İslam'ın Temel İman ve İnanç Esasları Nelerdir?
İslam Dininin İnanç Esasları Nelerdir? İman Esasları Kaç Tanedir? İmanın Esasları Ve Açıklamaları... İslam'ın İnanç Esasları Nelerdir... İslam'ın Temel Şartları... İslam Dininin İnanç Esasları Nelerdir... İslâm'ın İnanç Esasları... İslam'ın İnanç Esasları Nelerdir Ve Temel Özellikleri Nedir? Bu Esaslar Şu Şekildedir; Allah'ın (C.C.) Varlığına Ve Birliğine İnanma, Allah'ın Meleklerine İnanma, Allah'ın Kitaplarına İnanma, Allah'ın Peygamberlerine İnanma, Ahiret Gününe İnanma, Kader Ve Kazaya İnanma Şeklindedir.
İslam dininin inanç esasları nelerdir? İman esasları kaç tanedir? İmanın esasları ve açıklamaları...
İslam dininin inanç esaslarını açıklayan ve savunan ilim dalı kelamdır. İmanın esasları İslam’ın özünü oluşturur. İnanç esasları altı tanedir:
Allah’a iman
Meleklerine iman
Kitaplarına iman
Peygamberlerine iman
Ahirete iman
Kadere iman
1. ALLAH’A İMAN
İnsan aklı; gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri yoktan var eden Allah Teâlâ’yı kâmil mânâda idrâk edemez. Zira beşerî ilmin yolu, beş duyu, akıl ve kalptir. Bütün bu idrak kâbiliyetlerinin kudreti ise sınırlıdır. Kudret ve selâhiyeti sınırlı olan vâsıtalarla Bâkî, Mutlak, Ezelî ve Ebedî olan bir varlık kavranamaz. Mahdut vâsıtalarla olan idrak, ancak mahdut olarak gerçekleşebilir. Zira sınırlı olanın sınırsızı idrâki mümkün değildir. Okyanustan ancak kabımız kadar su alabiliriz. Şu hadîs-i şerîf, bu gerçeği ne güzel hulâsa eder:
“(Hızır -aleyhisselâm-’ın, Mûsâ -aleyhisselâm-’a acâip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnâsında), bir serçe kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır -aleyhisselâm-, bu manzarayı Mûsâ -aleyhisselâm-’a göstererek şu teşbihte bulundu:
«–Allâh’ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.»” (Buhârî, Tefsîr, 18/2-4)
Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ı zâtı itibârıyla düşünüp tefekkür etmeye kalkışmak, birtakım hayaller ve evhamlardan öte bir şey kazandırmaz ve sâlim inancı zedeler. Zira gözün bir görme mesâfesi vardır. Kulağın işitme mesafesi vardır. Vücuttaki her âzânın mahdut bir güç ve tâkâti vardır. Aynı şekilde aklın da bir hudûdu vardır ve onun ötesinde başka âlemler bulunmaktadır. Aklın mesâfesi aşılırsa akıl infilâk eder ve cinnet hâli meydana gelir. Bu sebeple Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ’nın yarattıkları ve nîmetleri üzerinde tefekkür edin, fakat Zât’ı üzerinde düşünmeyin! Zira siz, O’nun kadrini (lâyık olduğu şekilde) aslâ takdîr edemezsiniz.” (Bkz. Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81; Beyhakî, Şuab, I, 136)
İbn-i Arabî Hazretleri (v. 638/1240) de şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ ile alâkalı olarak aklına hangi düşünce gelirse gelsin, bilesin ki Allah Teâlâ onun çok ötesindedir.”
Zira Cenâb-ı Hakk’ın bir sıfatı da “Muhâlefetün li’l-havâdis: Sonradan yaratılan varlıklara benzememek”tir.
Ancak sıfattan mevsûfa, eserden müessire, sanattan sanatkâra ve sebepten müsebbibe geçerek Cenâb-ı Hakk’ın azamet, kudret ve rahmetini idrâk etmeye çalışmak, her zaman teşvik edilmiştir. Mikrodan makroya kâinattaki her şey, ilâhî azametin bir aynası veya vitrini mâhiyetindedir. Eğer idrâk, selîm bir irâde ve temiz bir tefekkürle Cenâb-ı Hakk’ın sıfatları ile fiillerine (eserlerine) nazar edecek olsa, onun münkir olması aslâ düşünülemez. Zira inkâr, zihnî ve fikrî faaliyet ile kalbî tahassüsün bozulduğu yerde başlar. Akl-ı selîm sahibi bir kişi, küfür âleminde gözünü açmış bile olsa, küfürden kurtulma ihtimâli çok yüksektir. Kur’ân-ı Kerîm, buna örnek olarak Hazret-i İbrahim’i gösterir. O, müşrik bir çevrede doğup büyümesine rağmen sırf zihnî sâfiyet ve kalbî melekeleriyle Allah Teâlâ’nın varlık ve birliğini idrâk etmiştir.
Bu itibarla akl-ı selîmin mutlak mânâda münkir olması mümkün değildir. Zira bir şeye yok demekle işin içinden çıkılamaz. İknâ edici, doğru delil ve ispatlar gerekir. Hayat, kâinât ve ölüm ötesi muammâsını çözemeyince, sadece “yok” demekle kurtulmaya çalışanlar, vücut sıhhati bozulduğu hâlde farkında olmayan kimselere benzerler. Onların aç oldukları hâlde aç değilim demeleri, ancak hastalıklarının bir ispatıdır. Narkoze edilen hasta, uzuvlarını bir kumaş gibi kesip biçen neşteri fark etmez. Aynen bunun gibi rûhunu yüce hakîkatlere karşı hasta edip de hastalığının farkında olmayan çok kimseler vardır. Cenâb-ı Hak onlar hakkında:
“Körler, sağırlar...” tâbirini kullanır.[1]
Zira Allah Teâlâ, her insanın fıtratına, inanma ihtiyâcı ve hakîkati tanıma kâbiliyeti lûtfetmiştir. Buna rağmen îman ve hakîkatten uzaklık, ancak rûhî bir körlük ve sağırlık sebebiyledir. Yoksa inanmayan kimsenin rûhu da Allâh’ı idrâke hazırdır, ama bu husûsiyetini mânevî körlük ve sağırlığı sebebiyle şuur üstüne çıkaramamaktadır. Tıpkı görülüp de hatırlanmayan rüyâlar gibi... Veya kafeste doğup büyüyen ve kanatları kireçlenerek uçma melekesini kaybeden bir kuş gibi…
Dikkat edilirse beşerî ve semâvî dînlerin hepsinde “Allah inancı” vardır. Ancak bu inanç, zaman içinde tevhid muhtevâsının dışına çıkmış olup çeşitli yanlışlıklar arz etmektedir. Bu sebeple İslâm nazarında geçerli kabul edilmezler. Zira onların inancı; kâinatın yegâne Yaratıcı’sının noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf ve müteâl, yani idrâk ötesi mükemmel oluşuyla bağdaşmaz.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Rabb’inden naklettiği şu hadîs-i kudsîde, bu yanlışlıkların bir kısmı şöyle zikredilir:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu: Âdemoğlu Ben’i yalanladı. Hâlbuki Ben’i yalanlamaya hakkı yoktu. Âdemoğlu Bana hakaret etti, hâlbuki buna hakkı yoktu. Ben’i yalanlamasına gelince; öldükten sonra onu tekrar diriltemeyeceğimi iddiâ etmesidir. Hakaret etmesine gelince; o da bana çocuk isnâd etmesidir. Hâlbuki Ben zevce ve çocuk edinmekten münezzehim.” (Buhârî, Tefsîr, 2/8)
Âhir zamanda, Allah Teâlâ hakkındaki yegâne sahih îtikad, ancak İslâm’dan öğrenilebilir. İslâm, Allâh’ın ve Peygamberi’nin beyânına bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’a dâir birtakım sıfatlar ortaya koyar ve bu sıfatlardan herhangi birinin noksanlığını veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesini kabul etmez. Bu sıfatlar umûmî ve meşhur tasnîfe göre iki kısma ayrılır:
1. Zâtî sıfatlar
2. Subûtî sıfatlar
1. Zâtî Sıfatlar/Sıfât-ı Selbiyye
Vücûd:
Allah vardır ve varlığı hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla O’na vâcibu’l-vücûd denir. Yani O’nun, var olmama ihtimâli yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın dışında bütün varlıklar ise, O’nun yarattığı mahlûkattır ve mümkinü’l-vücûddur. Yani olsalar da olur, olmasalar da.
Kıdem:
Varlıkların sebep-netice münâsebetlerine bağlı olarak bir ilk sebepten başlaması, mantıkî bir zarûrettir. Öyle bir sebep ki, var edilmeye muhtaç olmaktan münezzeh ve bizzat var etmeye muktedir olmalıdır. İşte bu sebep, Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla O’nun yüce varlığının başlangıcı yoktur. Her şeyin başlangıcı O’dur. O, kadîm ve ezelîdir.
Bekà:
Varlığının sonu yoktur, ebedîdir.
Vahdâniyet:
Allah Teâlâ tektir. O’nun; zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde, şerîki (ortağı) ve nazîri (benzeri) yoktur.
Kâinâtın yaratıldığı andan itibâren akıp giden âhenkli seyri, hiç aksamayan nizâmı ve iç içe sonsuz hikmet ve esrârı, her şeyin sadece bir tek kudretin eseri olduğunu göstermektedir. Şayet bu kudret, tek değil de birden fazla olsaydı, irâdeler arasındaki farklılık sebebiyle kâinâttaki sonsuz âhenk, emsalsiz nizâm ve hikmetler birbirine karışır ve hayat imkânsız hâle gelirdi. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allah evlât edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlakâ onlardan biri diğerine galebe çalardı (birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı). Allah, o (müşriklerin) yakıştırdığı şeylerden münezzehtir.” (el-Mü’minûn, 91)
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabb’i olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (el-Enbiyâ, 22)
Kur’ân-ı Kerîm baştan başa dikkatli bir nazarla gözden geçirildiğinde görülür ki, Allâh’ın, kullarını mükellef kıldığı husûsiyetlerin en mühimi, zâtı hakkındaki inançtır. Bu inancın en hassas noktası da vahdâniyettir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yoktur. Bu sebeple Allâh’a şirk koşma, ilâhî gazabı davet etme yönünden İslâm nazarında birinci sırayı teşkîl eder. Kur’ân-ı Kerîm, bu fikrî sefâlete sürüklenmekten korunmayı sağlayacak tehdit, îkaz ve irşadlara bilhassa yer vermiştir:
“...Kim Allâh’a ortak koşarsa muhakkak Allah ona Cennet’i haram eder, varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (el-Mâide, 72)
“(Rasûlüm!) Şüphesiz Sana da Sen’den öncekilere de şöyle vahyolundu: Yemin ederim ki eğer Allâh’a şirk koşarsan, amellerin mutlakâ boşa gider ve hüsrana düşenlerden olursun!” (ez-Zümer, 65)
“Doğrusu Allah Teâlâ, kendisine şirk koşulmasını aslâ mağfiret etmez; bundan başkasını, dilediği kimse için mağfiret buyurur. Kim Allâh’a şirk koşarsa o büyük bir günah (ile) iftirâ etmiş olur.” (en-Nisâ, 48)
Vahdâniyet husûsundaki en küçük bir eksiklik, fazîlet ifâde eden sayısız amelle telâfî olunamaz. Tıpkı şunun gibi ki, bir insana çokça maddî iyilikler yapılsa, bunun yanında şeref ve haysiyetine yönelik bir kusur işlense, yapılan iyiliklerin hiçbir kıymeti kalmaz. Bu açıdan bakıldığında Allâh’ı inkâr etmek, O’nun izzet-i ilâhiyyesine karşı affedilmez bir kusur işlemektir. Affedilmeyişinin sebebi de taşıdığı bu mânevî ağırlıktır. Yani bir kişi küfür ve şirk üzere ölürse affedilmesi mümkün değildir. Ölmeden evvel şirk ve küfürden vazgeçip tevbe ederse, bu tabiî ki Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu ile affedilir. Bu itibarla kullardan Cenâb-ı Hakk’ın istediği ilk husus îman, sonra da amel-i sâlihlerdir.
