

İkincisi maksadı, sadece ilahi rızayı kazanmak ve İslam’ı yüceltmek olmalıdır.

Üçüncüsü iyiliği emrettiği kişiye karşı şefkatli olmasıdır. İyiliği tatlı dil ve yumuşaklıkla emretmesi, kalbe kasvet veren bir hâl içinde bulunmamasıdır.

Dördüncüsü sabırlı ve halim olmasıdır.

Beşincisi söylediği ile amel etmesidir, ta ki söyledikleri ile kınanmasın.

İslam davetçisinin topluma ulaşma sırrı, çağının mühim bir İslam vaizi olan Semerkandî Hazretleri’nin (ö. 373/983) ifade ettiği bu beş hususta saklıdır. Semerkandî Hazretleri bize manen şunları anlatır:

İLİMLE DONANACAKSIN!

İslam’a davet, her şeyden önce iyilik insanı olmaya ve iyiliği yaymaya niyet etmektir, iyilik insanı olmak ve iyiliği yaymak için irade beyanıdır.

Bu niyeti getirenin öncelikle ilimle donanmış olması gerekir. İlimle donanmak âlim olmak anlamında değildir. Kişiye meramını anlatacak kadar lazım olan bilgidir. O bilgiden yoksun olan, kendini bilmez, kendini bilmeyen, başkasını bilmez, davet ettiğini tanımayan, davette maksadına ermez.

Bununla birlikte ilim, İslam davetçisiyle toplum arasında bir köprüdür; onu bir engele dönüştürmemek gerekir.

İlim engele dönüşür mü? Ne yazık ki dönüşür. İlmin engele dönüşmesinin birinci mertebesi, kişinin ilminin azlığını öne sürerek topluma hitap etme cesaretini kendisinde bulmamasıdır. Nice insan var ki bir ilim hazinesi gibidir. Lâkin ilminin farkında olmadığından kendisini eksik bulur ve topluma açılmaz. Onlar, farkında olmadan ilimleri için şükretmeyen kimselerdir. İlim, insanı iyiliğe götüren bir nur iken ilmi için şükretmeyenin ilmi, onunla iyilik arasında bir engel gibidir.

İlmin engele dönüşmesinin ikinci mertebesi, kişinin bilgiyi tertipsiz öğrenmiş olması ve tertipsiz aktarmasıdır. Bilgi aktarılırken yer, zaman ve kişiyi gözetmek gerekir. Bilgiyi tertipsiz aktarmak, bu üç unsuru göz ardı etmektir. Bilgisine şükretmeyen ilim cimrisi iken, bilgiyi tertipsiz aktaran ilim müsrifidir. Onun bilgisi, sadece boş akmaz, aynı zamanda gereksiz tepkiye yol açar, alıştırır ve usandırır. Kişileri hakkı dinler gibi yapıp dinlemez duruma getirecek kadar çok söz söylemek anlamında menfi “alıştırmak” İslam davetinin bu asırdaki felaketlerindendir.

Bu felaket, İslam davetçilerinden öte, İslam düşmanlarının eseridir. Nadir olan nadidedir, yani kıymetlidir. İslam daveti, hakkıyla icra mahiyetinde kaldığında bu asırda nadide bir hizmettir. Toplum, o nadide hizmetle karşılaştığında altın ve gümüş bulmuş gibi ona ilgi duyar. İslam düşmanları, bunu keşfettiler ve ekranları, olur olmaz sözde İslam vaizleriyle doldurdular. Gayeleri elbette hakkın yayılması değil, toplumun çok duyarak “alışması” ve bıkmasıdır. Bir tür hak adına laf kalabalığı oluşturarak hak namına bağıran pek çok kişi arasında davetçinin nezih sesinin kaybedilmesidir. Davetçi, bu kalabalık içinde sesinin kıymetinin farkında olacak, sözünü yerinde, zamanında ve öncelikle müstahak kişilere ulaştıracaktır.