Muhâlefetün li’l-havâdis:
Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur. O, yaratılmış olan, sonradan meydana gelen hiçbir şeye benzemez. Dolayısıyla O, her türlü beşerî sıfatlarla tavsiften münezzehtir.
Kıyâm bi-nefsihî:
Allah Teâlâ, bi-zâtihî vardır. Ezelden ebede kendi zâtıyla kàim ve dâimdir. Varlığında hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Bilâkis var olmak husûsunda her şey O’na muhtaçtır.
2. Subûtî Sıfatlar
Hayat:
Allah Teâlâ diridir, devamlı ve mutlak bir hayat sahibidir. Bu husûsiyeti kendi zâtıyla kàimdir. Diğer bütün hayatlar ise, O’nun bu yüce sıfatının bir tecellîsi olarak vardır ve izâfîdir.
Hayat, Hak Teâlâ Hazretleri’nin ilim ve kudret gibi kemâl sıfatları ile muttasıf olmasının sahihliğini mümkün kılan bir sıfat-ı ezeliyyedir. Çünkü ilim, ancak hayat sahibi bir zâtta bulunabilir. Hayat sıfatıyla muttasıf olmayan bir zât, ilim ve emsâli kemâl sıfatlarının hiçbirisi ile muttasıf olamaz.
Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir sıfatı kulların sıfatlarına benzemediği için, O’nun hayat sıfatı da mahlûkâtın hayatı gibi değildir. Allah Teâlâ’nın Hayy sıfatı, Zât-ı Bârî’sinden aslâ ayrılmayan bir kemâl sıfatıdır. Zira Allâh’a âit olan hayat, zıddı ölüm olan bir hayat değil, bilâkis yalnız ona mahsus ezelî ve ebedî bir hayattır. Mahlûkâtın hayatı ise, bir beden ile rûhun birlikteliğinden doğan geçici bir hayattır, hakîkî hayat değildir. Onun için günü geldiğinde her fânîden geri alınır.
İlim:
Allah Teâlâ ezelî ilim sahibidir ve O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilminin dışında kalan hiçbir şey yoktur. O, olmuş olacak her şeyi hakkıyla bilir. Onun ilmi için gizli veya sır da mevzubahis değildir. Her şey O’na ayân ve âşikârdır. İnsanoğluna verilen bütün ilimler ise, bu sıfattan bir nebzedir ve izâfîdir.
İlm-i ilâhî, düşünce ve fikir mahsûlü olmaktan münezzehtir. Şu kâinâtta görülen, hiçbir akıl ve irâdenin erişemeyeceği derecede ince ve hassas olan bu nizam, âhenk ve irtibat, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar sonsuz bir ilim sahibi olduğunun en sâdık delîlidir. Zerrelerden kürelere kadar her şey, tamamen ve kemâlen Cenâb-ı Hakk’ın ilmi dâhilinde olmasa idi, âlemde devamlı temâşâ edip durduğumuz şu umûmî irtibat ve âhenk vücut bulamazdı. Zira ufacık bir şeyi bile muntazam bir sûrette yaratmak; elbette onu ve onun ne sûrette, ne gibi sebep ve şartlar ile vücûda geleceğini bilmeye bağlıdır.
İnsanoğlu, küçücük bir buluşa bile asırlar boyunca üst üste biriken pek çok tecrübe neticesinde ulaşabilmektedir. Hâlbuki bu keşif, îcat ve henüz çözülememiş sonsuz sırlar; Cenâb-ı Hakk’ın, kâinâtın nizâmına bir anda ilm-i ilâhîsi ile yerleştirdiği husûsiyetlerdir. Bu hakîkati hatırlatmak üzere Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“(Ey insanlar!) Yaratan (Allah) hiç bilmez mi? Hiç şüphesiz O, en gizli şeyleri bilir, (her şeyden) hakkıyla haberdardır.” (el-Mülk, 14)
Diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak (mürekkep olsa) yine Allâh’ın sözleri (ilmi) tükenmez. Şüphe yok ki Allah Azîz ve Hakîm’dir.” (Lokmân, 27)
Semî‘:
Allah her şeyi işiticidir. O’nun işitmesi bizim işitmemize benzemez. O’na gizli kalan hiçbir ses yoktur. Hattâ meşhur tarifiyle bir kaya üzerinde sessizce yürüyen bir karıncanın ayak seslerini dahî işitir. İşitme sıfatını hâiz bütün varlıklar Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatının tecellîsi ile işitirler. Bunlar, bu tecellî kendilerinden alındığı an, hiçbir şey duyamazlar.
Besar:
Cenâb-ı Hakk’ın görmesi de diğer sıfatları gibi zât-ı ilâhîsinin muktezâsıdır. O her şeyi hakkıyla görür. O’nun nazarına gizli kalan hiçbir şey yoktur. Yine meşhur tabirle O, son derece karanlık bir gecede siyah bir taşın üzerinde duran simsiyah karıncanın ayak izlerini dahî görür.
Cenâb-ı Hak, mahlûkâtının en gizli düşüncelerini dahî bilir, bütün sözlerini işitir ve yaptıkları her şeyi eksiksiz olarak görür. Cenâb-ı Hak bu sıfatlarını Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık hatırlatır ki kulları emir ve nehiylerine dikkat ederek, dürüst kişiler ve sâdık mü’minler olsunlar.
İrâde:
Allah Teâlâ emirlerinde, hükümlerinde ve fiillerinde hürdür. Dilediğini murâd eyler ve dilediğince işler. Bir şeyin olmasını murâd ettiğinde O’nun emri sadece “كُنْ: Ol!” demekten ibarettir; o şey hemen oluverir. (Bkz. el-Bakara, 117)
Cenâb-ı Hak yegâne fâil-i muhtârdır. Her oluş ve fiil, onun irâdesine bağlıdır. Kısaca:
“Allâh’ın dilediği olur, dilemediği olmaz!”
Bu itibarla Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu fiiller O’nun murâdı ile tahakkuk ettiği gibi, râzı olmadığı fiiller de imtihan muktezâsı yine O’nun izn-i ilâhîsi ile gerçekleşir.
Kur’ân-ı Kerîm incelendiğinde Allah Teâlâ’nın mutlak irâdesinin sınırlandırılmasına hiçbir zaman müsâade etmediği görülür. Cenâb-ı Hak, sık sık irâdesinin mutlak hür olduğunu, her istediğini yapabileceğini bildirir. Hattâ “Kur’ân’ın baştan sona bütün ifadeleri, bu esas üzere binâ edilmiştir.” diyebiliriz. Öyle ki Cenâb-ı Hak; inkâr, şirk ve kul hakkı hâriç, kullarının günah ve cürümleri husûsunda azap takdîrini dahî meçhul bırakmış ve dilediği şekilde muâmele edeceğini bildirmiştir. Yani dilediği kulunu affedecek, dilediğini affetmeyecektir. Bu hâlin sırrî tarafı, beşer idrâkinin ötesindedir. Bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle beyan buyrulur:
“Göklerde ve yerde ne varsa Allâh’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametlidir.” (Âl-i İmrân, 129)
Kudret:
O, sonsuz kudret sahibidir, her şeye kâdirdir. O’nun için hiçbir güçlük yoktur. Dilediğini, eksiği ve fazlası olmaksızın hikmet çerçevesinde yapar.
Şu müşâhede ettiğimiz âlemin, dehşet verici bir intizam üzere yaratılmış olması, Cenâb-ı Hakk’ın kudretine açık bir delildir.
Kudret-i ilâhiyyeyi kendi acziyetimizle mütâlaa ederek bu hususta hatâya düşmemeliyiz. Zira bizdeki güç ve kudret hem sınırlıdır, hem de onların zıddı olan acziyet ile mâlûldür. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudreti hem mahdut değil, hem de acziyet gibi her türlü menfî vasıftan münezzehtir. Dolayısıyla O’nun sonsuz kudreti karşısında âciz olmayan hiçbir varlık yoktur. Bizim kudretimiz de ancak O’nun verdiği kadardır.
O kudrete baş kaldıran nice gâfillerin hazin âkıbetleri insanlık tarihinin felâket dolu hüsran sayfalarını teşkîl etmiştir. Nemrud, Firavun, Kârun, Ebû Cehil ve daha niceleri, bir hiç hâlinde bu dünyadan göçüp gitmiştir. Cenâb-ı Hakk’ın, azâb için ebedî âleme alırken onlara takdîr ettiği ölüm de, âdeta bir istihzâ mâhiyetinde olmuştur. Bilhassa ilâhlık dâvâsı güden koca Nemrud’un cılız ve topal bir sivrisineğe mağlûb edilmesi, kudret-i ilâhiyye husûsunda câlib-i dikkat bir mesaj taşımaktadır. Yine ordusundaki fil sürülerine güvenerek Kâbetullâh’a saldırmaya cür’et eden Ebrehe ve askerlerinin, sıkletsiz ebâbîl kuşları tarafından helâk edilmeleri de ayrı bir ibrettir.
Kelâm:
Allah Teâlâ, kelâm sahibidir. Bunun için sese, harflere, kelime ve cümleleri tertip etmeye muhtaç değildir. Yani O’nun konuşması, harften de sesten de münezzehtir; insanların söz ve konuşmasına aslâ benzemez. Zira insanların konuşması, O’nun kelâmından nasîb alarak gerçekleşir.
“Kelâm” sıfatının tecellîsi ile Kur’ân-ı Kerîm ve diğer mukaddes kitaplar vücut bulmuştur.
Cenâb-ı Hakk’ın kelâmı olduğu için herkesin Kur’ân-ı Kerîm’in mübarek lâfızlarına ihtiram etmesi lâzımdır. Ona abdestsiz dokunmak haramdır, büyük günahtır. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’ân’dır; ona tertemiz (abdestli) olanlardan başkası el süremez! O, Âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir.” (el-Vâkıa, 77-80)
Hadîs-i şerîflerde ise şöyle buyrulur:
“Kur’ân’a ancak temiz olan dokunsun!” (Muvatta’, Kur’ân, 1)
“Kur’ân’a temiz olan dışında hiç kimse dokunmasın!” (Hâkim, Müstedrek, I, 553/1447)
Tekvîn:
Cenâb-ı Hakk’ın yaratma sıfatıdır. Bu, yoktan var etme demektir; yalnız O’na mahsustur. Sayısız âlemler O’nun eseridir.
Tekvîn, el veya âletle bir şey yapmayı ifade etmez. Tekvîn, irâde ile kudretin taalluku ve kâinâtın emre boyun eğdirilmesiyle gerçekleşen bir yaratmadır.
Hak Teâlâ Hazretleri’nin bütün ulvî sıfatları gibi tekvîn sıfatı da kadîm ve ezelî olmakla birlikte, onun tesir ve tecellîsi ile hâsıl olan kâinâtın her cüz’ü hâdistir (sonradan meydana gelmiştir).
Cenâb-ı Hakk’ın kulları tarafından bilinmesi, başlıca bu sıfatlarla mümkündür. Bahsettiğimiz bu sıfatlar ve diğer sonsuz sıfât-ı ilâhiyye, ayrı ayrı zaman ve mekân şartlarına göre değil, her an Cenâb-ı Hakk’ın varlığında mevcuttur.
O’nun yüce zâtına âit bütün sıfatların muhtevâları târiflere sığmayacak bir genişlik ve sonsuzluk arz eder. Onların hepsi ezelî ve ebedîdir. Hepsi O’nda mutlaktır ve sonsuz husûsiyetlere sahiptir. Yani hiçbir sıfatının hudut ve sâhili yoktur. Bu itibarla O’nun ilmi, kelâmı, kudreti, tekvîni ve diğer bütün evsâfı bu mâhiyetleriyle her türlü teşbih ve îzahtan da münezzehtir. Bizim ve dünyamızın husûsiyetleri ise hem mahdut, hem de fânîdir. Bu hâliyle daha kendisini kâmil mânâda tanıyamayan insanoğlunun, elbette ki Cenâb-ı Hakk’a âit husûsî mâhiyetteki sıfatları lâyıkı vechile idrâki mümkün değildir. Yani nasıl ki Allah Teâlâ’nın zâtının hakîkat ve mâhiyetini idrâk edemiyorsak, sıfatlarının da hakîkat ve mâhiyetini kâmil mânâda idrâk edemeyiz. O’nun sıfatlarından dünyamızda tecellî edenler, ancak birer kırıntı mesâbesindedir.
Necip Fâzıl ne güzel söyler:
Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;
Ve çevre çevre nûr, çevre çevre nûr.
İçiçe mîmârî, iç içe benlik;
Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhûr!
a. Allâh’ın Varlık ve Birliğinin Delilleri
Şu uçsuz bucaksız kâinatta akılları hayret ve acze düşüren bir nizam ve âhenk olduğu âşikârdır. Bu nizam ve âhenk, kâinât yaratıldığından beri son derece mükemmel, ince ve hassas hesapların ebedî dengesi içerisinde, hiç şaşmadan devam edip gitmektedir.
Bir meyve bahçesinin sahibi, bir sabah kalktığında fidanların bâzılarının düzensiz bir şekilde devrilmiş bulunduğunu görse, bunu bir fırtınanın veya tabiî bir âfetin neticesi olarak kabullenebilir. Ancak ağaçların devrilişinde bir hesap ve düzen olsa, meselâ her üç veya beş ağaçtan biri sırayla devrilmiş bulunsa, bunun tabiî bir âfetle meydana geldiğini kabul edemez. Anlar ki, bu hasara, hesaba muktedir bir varlık sebep olmuştur. O hâlde düşünmelidir ki, beş-on ağacın devrilmesinden ibaret bir hâdisenin, şuuru olmayan sebeplere bağlanmasını kabul edemeyen idrâkler, kâinattaki bunca hesâbî inceliğe rağmen onun tesâdüfen veya kendi kendine var olduğunu iddiâ etmesi ne abes bir gaflettir![2]
Şâir Necip Fazıl, böyle bir gaflete sürüklenenlere şöyle seslenir:
Yön yön sarılmışım ne yana baksam,
Sarılan olur da saran olmaz mı?
Kim bu yüzü çizen sanatkâr ressam;
Geçip de aynaya soran olmaz mı?
Fıtratı bozulmamış her sâlim akıl, kâinattaki sebepler zincirini şuurlu bir şekilde fark eder ve hepsinin bir müsebbibü’l-esbâba, yani bütün sebeplerin asıl sebebi olan Cenâb-ı Hakk’a vardığını idrâk ile îmân eder. Ancak bu hususta şeytan, beşer tefekkürünü yanıltmak için her köşe başında insanoğluna binbir hîle ve tuzak kurmuştur. Dolayısıyla, sâlim bir kafayla düşünüp insafla hareket ederek şeytanın tuzaklarından kurtulmak îcâb eder.
Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar Allah’tan (lâyıkıyla) korkarlar.” buyrulur. (Fâtır, 28)
Bu sebeple Allâh’ın azamet ve kudretini lâyıkıyla kavramak, her şeyden önce bir ilim işidir. Bu gerçek dolayısıyladır ki makro ve mikro âlemlerin incelikleri üzerinde çalışan âlimler, müşâhede ettikleri dehşet verici nizam ve kânunlar sebebiyle Yaratıcı’nın varlığını ve kudretini herkesten daha mükemmel bir şekilde idrâk ederler.
Bunun bir misâlini Hint âlimlerinden Doktor İnâyetullah el-Maşrikî şöyle anlatır:
1909 yılında yağmurlu bir Pazar günü Cambridge Üniversitesi profesörlerinden meşhur astronomi âlimi Sir James Jones’i gördüm. İncil ve şemsiyesi koltuğunun altında olduğu hâlde kiliseye gidiyordu. Ona yaklaşarak selâm verdim, cevap vermedi. Tekrar selâm verince:
“–Benden ne istiyorsun?” dedi.
“–İki şey istiyorum beyefendi! Birincisi, yağmurun bu şiddetine rağmen şemsiyeniz neden koltuğunuzun altında duruyor?” dedim.
Gülümseyerek derhâl şemsiyesini açtı. Devamla dedim ki:
“–İkincisi de, sizin gibi dünya çapında söz sahibi olan bir âlimi kiliseye gitmeye sevk eden şey ne olabilir?”
Sir James, bu suâlim karşısında kısa bir süre durakladıktan sonra:
“–Bugün bize gel de akşam çayını birlikte içelim!” dedi.
Akşam evine gittiğimde, bana semâvî cisimlerin yaratılışından, onlardaki müthiş sistemlerden, aralarındaki korkunç uzaklık ve farklardan, bu cisimlerin mâcerâlarından, mihverlerinden, çekimlerinden, akıllara durgunluk veren ışık tufanlarından vs. bahseden bir konferans vermeye başladı ki, o anda kalbimin Allâh’ın azamet ve heybetinden titrediğini hissediyordum. Sir James’in ise Allah korkusuyla saçları diken diken olmuş, gözlerinden yaşlar boşanmış ve elleri tir tir titriyordu. Bir ara durdu ve sözlerine şöyle devâm etti:
“−İnâyetullah dostum! Allâh’ın yaratmış olduğu bütün bu güzelliklere ve ihtişâma göz attığımda, Allâh’ın celâlinden vücûdum titremeye başlar. Cenâb-ı Hakk’ın huzûrunda eğilerek O’na: «Allâh’ım Sen büyüksün!» dediğimde, vücûdumdaki her bir hücrenin bu sözümü tasdik ettiğini hissederim. İşte o zaman ben, büyük bir huzur ve saâdet duyarım ve bu saâdetimin, diğer insanların saâdetinden bin defa daha üstün olduğunu bilirim.”
Bunun üzerine ben de kendisine, o anda hatırıma gelen şu âyet-i kerîmeyi okudum:
“Kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar Allah’tan (lâyıkıyla) korkarlar.” (Fâtır, 28)
Sir James, âyet-i kerîmeyi işitince birdenbire haykırdı:
“–Ne diyorsun, «Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkarlar.» öyle mi? Bu çok müthiş, aynı zamanda çok garip ve acâyip bir şey!.. Benim elli yıllık uzun araştırma ve tecrübelerim neticesinde keşfettiğim bir şey, Hazret-i Muhammed’in önceden haber verdiği şeyler arasında mı bulunuyor? Bu âyet hakîkaten Kur’ân’da var mı? Eğer öyleyse, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından vahyedilmiş bir kitap olduğuna şâhitlik ettiğimi bir tarafa yaz!.. Hazret-i Muhammed ümmî idi, okuma-yazma bilmiyordu. Bu yüzden O’nun bu sırrı kendi kendine keşfetmesi mümkün değildir. O hâlde bu sırrı O’na bildiren Cenâb-ı Allah’tır.” (Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, s. 251-253)
Böyle müsbet ilimlerle meşgul olan nice gayr-i müslim ilim erbâbı müslüman olmuş ve niceleri de îmân etmese bile kendilerini hakkı teslîm etmek mecbûriyetinde hissetmişlerdir. Bu hâl, Kur’ân-ı Kerîm’in bir mûcizesidir. Allah Teâlâ buyurur:
“(Habîbim!) Gerçek ilim erbâbı, Rabb’inden Sana indirilen ilâhî vahyin tamâmen hakîkatten ibaret olduğunu ve Hamîd olan Allâh’ın yoluna ilettiğini elbette göreceklerdir.” (es-Sebe’, 6)
“İnsanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur’ân’ın) hak olduğu kendilerine iyice belli olsun! Rabb’inin her şeye şâhid olması yetmez mi?..” (Fussilet, 53)
Kâinâta ibret nazarıyla bakan her göz, onda bu âyet-i kerîmelerin sayısız tezâhür sahnelerini seyreder:
Kudret-i İlâhiyye Misalleri
Dünyada sadece insanlar ve hayvanlar mevcut olsaydı, havadaki bütün oksijeni kullanıp karbondioksite çevirirler ve bir müddet sonra oksijenin azalmasına mukàbil gittikçe artan karbondioksit ile zehirlenip yok olurlardı. Ancak bu âlemi var eden kudret bir de bitkileri yaratmış ve onlara da karbondioksiti kullanıp oksijene dönüştürme kâbiliyeti vermek sûretiyle âlemde bir denge ve devam edip giden bir akış meydana getirmiştir.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, dünyanın dörtte üçünü su ile doldurmuştur. Dörtte birinin büyük kısmını da bitki yetiştirme kâbiliyeti olmayan kayalıklar veya çöller olarak yaratmıştır. Geride kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı, ebedî bir değişim ve hâlden hâle geçiş ile bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır. Şöyle ki:
Bir hayvan türünü ele alalım. Bu türden ne kadar canlı gelmiş ve gelecek ise hepsi dünyaya bir anda gönderilmiş olsa idi, dünya mekân olarak sadece o türe kâfî gelmeyeceği gibi, gıdâlar da onlara yetmezdi. Ancak Allah Teâlâ, onları zaman sırrı ile mekândakinden daha geniş bir şekilde yayıp bir teselsül kanunu ile yaratmaktadır. Bütün canlılar için aynı nükte geçerlidir. Dolayısıyla Dünya, zaman ve mekân sırrı ile, normal kapasitesinin trilyonlarca katı fazlasına sahne olabilmektedir. Yani varlıkların âlemimizde yer alışları da bir denge ile tahdîde tâbîdir.