İlmin engel olmasının üçüncü mertebesi, ilim ehlinin terimlerle (ıstılahlarla) konuşarak toplumun anlamayacağı bir dille konuşmasıdır. Cahil olan, sokak diliyle konuşarak sözünün kıymetini düşürür ve sözü ile toplumun arasına mesafe koyar. Terimlerle konuşan alim ise sözünü terimlerle süsleyip toplum düzeyinin fazlasıyla üstüne çıkarır, sözüyle toplum arasına mesafe koyar. Neticede derdini anlatmayı bilmeyen cahil ile  o söz konusu alim, Allah muhafaza aynı noktaya düşer. Türkçede terim denen ıstılah, alimle konuşmayı kolaylaştırır, toplumla konuşmayı zorlaştırır. Istılah izah gerektirir, ıstılahı doğru izah edenin toplumla konuşması bereketli olur.

İlmi topluma aktarma noktasında yol, sehl-i mümtenidir. Sehl-i mümteni, kolay ifade etmektir. Yunus Emre gibi mürşid şairlerin istifade etmekte doruğa çıktıkları bu sanat, her çağın İslam davetçisinin sanatıdır. Ki aslında bu sanat, bir Sünnet-i Nebevî, bir Sanat-ı Nebevî’dir. Davetçinin misali Resûl-i Ekrem salallahü aleyhi vesellem’dir. Resûl-i Ekrem, en zor mevzuları, sözün saygınlığını kırmadan, en sıradan insanın anlayabileceği bir dille anlatmakta bütün insanlığın önderidir.

Araplar derler ki “كلم الناس على قدر عقولهم” yani “İnsanlara akılları ölçüsünce konuş!” Ancak başka bir sözde de “كلام الناس على قدر عقولهم” derler. Yani “İnsanların sözleri akılları ölçüsüncedir.”

Davetçinin yolu, tam olarak bu iki söz, nasihat arasında denge hâlidir: Davetçi bildiğini paylaşırken hem ilmi aktarır, ilmin özüne zarar vermez hem karşısındakinin düzeyini gözetir.

İlmin davete engel olmasının dördüncü mertebesi ise ilmin gurura yol açmasıdır. Davetçi, ilim ve şuurda toplumdan üst bir noktada olduğunu hissettirir lâkin ilmiyle topluma karşı böbürlenmez.

İlmin hürmetini kıracak kadar tevazu caiz değildir, ilimle toplumun arasını açacak kadar alimlik taslamak da öyledir. Aşırı tevazu, saygınlığı kırar. Toplum, saygınlığı olmayanın sözünü dinlemez, onu hafife alır. Kibir ise toplumun tepkisini çeker. Halk, kendisine tepeden bakan alime istihza ile bakar. Bütün uçlar neticede aynı hâsılata yol açar. Birbirine zıt iki uç, aşırı tevazu da kibir de sahibini alay edilecek konuma düşürür.

ENGELLERİ İHLASLA AŞACAKSIN!

İslam davetçisi için gerekli ikinci husus, ki birinci husus olarak da anılabilir, ihlastır, samimiyettir; yani gayenin sadece ilahi rıza için olmasıdır. İhlas, davranışı da şekillendirir. Samimi ve içten davranışlar; halkı davetçiye ısındırır. Samimiyet, aynı zamanda ciddiyet gerektirir. Başka bir ifadeyle samimiyetle ciddiyetin buluşması ihlastır, denebilir. Samimiyet, ciddiyet ile beraberse ölçülü bir tutum oluşturur. İhlas yok ise İslam daveti kuru propagandaya dönüşür. “İhlas gösterisi” ise İslam davetini başka dinlerin vaazlarına büründürür.

İhlasın bir karşıtı riyadır; gösteriştir. Gösteriş, aynı zamanda davet dilinin tumturaklı sözlerle süslenmesine yol açar ki o tür sözler arttıkça davetle toplumun arası açılır.

Davette riyanın en üst mertebesi ise  ihlas gösterisidir, yani ihlâs riyasıdır. Başka bir ifadeyle riyakârın, riyakârlıkta düzey atlayarak ihlaslı görünme riyasıdır. Riya, davetin etkisini kırar. İhlas riyası ise davetin etkili olma sırrını tamamen ortadan kaldırır.

Samimiyet, bugünün nadirleri arasındadır. Uluslararası küfrün “imaj”a verdiği önemle samimi görünme hâli ise kalpten kopuk bir resimdir, bir görüntüdür. Samimiyeti göz ardı edip imaj derdine düşmek, zamanın İslam davetçisi için büyük musibetler arasındadır. Çağımızda İslam vaizi, bir tür playback yapan sanatçıya dönüştürülmek istenmektedir hatta pek çok bağlamda o tür bir sanatçıya dönüştürülmüştür. Sevda veya acıyı hissederek söyleyen sanatkâr ile sözleri taklit eden sanatkâr arasındaki farkı dinleyici hissettiği gibi sevda ve acıyı taklit ederek konuşan vaizi de fark eder.

Toplumun hatipten birinci beklentisi, söylediklerine iman etmesi, ikinci beklentisi söylediklerini ödül veya ceza, maddi çıkar karşılığında çarpıtmamasıdır. Bunun için peygamberler, aleyhimüsselam, sıklıkla “Buna karşı sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak alemlerin rabbine aittir.” (Şuara 109) demişlerdir. Üçüncü beklentisi ise söylediği ile amel etmesidir.

Davetçi, ihlaslıdır ve ihlasını duyurur. Halka Allah için hitap eder ve gerekli durumlarda bunu ifade eder. Aksi hâlde gayreti, ceza veya ödül, bir çıkar için zannedilir ki o zan etkili olmaya düşman olduğu için İslam düşmanları, toplumun zihninde davetçinin ihlasıyla ilgili sürekli evhamlar oluştururlar. Davetçi, o evhamları gidermek için ölçülü bir çaba içinde olmalıdır.

Samimiyet ile ilgili diğer bir husus ise, davetçinin toplumla yakınlaşma adına ciddiyeti kaçırmasıdır. Davetçi vakarlı insandır; ciddiyeti imha eden tutumlar, vakara zarar verir.

Önce Tebşir Sonra Tenzirde Bulunacaksın!

Davet için gerekli üçüncü husus, davetçinin halka karşı şefkatli olmasıdır. Halka karşı şefkatli olmanın doruğu ise halkın cehenneme gidecek olmasından derin bir üzüntü hissetmek, onu hatırladıkça acı çekmektir. Davetçi, günahtan nefret eder lâkin günahkâra karşı kin ve nefret duyguları ile dolu olmaz, günahkâra acır ve onu kurtarmaya çalışır. Davette şefkat, aynı zamanda dilin yumuşaklığına vesile olur. Buradaki yumuşaklık tebşir ve tenzir dengesinin eseridir. Bununla birlikte önce tebşir, sonra tenzir… Önce iyiliği tarif, sonra kötülükten nehiy… Buradaki sıralamanın değişmesi mutlaka bir hikmete binaen olmalıdır.

Mü’min İslam’ın şiarlarından Bismillah’ta Allahu Teâlâ’nın adını andıktan hemen sonra onun Rahman ve Rahim sıfatlarını anar, yani merhametini hatırlar. Bu, mü’minin hayata dair bütün bakışını etkiler. Mü’min, vakalara öncelikle müspet bakar. Vakaların rahmet yanını anlatır. Etkili olmaması durumunda ölçüler içinde tenzirde bulunur.  Ancak İslam daveti, özü itibari ile ınkilabîdir. Mü’min davette bulunurken tağutu tariften ve ona karşı tutumunu izahtan sakınamaz. Hikmete binaen, İbrahimî bir tutumla davetine doğrudan tağutu ret ile de başlayabilir. Ama şirk, putlar ve tağutla ilgili her tür anlatım nihayetinde davetçiyi hakkı anlatmaya götürmelidir. Putları kırmaktan gaye, Allah’a götürmektir. Esas olan hakkın izahıdır; davette sabit olan haktır. Gerisi teferruattır, hakkı götürmek için sadece bir geçiştir.

Günümüzün bir musibeti de İslam vaazlarında batılı anlatmaya ayrılan sürenin hakkı anlatma süresini geçmesidir. Bu durum, kimi zaman vaizleri, farkında olmadan batılın bir reklamcısı konumuna dahi düşürmektedir. Aynı zamanda toplumun İslam’ın özünü öğrenmesinin de önüne geçmektedir. Neticede toplum hakkı kavramadığından bir kötülükten sakınır gibi olurken başka bir kötülüğe yönelmekte, bir tağutu reddederken diğer bir tağuta meyletmektedir.

Baskıya Uğramaktan ve Kınanmaktan Korkmayacaksın!