Meselâ bir çınar ağacı, her yıl milyonlarca tohum üretir. Bunların etrafa dağılması için tüyden âdeta birer paraşütleri bulunur. Bu tohumlar rüzgâr vâsıtasıyla çok uzak mekânlara ulaşır. Eğer bir tek çınar ağacına âit bütün tohumlar yeni bir çınar olsaydı, kısa bir zaman sonra Dünya’nın her tarafı çınarların istilâsına uğrardı. Yani koca Dünya bir tek ağaca dar gelirdi. Diğer bütün varlıklar için de bu misâli şümullendirmek mümkündür. Bu da kâinatta kolay kolay akıl sır erdirilemeyecek bir âhenk ve dengenin mevcûdiyetini gösterir.
Böylesine mükemmel, girift ve çok ince bir hesap mekanizmasının varlığı, Yaratcı’sının varlık ve birliğine, kudret ve azametine ulvî bir nişânedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“O, semâyı yükseltti ve mîzânı (ölçü ve dengeyi) koydu.” (er-Rahmân, 7)
“O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el-Mülk, 3-4)
Ayrıca Cenâb-ı Hak, bütün bu canlılara öyle husûsiyetler vermiştir ki, benzer gıdâlarla beslenenler dahî farklı mahsuller meydana getirmekte ve bunlar da hayatı bütünüyle mümkün kılacak şekilde birbirlerini tamamlamaktadır. Meselâ yeşil bir dut yaprağını sığır veya koyun yese, ondan et, süt ve yün hâsıl ettiği hâlde, küçücük bir kurtçuk olan ipek böceği aynı yapraktan ipek istihsâl etmektedir. Aynı şeyi bir cins geyik yese, ondan misk yapar. Arının çiçek tozlarından bal yapabilmesi, kâinattaki en mükemmel varlık olan insanın iktidârı hâricindedir. Çiçeklerin topraktan bulup çıkardığı renkler, kokular ve hayat kudretini hâiz yapraklar, hiçbir kimyagerin muktedir olamayacağı hârika keyfiyetlerdir. Hayvan, otu et ve süt yaparken, insan bir kimya laboratuvarında tonlarca ottan bir gram et veya süt îmâl etmeye muktedir değildir.
Akl-ı selîm sahibi bir insan bu kâinâtta nereye yönelse, Allâh’ın varlık ve azametini seyreder. Peygamber göndermek, onların diliyle, ilmiyle, ahlâkıyla beşeriyeti kemâle erdirmek, aralarından âlimler yetiştirmek gibi tecellîler, hep ilâhî lûtfun eseridir. Diğer taraftan insana binbir istifadeler takdîm ederek hizmet eden bütün ilimlerin neticesi de, nihâyet Allâh’ın varlık ve azametini gösterip beşere aczini tattırmak ve bulunduğu kulluk makamını idrâke yardımcı olmaktır. İnsan kendisine ve kâinâta insafla bakınca derhâl anlar ki, zâhir olan ilâhî kudret ve saltanat karşısında îmân etmemek ne kadar gülünç ve tuhaf olur!
Gökyüzünde siyah ve beyaz delikler mevcuttur. Cenâb-ı Hak, müsbet ilmin yeni keşfettiği bu boşluklara şöyle yemîn etmektedir:
“Hayır! Yıldızların yerlerine yemin ederim ki, bilirseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir.” (el-Vâkıa, 75-76)
Bugünkü ilmin henüz tespit edebildiği şu hakîkat ne kadar dehşet verici bir ihtişamla karşı karşıya olduğumuzu gösterir. Yıldızların doğduğu yere beyaz delik; öldüğü yere de kara delik adı verilir. Beyaz deliklerden küçük bir cisim çıkmakta ve ânî bir genişlemeyle gövdesinin trilyonlarca katı büyüyerek dev bir yıldız kütlesini meydana getirmektedir. Diğer taraftan dünyamızdan kat kat büyük nice dev yıldızlar da, vakti gelince kara deliklerin içine girip ölmektedir. Bu itibarla bizim semâmızı aydınlatan Güneş de bir gün:
“Güneş dürülüp ışığı kalmadığı zaman...”[3] âyetinde buyrulan gerçeği yaşayacaktır.
O gün onun ömrü de sona erecektir. O gün elbette ki kıyâmet günü olacaktır. Oradan ötesi!..
İnsan için, derhâl secdeye kapanıp Allâh’a sığınmaktan başka bir çâre yok!
Elhâsıl gören gözler idrâk eder ki, ilâhî saltanat karşısında bu dünya, fezâda yüzen milyarlarca, trilyonlarca tozdan sadece bir tanesidir. Dağlar, ovalar, okyanuslar ve insan da bu tozun içerisindedir. İşte bu acziyetiyle insan, kulluğu dışında sadece bir hiçten ibârettir!..
Okyanuslardan bir damla kabîlinden verdiğimiz bu misâller; Hâkim, Kâdir, Kayyûm, Rezzâk… bir varlığın mevcûdiyetini kabul etmenin mantıkî bir zarûret olduğunu ifâdeye kâfîdir. Fakat bu hakîkati görmek için basardan ziyâde basîretin, yani baş gözlerinden ziyâde gönül gözlerinin açık olması lâzımdır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki, gözler kör olmaz; lâkin göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)
Her Şey Hareket ve Değişim Hâlinde
Düşünecek olursak, şu gördüğümüz âlemde her şey değişiyor. Bir sûretten diğer bir sûrete geçiyor. Meselâ nutfe alekaya, aleka mudğaya, mudğa et ve kemiğe dönüşüyor. Bu tür tahavvülât/değişim, yıldızlarda, gezegenlerde, madenlerde, bitkilerde, yani her şeyde oluyor.
Atomun içinde muazzam bir hareket var. Elektronlar çok ince bir hesapla ve akla hayâle sığmayacak bir hızla dönüyorlar. Çekirdek elemanları olan proton ve nötronlar ise, çok daha küçük bir hacme sıkıştıklarından, hızları da elektronlara nisbetle fevkalâde yüksektir. Öyle ki saniyede yaklaşık 60.000 kilometreyi aşan bir hızla dönerler.
Bir milimetre kare kabul ettiğimiz bir toplu iğne başında yaklaşık 100 trilyon atom olduğunu hatırlarsak, kâinâttaki hareketleri idâre eden Yüce Zât’ın kudretini tam olarak anlamanın imkânsız olduğunu daha iyi idrâk ederiz.
İşte bütün bu hareket ve değişimin meydana gelmesi için hakîkî bir müessire ihtiyaç vardır. O da Hallâk-ı Müteâl olan Allah Teâlâ’dır. Zira aklı hayrete düşüren şu hârikulâde hâllerin herhangi bir müessir olmadan meydana gelmesi veya şuursuz bir fâilden zuhûr etmesi, kesinlikle mümkün değildir.
Bunları tefekkür ettiğimizde, eserden müessire intikal edebilmek için bir zerrenin bile kâfî olduğunu görürüz. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:
Varlığın bilme ne hâcet küre-i âlem ile,
Yeter isbâtına halk ettiği bir zerre bile. (Şinâsî)
Aynı Maddeden Farklı Eserler Vücûda Geliyor
Çevremizde gördüğümüz farklı varlıkların aslı hep aynıdır. Hepsi de maddeden vücûda gelmiştir. Farklı unsurlar hep aynı mâhiyetin parçalarıdır. Meselâ gök cisimleri de hep aynı maddeden meydana gelirler. Ancak her birinin kendine mahsus bir hüviyeti, vaziyeti, miktarı ve ömrü vardır. Bir kısmı soğuk, bir kısmı son derece sıcaktır…
Azot, karbon, oksijen, hidrojen gibi elementlerden bitkiler ve hayvanlar meydana geliyor. Hâlbuki bu maddelerle hayat arasında ve hele ilim, irâde, kudret, işitme, görme gibi sıfatlar arasında aslâ bir münâsebet yoktur.
İşte bütün bunlar, ilâhî sanat hârikalarıdır. Kâinâtta gördüğümüz bu kadar farklı ve mükemmel varlık, yüce kudret sahibi bir sanatkârın eseridir. Bu kadar sanat hârikasını meydana getiren bir varlığın sonradan olanlara benzemesi mümkün değildir. O, Vâcibu’l-Vücûd olan, yani varlığı zarûrî, kendinden ve ezelî olan Cenâb-ı Hak’tır.
Her Şey Bir Gâye ile Yaratılmış
Şu âlemde her şeyin bir hikmet ve fayda için yaratıldığı açıkça görülüyor.
- Güneş ve Ay’ın ışığıyla Dünya üzerindeki mahlûkât aydınlanıp neşv ü nemâ buluyor. Dünya ve Ay’ın Güneş etrafında dönmesiyle vakitler meydana geliyor. Yer’in dönüşüyle mevsimler, seneler, gün ve geceler; Ay’ın dönüşüyle aylar husûle geliyor.
- Devamlı teneffüs ettiğimiz hava, akciğere giderek kanı temizliyor. Vücûdumuzun her şeyden çok ona ihtiyacı olduğu için hava son derece kolay ve çok bulunuyor.
- Rüzgârlar bulutları sevk ederek ihtiyaç olan yere yağmur götürüyor. Yine rüzgârlar, bitkileri ve ağaçları aşılıyor, sıcaklığı ayarlıyor, havayı temizliyor…
- Aynı şekilde denizlerin faydaları da saymakla bitmez…
Bütün bunların ve burada saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice hususların, insan hayatındaki ehemmiyeti mâlûmdur. Dolayısıyla bunları ibret nazarıyla seyredip tefekkür eden bir insan şu neticeye varır ki, bütün eşyânın yaratılışında büyük bir hikmet ve gâye bulunmaktadır. Bunu tesâdüf olarak kabullenmek ise, akıl, iz’an ve insafın iptali demektir. Bunlar, ilim, hikmet, kudret ve azamet sahibi bir Zât’ın eseridir. O da Allah Teâlâ Hazretleridir.
Hâsılı akl-ı selîm sahibi olup da tefekkür eden bir insanın Rabb’ini bulması, O’na ve bu ilâhî ihtişam ve azamete hayran olması gâyet kolaydır. Bu, selîm aklın ve berrak bir vicdânın en tabiî neticesidir. Bir insan, kâinâtta ve kendisinde olup bitenleri hakkıyla tefekkür etse, kâfir ise îmâna kavuşur, mü’min ise îmânına seviye kazandırır; mârifet ve muhabbet basamaklarında yol almaya başlar.
b- Allâh’a Îmânın Faydaları
Cenâb-ı Hak, insanın fıtratına, yani yaratılışına îman etme ihtiyacını koymuştur. Bu sebeple, sahih bir îmâna sahip olamayan insan, mânen huzursuz olur. Kalbinde taşıdığı derin bir tatminsizlik hissiyle yaşar. Bunun yegâne çâresi, Cenâb-ı Hakk’ın gösterdiği şekilde îmân etmektir.
Diğer taraftan, kendisini dâimâ gören, işiten ve bilen bir Allâh’a îmân eden kişi, güzel ahlâk sahibi olup, hakka hukûka riâyet eder. Bu sebeple de huzurlu bir hayat yaşar. Kimseye zarar vermediği gibi, kimseden de zarar görmez. Âhiretteki ebedî hayatı ise dünyasından daha güzel olur.
Allâh’a böyle inanan kimse, hiç kimsenin görmediği bir yerde bile olsa, ahlâksızlık yapamaz. Çünkü Allah Teâlâ’nın kıyâmet günü kendisini hesâba çekerek amellerinin karşılığını -iyi veya kötü- mutlakâ vereceğini bilir ve ona göre hareket eder.
Allâh’a îmân eden kişi, gurur ve kibirden korunur, tevâzû sahibi olur. Gurur ve kibir, insanlarda bulunan en kötü kalbî hastalıktır. Bütün tartışma, kavga ve mücâdelelerin altında hep kibir duygusu yatar. Dolayısıyla, kibirli kimse bir müddet sonra bütün dostlarını kaybederek yalnızlığa itilmeye mahkûmdur. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“En büyük yalnızlık, kendini beğenmektir.” buyurmuştur.
Tevâzû ise insanı süsleyen en güzel hasletlerden biridir. Allâh’a îman eden kişi, kendisinde bulunan her şeyin Allah tarafından lûtfedildiğini bilir. Bu sebeple de dâimâ tevâzû ve şükür hâlinde bulunur. Bu da onun insanlarla güzel geçinmesini ve herkes tarafından sevilmesini sağlar.
Bunun yanında îman, başa gelen sıkıntı ve belâlara karşı büyük bir tesellî kaynağıdır. Îmansız insan sıkıntılar karşısında kendini harâb eder, kolay kolay tesellî yolu bulamaz. Mü’min ise elinden geleni yaptıktan sonra Allâh’a tevekkül eder ve teslîm olur. Güzel bir neticeyle karşılaşırsa şükreder, Allâh’ın rızâsını kazanır. İstemediği bir şeyle karşılaşırsa sabreder, yine Allâh’ın rızâsını kazanır. Yani her hâli onun için hayırdır. (Bkz. Müslim, Zühd, 64)
Allâh’a îmân eden ve bunun gereğini yapan kişi, ölümden çok fazla korkmaz. Îmansız kimse ise ölüm korkusuyla hayatını kendisine zehir eder. Bu dünyada huzur bulamadığı gibi âhirette de rahat yüzü göremez. Ölüm sonrasını hesâba katmadığından, dünyada eline fırsat geçtiğinde her türlü zarar ve ihâneti yapabilir. Ufacık bir menfaati için bütün dünyayı ateşe vermeyi bile düşünebilir.
Allâh’a îman ve ibâdet, sıhhat açısından da faydalıdır. International Journal of Psychiatry in Medicine’ın Şubat 2002’de yayınladığı araştırmaya göre, mü’minlerin beraberce yaptığı ibadetlere sık sık devam edenlerin, kanser dışı sindirim hastalıklarına yakalanma ihtimalleri yarı yarıya daha azdır. Damar rahatsızlıklarından (kalp krizi ve felç dâhil) ölme oranları yüzde 21, solunum hastalıklarından ölme oranları ise yüzde 66 daha azdır.
Bu araştırma şu husûsa dikkat çekiyor: Dînin psikolojik faydaları giderek daha çok anlaşılıyor. Kişinin îmânı ve mâneviyâtı kuvvetlendikçe, rûhu endişe ve stresten uzaklaşıyor. Daha iyi kâbiliyetlere, güçlü sahiplenme duygusuna, daha berrak bir idrâke ve aydınlık bir hayata kavuşuyor.
2. MELEKLERE İMAN
Melekler nurdan yaratılmış latîf varlıklardır. Bunun için biz onları kendi sûret ve şekillerinde göremeyiz. Ancak Cenâb-ı Hak onları istediği kimselere gösterebilir.[4] Büyük peygamberlerden bâzılarına kendi sûretlerinde göründükleri de olmuştur. Meleklerin, insanlar gibi yiyip içme vesâir husûsiyetleri yoktur. Sırf Cenâb-ı Hakk’a ibâdet ve O’nun yüce emirlerine riâyet için yaratıldıklarından, onlara nefs verilmemiştir. Bu itibarla hiçbir zaman meleklerden hatâ, isyan ve günah sâdır olmaz. Son derece güçlü ve kuvvetlidirler.[5]
Sayılamayacak kadar çokturlar. Rivâyetlere nazaran, yeryüzüne inen her bir yağmur ve kar tanesini bir melek indirmekte ve bir defa inen meleğe kıyâmete kadar bir daha sıra gelmemektedir. Yağmur ve kar tanelerinin, havada birbirleriyle hiç çarpışmadan yeryüzüne inmesinin hikmeti de budur. Dikkat edilirse fırtınalarda bile birbirlerine çarpmadan inerler. Velhâsıl zerreden küreye her şey ilâhî azametin bir vitrini mâhiyetindedir.
Melekler, bir mânâda bize verilen ruh gibidirler. Dolayısıyla nasıl görmediğimiz hâlde rûhumuzu inkâr edemiyorsak onları da inkâr edemeyiz.
Melekler fazîlet bakımından derece derecedir. Dört büyük melek vardır: Cebrâil -aleyhisselâm-, Mikâil -aleyhisselâm-, Azrâil -aleyhisselâm- ve İsrâfil -aleyhisselâm-.
Cebrâil -aleyhisselâm- peygamberlere vahiy getirme vazifesiyle mükellef kılınmış bir melektir. Mikâil -aleyhisselâm- tabiat hâdiselerini takip etmekle vazifelidir. Azrâil -aleyhisselâm- (Ölüm Meleği) ruhları kabzeder. İsrâfil -aleyhisselâm- ise kıyâmet kopacağı zaman Sûr’a üflemekle mükelleftir.
Görüldüğü gibi meleklerin, Hakk’a ibâdetleri yanında başka vazifeleri de vardır. Bâzısı Allâh’ın emriyle insanlara yardım ederler. Bilhassa ehl-i îmânın zor zamanlarında meleklerin bu tür yardım ve inâyetleri İslâm tarihinde çok kere müşâhede edilmiş hakîkatlerdir.
Bunlardan başka insanı koruyan hafaza melekleri, amel defterlerimizi yazan kirâmen kâtibîn, kabirde suâl soran Münker ve Nekir melekleri, günâhkârların affı için istiğfâr eden ve insanoğlunun sırât-ı müstakîmde yürümesi için duâda bulunan melekler vardır...
Tehlikelerle dolu olan şu dünya hayatında bir insanın hayatta kalabilmesi bile meleklerin muhâfazasına bağlıdır. Cenâb-ı Hakk’ın vazifelendirdiği bu melekler, eceli gelinceye kadar insanı zararlı şeylerden muhâfaza ederler. Vakti geldiğinde ise aradan çekilerek onu eceliyle baş başa bırakırlar. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Her bir insanı önünden ve ardından takip eden melekler vardır. Allâh’ın emriyle onu korurlar…” (er-Ra’d, 11)
Şunu da unutmamak gerekir ki meleklerdeki gücü ihsân eden de Cenâb-ı Hak’tır.
Bir kimse meleklerden birini hafife alsa veya ayıplasa kâfir olur. Bu sebeple; “Senin yüzün bana Azrâil’in yüzü gibidir.”, “Ben Cebrâil ve Mîkâil’in şehâdetlerini bile kabul etmem.” gibi söz ve şakalardan şiddetle kaçınmak lâzımdır.
3. KİTAPLARA İMAN
Cenâb-ı Hak, ilk insan ve ilk peygamber Âdem -aleyhisselâm-’dan itibâren beşeriyete emir ve nehiylerini önce suhuflar hâlinde, sonra nesiller çoğalıp ictimâî meseleler arttıkça da kitaplar hâlinde göndermiştir. Suhuf ve kitapların hepsi, kendi dönemlerinin hak kitaplarıdır. Dolayısıyla kitaplara îman, onların Allah’tan indirildiği aslî şeklinedir.
Rivâyetlere göre suhufların onu Âdem -aleyhisselâm-’a, ellisi Şit -aleyhisselâm-’a, otuzu İdris -aleyhisselâm-’a, son onu da İbrahim -aleyhisselâm-’a gönderilmiştir.[6] Büyük kitaplardan Tevrât Mûsâ -aleyhisselâm-’a, Zebûr Dâvûd -aleyhisselâm-’a, İncîl Îsâ -aleyhisselâm-’a ve son olarak da Kur’ân-ı Kerîm Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e nâzil olmuştur.
İlâhî kitaplar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği bir mektup gibidir. Beşerin hayatını düzenleyen ve ebedî saâdetinin reçetesini takdîm eden bu kitaplar Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatının beşer kelâmı ve idrâkine in’ikâsıdır. Dolayısıyla her biri verdiği mesajların yanında apayrı bir kelâm mûcizesidir.