Davetçi için gerekli dördüncü husus, sabır ve hilm’dir. İslam davetçisi, tağutun düşmanı olduğu gibi harama yönelen nefsanî arzuların da düşmanıdır. Tağutlar, diğer beşerlere karşı elde ettikleri ayrıcalıkları bırakmak istemez, nefis de arzularını icra talebinde haristir, arzulardan caymak istemez. Bu sebeple, tağut, davetçiyi ceza ve ödüllerle davetten vazgeçirmeye çalıştığı gibi nefsani arzularına tabi olanlar da onu bıktırmaya çalışırlar.

Tağutun ödülü çoğu zaman, cezasından daha etkili bir silahtır. Davetçi, tağutun ceza ve ödüllerine sebat ettiği gibi hem kendi arzularına hem zevkperestlerin hücumlarına direnecektir. Bu kapsamda günümüzde İslam daveti de iki yönlüdür; bir yanı batıl düşünceler, diğer yanı zevkperizmle mücadeledir. Batıl düşüncelere karşı ihlâsla söylenen hak söz, hiç kuşkusuz imha gücüne sahiptir. Hak, yerine göre en sert şekilde ifade edilebilir. Lâkin zevkperest ile mücadele hakikaten hilm gerektirir. İhlâs, şefkat ve hilm; bir araya gelince ise zevkperestin en büyük silahı alay etmek ve kınamaktır; o da sabır gerektirir. Davetçi, peygamberlerin yolu üzerinde yürür, kınanmaktan, alaya alınmaktan korkmaz ve bunu hem diliyle beyan eder hem hâliyle ispatlar.

Sözünün Doğruluğuna Şahidin Amelindir!

İslam davetçisi için gerekli beşinci husus, söyledikleriyle amel etmesidir. Topluma tesir etmek, ihlâs talep eder. Kişinin söyledikleri ile amel etmesi ise ihlâsın ispatıdır. İslam davetçisinin doğru yolda olduğunun büyük şahidi amelidir. Hiçbir şahitlik, amel kadar sözün tesirinde etkili değildir.

Bunun için günümüzün uluslararası küfrü, İslam davetini ücretlendirmelerle kontrol altına alırken en çok, ameli salih olmayan kişilerden yararlanır. Ameli salih olmayan kişileri kürsü ve ekranlara çıkararak vaaz talep eden toplumu onlara yönlendirir. Toplum onlara ulaşınca hakka ulaştığını zanneder. Oysa toplum ile İslam davetinin özü arasına, şeytani bir ustalıkla, samimiyetsizlik duvarı örülmüştür.

Toplum, samimiyetsiz vaizleri dinlerken bilgilenir ama ihya olmaz. Hem bilgiye alışıp ondan usanır hem söz ile kalbi arasına samimiyetsizlik girdiğinden kalbi ihya olmaz. Bu vaziyet, samimi İslam davetçisini de engeller. Zira o, topluma ulaştığında toplum, bilgiye doymuştur ama sadece doymamış aynı zamanda bilgiyi verenlerin samimiyetinden de kuşkulanır olmuştur.

Bu anlamda bugün ekranlara çıkarılma fırsatı, çoğu zaman toplumla İslam daveti arasına duvar koyma maksatlıdır. O duvarı aşmanın etkili yolu ise İslam’ı, her tür kompleksten uzak olarak bütün yanları ile yaşamaktır. Samimiyeti amel ile ispatlamaktır. Öyle olunca toplum farkı görür ve İslam davetçisini dinler, dinleyince de etkilenir.

Samimiyet öyle etkili bir lisandır ki lafızlar anlaşılmazsa dahi muhataba tesir eder.

Japonya’ya kadar gidip İslam’a davette bulunan pek yaşlı ve şu an merhum bir zata sormuştum. “Bilmediğiniz bir diyarda, lisanlarını bilmediğiniz insanlara İslam’ı anlatmak zor değil mi?”, şahadet parmağını kaldırarak “Allah bir demek çok kolay!” diye cevap vermişti. Allah rahmet eylesin. “İnanıyorlar mı?” diye sorduğumda “Çooook!” demişti.

Hakikaten ciddiyetle yoğrulmuş, vakarla şekil bulmuş samimiyet, insanlığın ortak dili gibidir. Davetçi o ortak dili yakaladığında kendisini anlamayanı da irşad edebilir.

Bu haberler de ilginizi çekebilir