Her gelen suhuf ve kitapta öz, yani îtikàdî meseleler aynıdır. İbâdet ve muâmelâta dâir hükümlerde toplumun yapısına göre bâzı farklılıklar olmuştur.
Kitap göndermek, Allah Teâlâ’nın üzerine vâcip değildir. Tamamıyla O’nun kullarına olan ilâhî bir lûtuf ve yardımıdır.
1. Kur’ân-ı Kerîm
İlâhî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm, önceki bütün kitapları neshetmiş, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Esasen zamanın seyri içinde hem değişen ve gelişen beşerî ihtiyaçlar hem de gaflet ve nefsâniyet erbâbının o kitaplara müdâhale ve tahrifleri de bunu gerekli kılmıştır.
Semâvî kitapların en büyük husûsiyeti, hiç şüphesiz ilâhî vahye istinâd etmeleridir. Ancak bugün bu vasıf, sadece Kur’ân-ı Kerîm’e mahsus bir husûsiyet olarak kalmıştır. Zira diğer ilâhî kitaplar, peygamberlerinden sonra büyük bir beşerî tahrifat ile karşı karşıya kalmış ve nihâyet insanların kaleme aldığı kitaplar hüviyetine bürünmüştür. Zâten Kur’ân-ı Kerîm’in gönderilmesinin bir sebebi de bu durum olmuştur. Bununla birlikte «hıtâmuhû misk»[7] kabîlinden son olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerîm, ilâhî kitapların hepsini şâmil ve hepsinin en mükemmelidir. Son olmak itibârıyla da bizzat ilâhî muhâfaza altındadır.
a- Husûsiyetleri
Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e inzâl edilmiştir. Pekçok yönüyle mûcizedir. Kısım kısım indikçe hemen yazıya geçirilmiş ve ezberlenmiştir.
İlk inen âyetler, “kalem”in ve “yazdığı satırlar”ın medh ü senâsına hasredilmiş ve nüzûl süreci boyunca “yazılmış olan bilgiler” mânâsına gelen “Kitâb” kelimesi üzerinde ısrarla durulmuştur.[8] Bu sebeple Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kur’ân’ı muhâfaza etmek için, ezberlenmesinin yanında yazılmasına da büyük bir ehemmiyet vermiştir.[9]
Kur’ân-ı Kerîm’in, müslümanların sıkça kıldığı namazlarda okunması şart kılınmış, namaz hâricinde okunup dinlenilmesi de ibadet kabul edilmiş ve onu okuyanlar için her harfine on sevap verileceği müjdelenmiştir.[10] Bunlara ilâveten Kur’ân-ı Kerîm, bütün müslümanların toplandığı Cuma hutbelerinde, sohbet meclislerinde ve birebir görüşmelerde de devamlı okunmuştur.[11] Bu durum onun en güzel şekilde muhâfaza edilerek bizlere tevâtürle nakledilmesini sağlamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in tilâvetiyle ibadet ediliyor olması, onun müslümanların hayatı ile iç içe olmasını ve günlük hayatın her safhasında yer almasını sağlamıştır. Böylece mü’minler, Allâh’ın kelâmıyla dâimâ birlikte olma şerefine nâil olmuşlardır. Yani Kur’ân-ı Kerîm, müslümanların hayatında dâimâ merkezî bir yere sahip olmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm’in muhafazası için yazı ve ezbere ilâveten üçüncü bir usûl daha tatbik edilerek:
“İyi yetişmiş ve icâzet almış bir üstad huzûrunda tâlim görmek” şart koşulmuştur.[12]
Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle vaad buyurmuştur:
“O Zikr’i (Kur’ân’ı) Biz indirdik, onun koruyucusu da elbette Biz’iz!” (el-Hicr, 9)
Kur’ân-ı Kerîm, muhtelif hâdiseler ve ihtiyaçlar üzerine kısım kısım inmiştir. Peygamber Efendimiz’e bir vahiy geldiğinde, onu Kur’ân-ı Kerîm’in neresine koyacağı da bildiriliyordu. Efendimiz’in vefatı yaklaşıp vahiy sona erdiğinde Kur’ân-ı Kerîm de, muhteşem bir bütünlük ve insicam arz eden bir kitap hâlinde tamamlanmış oldu.
Kur’ân-ı Kerîm’in tertîbi ve mevzûları işleyişi, insanların kaleme aldığı eserlerin hiçbirine benzemez. Onun tamamen kendine mahsus bir yapısı vardır. Kur’ân-ı Kerîm sûrelere, sûreler de âyetlere ayrılarak, okuyup anlaşılması ve ezberlenmesi kolaylaştırılmıştır. Bu kolaylıkta, Kur’ân’ın mûcizevî belâğat, fesâhat ve insicâmının da tesiri vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in muhtevâsını oluşturan mevzûlar, başından sonuna kadar yayılmıştır. Bu tertip şekli, tekrarların da katkısıyla Kur’ân’ı okuyan veya dinleyenlerin aynı anda birden çok mevzûyu gözden geçirmeleri, birçok irşad ve îkâza muhâtap olmaları ve çeşitlilik arz eden kendi hayatları ile Kur’ân’ın bu yapısı arasında paralellik görmeleri gibi muhtelif yönlerden daha tesirli, eğitici ve faydalıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de farklı uzunluklarda 114 sûre bulunmaktadır. Her sûrenin âyet sayısı farklıdır.
b- Muhtevâsı
Kur’ân-ı Kerîm, bütün asırlara meydan okuyarak bir beyan mûcizesi hâlinde devam etmektedir. Onda bize bir kurtuluş reçetesi mâhiyetinde takdîm edilen temel hususlar kısaca şunlardır:
Âmentü (îman esasları), tevhid, Allâh’ın isimleri ve sıfatları, Allâh’ı lâyık olduğu şekliyle tanıtmak, âhiret ahvâli…
Amel-i sâlihler; ibadetler, muâmelât, ahlâk, insanların fiilleriyle ilgili hükümler, yani onların neleri yapması ve nelerden uzak durması îcâb ettiği husûsu…
İnsanın sûret yapısıyla alâkalı olarak yaratılış safhaları; dünya hayatı, nihâyetinde vefâtı vs… Sîret yapısıyla alâkalı olarak da nefse âit ham vasıflar ile rûha âit kâmil hasletler ve insanın ham vasıftan kâmil vasfa yükselebilmesi için nefs tezkiyesi ile kalp tasfiyesini nasıl gerçekleştireceği…
Kâinât manzûmesi; yedi kat semâ, Güneş, Ay, yıldızlar, bunların yaratılışları ve âkıbetleri, tabiat hâdiseleri, gölgenin uzayıp kısalması, yağmur, gece gündüz deverânı, yer ile gök arasında yaşayan varlıklar ve husûsiyetleri…
Târihî bilgiler; milletlerin müsbet ve menfî hâllerinin dünya ve âhiretteki durumları, ilâhî intikam tecellîleri, peygamberler ve kavimlerinin kıssalarındaki sayısız hisseler, geçmişten ibretler, hâdiselerin meydana geliş sebepleri ve neticeleri…
Bir taraftan ezel, diğer taraftan ebed iklîmine uzanan engin bir tefekkür ve tezekkür deryâsı... Tefekkürden tahassüse intikal…
Kur’ân-ı Kerîm, kalpte derin duyguların meydana gelmesine vesîle olur. Kalp âlemi inkişâf etmiş bir mü’min âyet-i kerîmelere bakarken, dipsiz bir kuyuya bakar gibi öyle derinlere dalar ki oradan nice engin mânâlar çıkarır.
İmâm Süyûtî gibi bâzı âlimler, insan zihninin ulaştığı ve ulaşacağı her türlü bilginin en azından öz olarak veya işaret yoluyla Kur’ân-ı Kerîm’de yer aldığını ifâde ederler. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“Biz bu kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (el-En’âm, 38)
“Bu kitabı Sana her şey için bir açıklama, bir hidâyet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (en-Nahl, 89)
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, kıyâmete kadar insanlığın bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir zenginliktedir. Prof. Dr. M. Hamîdullah bu hususta şöyle der:
“Kur’ân-ı Kerîm, zulme uğramış zayıf insanlardan teşekkül eden ilk İslâm toplumunun ihtiyaçlarına cevap verebildiği gibi Atlantik Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na kadar hâkimiyet kurduğu ve yeryüzünün tek ve muazzam bir devleti hâline geldiği devirde de İslâm câmiasının bütün ahlâkî ve hukûkî ihtiyaçlarını karşılamıştır. İşte bu câmia, inanç ve îtikadları, ibadetleri, ictimâî hayatı, sosyal kanunları ve diğer ihtiyaçları ile ilgili bütün bilgileri her zaman için bu kitapta bulabilmiştir.”[13]
c- Mûcize Oluşu
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’i hem kendisinin hem de Peygamber Efendimiz’in doğruluğunu ispat eden bir mûcize kılmıştır. Bu sebeple onun mûcizevî yönleri saymakla bitmez.[14] O, kıyâmete kadar zamanı geldikçe esrârını fâş etmeye devam edecektir. Bugüne kadar idrâk edilebilen mûcizevî yönlerinin bir kısmı şöyledir:
Kur’ân-ı Kerîm’in, bir benzerini meydana getirmeleri husûsunda bütün insanlara meydan okuması,
Kur’ân-ı Kerîm’e karşı koyup onunla yarış etmeleri için birçok sebep olmasına ve buna şiddetle ihtiyaç duymalarına rağmen müşriklerin Kur’ân’a nazîre getiremeyişleri,
Bilinen edebî şekillerden farklı olması,[15]
Hiçbir beşerin ulaşamayacağı derecede belâğatin zirvesinde olan bir nazım, tertip ve telif güzelliğine sahip olması,
Geçmişe ve geleceğe âit gaybî haberler ihtivâ etmesi ve bunların doğru çıkması,[16]
Kur’ân-ı Kerîm’in kalplerde meydana getirdiği derûnî ve mânevî tesir. Kur’ân’dan başka hiçbir manzum ya da mensur söz, kulağa geldiğinde, korku ve dehşet hâlinde bile olsa, kalbe lezzet ve tatlılık vermez. Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediğinde ise gönüller huzur duyar ve kalpler açılır.[17] İnsan onun hazzını aldığında derinden sarsılır, içini huşû kaplar, tüyleri diken diken olur ve kalbi heyecanla çarpmaya başlar. Kur’ân, onun nefsi ile içinde gizlediği köklü inançları arasına girer. Allah Rasûlü’nün nice düşmanı vardır ki, onu öldürme niyetiyle gelmiş, Kur’ân’ı işitince hiç vakit geçirmeden ilk düşüncesinden vazgeçmiş, İslâm’a girmiş ve düşmanlığı dostluğa, küfrü îmâna dönüşmüştür.[18]
Ümmî bir kimse vâsıtasıyla tebliğ edilmesi,[19]
Mânâlarının doğruluğu,
Lâfızlarındaki fesâhatin birbirini izlemesi,[20]
Kur’ân’ın kendisine has mûsikîsi,
Tarihi (nüzûlü, cem’i vs…),
Lüzumsuz söz ve kelime bulunmaması,
İlmî hakîkatleri ihtivâ etmesi…[21] İlmî hakîkatlerden bahsetme husûsunda Kur’ân-ı Kerîm hep önden gidiyor, ilim onu tasdîk ederek ardından tâkip ediyor. Astronomi, Emriyoloji, Tıp gibi ilim dallarıyla alâkalı hususlarda bunun pek çok misâli mevcuttur.
İmâm Süyûtî’ye göre, Kur’ân’ın mûcizevî yönleri çoktur ve sınırlandırılamaz. Kendisi bu hususta kaleme aldığı üç ciltlik eserinde otuz beş madde zikretmiştir.[22]
Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizevî yönlerini anlamak için geniş bir ilim, kültür ve belâğat kâbiliyetine ihtiyaç yoktur. Onu tefekkür ederek okuyan her insan, kültürü ve eğitimi ne olursa olsun, mûcizevî yapısını kolayca fark edebilir.[23] Onun, sonsuz kudret sahibi bir Yaratıcı’nın kelâmı olduğunu, bir beşer tarafından söylenemeyeceğini derhâl anlar.
a) Fesâhat ve Belâğati
Kur’ân-ı Kerîm’in indiği toplum, edebiyâtın zirvesinde idi. Panayırlarda herkesin huzûrunda belâğat ve fesâhat müsâbakaları yapılırdı. Toplum yediden yetmişe güzel söz ve şiirle meşgul olurdu. Buna rağmen bütün edebiyat ustaları, Kur’ân-ı Kerîm’in belâğat, fesâhat ve hârikulâde nazmı karşısında çaresizlikten kıvranmış, sükûtun derinliklerine gömülmek zorunda kalmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm onlara karşı defalarca meydan okudu, bütün yardımcılarını çağırıp Kur’ân’ın âyetlerine benzeyen bir söz getirmelerini istedi. Bu açık meydan okumaya rağmen, o gururuna düşkün, enâniyeti uğruna canını, malını ve bütün âilesini fedâ eden Araplar cevap veremediler.
Bir gün Mekke müşriklerinden Velîd bin Muğîre Peygamber Efendimiz’e gelmişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm’den bâzı bölümler okudu. Velîd’in kalbi biraz İslâm’a yumuşamıştı. Onun bu hâlini haber alan Ebû Cehil, yanına geldi ve:
“–Amca, kavmin sana vermek üzere mal topluyor. Zira sen Muhammed’e gidip mal istemişsin!” dedi. Velîd:
“–Kureyş beni iyi bilir ki malı en çok olanlardan biriyim.” dedi. Ebû Cehil:
“–O hâlde Muhammed hakkında öyle bir şey söyle ki senin onu inkâr ettiğini ve ondan hoşlanmadığını kavmin bilsin!” dedi. Velîd:
“–Ne söyleyeyim? Vallâhi, içinizde şiiri benden iyi bilen kimse yoktur, recezi[24], kasîdeyi benden daha iyi bilen yoktur. Vallâhi onun söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallâhi, onun söylediğinde bir tatlılık var, onun apayrı bir lezzeti var, bütün sözleri yıkıp geçiyor ve hepsinin üstüne çıkıyor, hiçbir söz onun üstüne çıkamıyor!” dedi.
Ebû Cehil ısrar etti:
“–Sen onun aleyhine bir şey söylemedikçe kavmin râzı olmayacak!” dedi. O da:
“–Bırak beni biraz düşüneyim!” dedi. Sonra da:
“–Bu nakledilen bir sihirdir.” diyebildi. (Vâhidî, Esbâbu Nüzûl, s. 468)
Onun bu hâli, Kur’ân-ı Kerîm’de bütün canlılığı ile şöyle tasvir edilir:
“O düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Yine kahrolası, nasıl da ölçtü biçti! Sonra baktı. Derken suratını astı, kaşlarını çattı. En sonunda kibrini yenemeyip sırt çevirdi: «Bu, nakledilen bir sihirdir. Bu, beşer sözünden başka bir şey değildir.» dedi.” (el-Müddessir, 18-25)
Müslümanların sayısının hızla artması ve Hazret-i Hamza, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- gibi bahâdırların İslâm’a girmesi üzerine müşrikler iyice telâşa kapıldılar. Bir toplantı yaparak İslâm’ın yükselişine mânî olmak için çâreler düşündüler:
“−Muhammed’in durumu iyice ciddîleşti, işlerimizi karıştırdı. Sihirde, kehânette, şiirde en âlimimizi ona gönderelim de kendisiyle konuşsun!” dediler.
Bu iş için Utbe bin Rebîa’yı seçerek Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış olduğu mal, makam, kadın gibi teklifleri, fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözleri bitinceye kadar onu sessizce dinledi. Sonra da künyesiyle hitâb ederek:
“−Ebû’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe:
“–Evet!” deyince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“−Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu.
Besmele çekerek Fussilet Sûresi’ni okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebû’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, kendisini gören müşrikler:
“−Vallâhi Ebû’l-Velîd, gittiğinden çok farklı bir yüzle dönüyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına vardığında heyecanla:
“−Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:
“−Vallâhi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
«Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: Ben sizi, Âd ve Semûd’un başına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım ile îkâz ettim.»[25] dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tuttum. Durması için akrabâlığımızın hakkını ileri sürerek yemin ettim. Zira Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vukû bulduğunu bildiğim için üzerimize azâb ineceğinden korktum.
Ey Kureyş cemaati, gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer O’nu Araplar öldürürse, başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet O, Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mes‘ûdu olursunuz!” dedi.
Kureyşliler:
“−Ebû’l-Velîd! O seni de diliyle sihirlemiş!” deyince Utbe:
“−Benim fikrim budur. Siz nasıl istiyorsanız öyle yapın!” karşılığını verdi. (İbn-i Hişâm, I, 313-314; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 111-112)
Hicretin 9. senesinde Medîne’ye her taraftan heyetler gelmeye başlamıştı. Bu esnâda, Benî Ukayl kabilesinden Ebû Harb bin Huveylid de, Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona Kur’ân-ı Kerîm okudu ve İslâm’ı anlattı. Kur’ân-ı Kerîm ve İslâm karşısında hayran kalan Ebû Harb:
“–Vallâhi Sen, ya Allâh’a, ya da Allâh’a kavuşana kavuşmuşsun! Sen öyle sözler söylüyorsun ki, doğrusu, biz onun gibi güzel bir söz hiç işitmedik...” dedi.[26]
Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmadan evvel, edebiyat fuarlarında çok şiddetli fesâhat ve belâğat yarışmaları yapılıyordu. Buna rağmen hiç kimse; “Bir benzerini hazırlayıp da Kur’ân ile mücâdele edelim.” diyemedi. Bu meşhur edebiyatçılar, inen âyet-i kerîmelerin Hak’tan geldiğini vicdânen kabul ettikleri hâlde, sırf nefsâniyetleri sebebiyle reddediyorlardı. Kur’ân’ın Allâh’ın kitâbı olduğunu kabûl ediyorlar, fakat -hâşâ- Allâh’ın irâdesine ve takdîrine yanlışlık izâfe ediyorlardı. Onların, nefsâniyete bürünmüş akıllarınca, Kur’ân, zengin olmayan, yetim ve öksüz birine değil; ya Mekke’nin zenginlerinden Velîd bin Muğîre’ye ya da Tâif’in zenginlerinden Amr bin Umeyr’e indirilmeliydi. Nitekim Velîd bin Muğîre şöyle demişti:
“−Kureyş’in büyüğü ve efendisi olan ben, yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’ân Muhammed’e mi inecek?!..” (İbn-i Hişâm, I, 385. Krş. ez-Zuhruf, 31)
Hâlbuki kulların Hak katındaki kıymeti, ne zenginlikle ne de soylulukladır; ancak takvâ iledir. Kaldı ki, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, soy cihetiyle de onların en şereflisi idi.
Meşhur Arap şâirlerinden ve ediplerinden Ebu’l-Alâ el-Maarrî, Kur’ân-ı Kerîm’in mûcizeliği husûsunda şöyle der:
“İlhâda sapanlar, hidâyete kavuşanlar, orta hâlden ayrılanlar ve doğru yolu bulanlar, bütün bunların hepsi, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in getirdiği mûcizevî Kitâb’ın, her şeyi mağlup ettiğinde ittifak etmişlerdir… Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği bir âyet-i kerîme veya onun bir kısmı, her ne zaman en fasih bir sözün arasına konulacak olsa, bu âyet, karanlığın ortasında parlayan bir yıldız gibi kendini göstermektedir…”
Kur’ân’ın, tesirinden hiçbir şey kaybetmeden günümüze kadar gelen mûcizevî bir kitap olduğuna delil arandığında, tecrübe ve müşâhededen daha açık ve daha bağlayıcı bir delil bulmak mümkün değildir. Zira ilk nâzil olmaya başladığı günden zamanımıza kadar, Kur’ân’a meydan okuyabilen kimse çıkmamıştır. Böyle bir şeyi tecrübe etmek isteyenler de bütün insanlığın huzurunda rezil olarak kıyâmete kadar kendilerinden ayrılmayacak bir âr yüklenmişlerdir.[27]
b) Gaybdan Haber Vermesi
Kur’ân-ı Kerîm, gayba dâir pek çok haberler ve işaretler ihtivâ eder. Onda geçmişe, hâle ve geleceğe dâir işaretler, bilgiler ve atıflar mevcuttur.[28]
İnsanın ilk yaratılış sahnesini, burada cereyan eden hâdiseleri (Embriyoloji), önceki toplumları, onların hayat hikâyelerini, kendilerine gönderilen peygamberler ile münâsebetlerini anlatması, mâzîye âit gayb haberleridir.
Cenâb-ı Hakk’ın zât-ı ulûhiyeti, sıfatları, fiilleri, melekler, cinler ve kabir âlemi, Cennet ve Cehennem ile alâkalı haberler, bilhassa ehl-i kitâb, münâfık ve müşriklerin içlerinden geçirdikleri hîle ve tuzaklar ile psikolojik yapılarını anlatan âyetler de nüzul zamanıyla alâkalı gaybî bilgilerdir.
Gayba dâir haberlerin en mühimleri ise, gelecekte cereyan edecek hâdiselerin bildirilmesidir. Bu haberlerin, aynen bildirildiği gibi tahakkuk ettiğini tarih de tasdik edince, Kur’ân-ı Kerîm’in, “Allâmu’l-Ğuyûb” yani gaybları tam olarak ve en iyi şekilde bilen Allah Teâlâ tarafından indirildiğinde şüphe kalmamıştır. Geleceğe dâir gaybî haberlerin bir kısmı şöyledir:
Firavun’un Cesedi
Firavun, ordusuyla Hazret-i Mûsâ’yı tâkip ederken deniz yarılmış, Mûsâ -aleyhisselâm- ve yanındakiler selâmetle karşıya geçmiş, Firavun ve askerleri de boğulmuştu. Firavun, Kızıldeniz’in girdaplarında boğulmak üzere iken mecbur kalarak îman halkasına tutunmak istedi. Allah Teâlâ ona şöyle buyurdu:
“Şimdi mi (îmân ediyorsun)?! Hâlbuki sen, bundan evvel isyân etmiş, dâimâ fesatçılardan olmuştun! (Ey Firavun!) Biz de bugün seni (cansız bir) beden olarak (karada yüksek bir yere atıp bozulmaktan) kurtaracağız ki, arkandan geleceklere bir ibret olasın! (Bununla beraber) insanlardan birçoğu, bizim âyetlerimizden cidden gâfildirler.” (Yûnus, 91-92)
Yakın bir zaman önce yapılan araştırmalarda Firavun’un cesedi bulundu. Şu anda bu ceset, secde vaziyetinde Londra’daki British Museum’da 94. salonda sergilenmektedir. Üzerinden binlerce sene geçmesine rağmen çürümemiş, insanlara ibret olması için Cenâb-ı Hak tarafından muhâfaza edilmiştir.
Rumların Gâlibiyeti
Hristiyan olan Rumlar ile mecûsî olan İranlılar arasında bir harp vukû bulmuş ve mecûsîler gâlip gelmişti. Bundan istifade etmek isteyen müşrikler, müslümanlara:
“–İlâhî kitap sâyesinde üstün geleceğinizi sanıyordunuz. İşte mecûsîler, Kitap ehli olan Rumları yendiler.” diyerek onların îman ve azimlerini kırmaya çalıştılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, müşriklere hüzün, mü’minlere sürur verecek olan şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:
“Elif. Lâm. Mîm. Rumlar yenildi; en yakın yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra gâlip geleceklerdir, birkaç yıl içinde (3 ile 9 yıl arasında). İşler önceden de sonradan da Allâh’a âittir. O gün mü’minler Allâh’ın yardımıyla sevinirler. O mutlak gâliptir, merhamet ve ihsan sahibidir.” (er-Rûm, 1-5)
O sırada Rumlar öyle zayıf düşmüşlerdi ki, hiç kimse, bellerini kıran bu mağlûbiyetin ardından tekrar gâlip gelebileceklerine ihtimâl vermiyordu. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, kuvvetli bir te’kidle şöyle buyuruyordu:
“Bu, Allâh’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; fakat insanların çoğu bilmezler.” (er-Rûm, 6)
Nihayet Cenâb-ı Hak, vaadini gerçekleştirdi. Tarihçilerin ittifâkıyla dokuz seneden az bir zaman içinde Rumlar İranlılara gâlip geldiler. Aynı gün, müslümanlar da Bedir Gazvesi’nde müşriklere karşı zafer kazanıp sevindiler.[29] Bu da 4. ve 5. âyet-i kerîmelerde haber verilen ikinci bir mûcizeydi.
Yine Kur’ân-ı Kerîm, Bedir Savaşı’nda düşman ordusunun mağlup edileceğini[30], bir müddet sonra müslümanların muzaffer olup Mekke’yi fethedeceğini[31] haber verdi. Bunlar da aynen tahakkuk etti. Buna benzer daha pek çok misal mevcuttur.[32]
Peygamber Efendimiz’in, kendisi açısından gayb alanına giren bu tür haberleri vahye istinâd etmeden, önceden haber vermesi imkânsızdır. O hâlde Kur’ân-ı Kerîm Allâh’ın kelâmıdır ve bütün ifadeleri en doğrudur.
c) İlmî Keşiflere Işık Tutması
Esas maksadı insanı hidâyete erdirmek olan Kur’ân-ı Kerîm’in çok sayıdaki âyetinde, bilhassa tevhid akìdesine dikkat çekmek üzere tabiat ilimlerinin sahasına giren konularda verdiği özlü bilgilerin, daha sonra modern ilim tarafından da keşfedilmesi, onun ayrı bir mûcizevî yönünü teşkil etmektedir. Yani Kur’ân-ı Kerîm dâimâ önde gidiyor, ilim ise onu ardından tâkip ediyor.
Âyet-i kerîmede, ilmî araştırmalar yapan, Allâh’ın tabiata ve ictimâî hayata koymuş olduğu değişmez kanunları keşfetmeye çalışan âlimlerin, neticede Kur’ân’ın vahiy mahsulü bir kitap olduğunu görecekleri ifade edilir.[33] Diğer bir âyete göre[34] Kur’ân-ı Kerîm, ileride ortaya çıkacak bâzı bilgilere işaret ediyor. İnkârcılar ise Kur’ân’ın üslûbunu incelemeden ve geleceğe dâir verdiği haberlerin gerçekleşmesini beklemeden hemen körü körüne onu yalanlamaya kalkıyorlar.[35]
İlmî keşiflere ışık tutması, Kur’ân-ı Kerîm’in kıyâmete kadar bütün zaman ve mekânlarda devam edecek ayrı bir mûcizesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in ihtişâmını, her seferinde yeniden ispat edip durmaktadır. Nitekim sürekli artarak devâm eden ilmî terakkîler, bu bilgileri devamlı teyid ve tasdik etmektedir. Misâl kabîlinden şunları zikredebiliriz:
Parmak İzi
Parmak izlerini inceleyen ilim dalı (Daktiloskopi), parmak uçlarının ömür boyunca hiç değişmeden aynı kaldığını; hiçbir insanın parmak ucunun bir başkasınınkine benzemediğini ortaya koymuştur. Bu sebeple emniyet ve hukukta en güvenilir hüviyet tespiti, parmak iziyle yapılmaktadır. Bu hakîkat, 19. asrın sonlarında keşfedilip kendisinden istifâde edilmeye başlanmıştır. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm parmak uçlarının bu husûsiyetine asırlar öncesinden şöyle dikkat çekmiştir:
“İnsan, Biz’im, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, toplarız; onun parmak uçlarını (بَنَانَهُ) bile bütün incelikleriyle yeniden düzenlemeye gücümüz yeter!” (el-Kıyâme, 3-4)
Acıyı Deri Hisseder
Tayland, Cayn-Mayn Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tajaket Tajason, azapla alâkalı bir çalışma yapmış ve şu neticelere ulaşmıştı:
Azâbın uzun müddet devâm edebilmesi için, deriler ateşte yanıp hissiyat yok olduğunda, onlara yeniden aynı kâbiliyeti kazandırmak gerekir. Çünkü azap, deriler üzerinde gerçekleştiği için, deriler yana yana içindeki sinirler tahriş olur ve devre dışı kalır ki bu, azâbın artık hissedilmemesi demektir. Zira beyin, idâre ettiği hissetme işini deri vâsıtasıyla yapmaktadır.
Bu ilmî neticelere varan Tajason’a bir gün şu âyet-i kerîme gösterildi:
“Şüphesiz âyetlerimizi inkâr edenleri yarın ateşe atacağız! Onların derileri yandıkça, başka derilerle değiştiririz ki, azâbı tatsınlar! Allah dâimâ üstün ve Hakîm’dir.” (en-Nisâ, 56)
Âyet-i kerîme, Tajason’a şok tesiri yaptı. Kur’ân-ı Kerîm’in bir beşer kelâmı olamayacağını îtirâf etti. Memleketine döndüğünde yaptığı ilk konferansında talebelerinden beş kişi îmân etti. Nihâyet kendisi de Riyad’da yapılan sekizinci tıp kongresinde kelime-i şehâdet getirdikten sonra sevinçle; “Ben de müslüman oldum!” diye haykırdı ve bundan sonraki ömrünü Kur’ân’a adadı.
Atomun Parçalanması
Kur’ân-ı Kerîm’de 14 asır evvel şöyle buyrulmuştur:
“…Ne yerde ne gökte zerre (atom) ağırlığınca bir şey Rabb’inden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık kitapta (levh-i mahfuzda) bulunmasın!” (Yûnus, 61)
Âyet-i kerîmede atomdan daha küçük varlıklardan bahsedilmektedir. Hâlbuki atomun parçalanabileceği, daha yakın zamanda keşfedilmiştir. Daha önce atomun, maddenin parçalanamayan en küçük parçası olduğu zannediliyordu.
Büyük İslam mütefekkiri Mevlânâ Hazretleri de (1207 – 1273) asırlar evvel bu hakîkati şöyle haber vermiştir:
“Bir zerreyi (atomu) kesersen, içinde bir güneş ve güneş etrafında dönen gezegenler bulursun!”
Mevlânâ Hazretleri’nin Mecâlis-i Seb‘a, Fîhi Mâ Fîh ve Mesnevî isimli eserlerini Fransızca’ya tercüme eden Eva De Vitray Meyerovitch, Mevlânâ’nın mesajlarındaki şifreleri çözmeyi başarmış ender şahsiyetlerden biridir. O şöyle diyor:
“Söylemekten gurur duyuyorum, Mevlânâ’nın son çevirdiğim eseri benim 10 yılımı aldı. Hârikulâde güzel ve büyük bir eserdir bu...
Düşünün, Mevlânâ, «Atomu keserseniz güneş sistemini bulursunuz.» diyor. İçinde ve çevresinde dönen gezegenler bulunduğunu söylüyor. Ama dikkat etmek gerektiğini de ifade ediyor. Zira bu atomlar ağızlarını açtıklarında, bütün dünyayı yok edebilecek bir ateşin çıkacağını ilâve ediyor. Görüldüğü gibi, 13. asırda atom bombasının tehlikelerinden söz ediyor. Dokuz gezegenin bulunduğunu söylüyor. Hâlbuki bilim bunu ancak 1930’da ortaya koyabildi. Daha önceleri yedi gezegenin bulunduğu sanılıyordu... Batı’da Güneş’in Dünya çevresinde döndüğü söylenirken, Mevlânâ Dünya’nın öbür gezegenler gibi, küçük bir gezegen olduğunu söylüyor. Hattâ gerçekten hârikulâde başka şeyler de söylüyor. Dünyada yaşayan bütün canlılar yıldızların etkisindedir. Güneş; bitkilere ve hayvanlara tesir eder, Ay, denize tesir eder gibi ve dahası bilinmeyen birçok şey daha söylüyor…”[36]
Mevlânâ Hazretleri, bütün ilmini, irfânını ve feyzini Kur’ân-ı Kerîm’den ve Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden almıştı.
Çift Yaratılış
Âyet-i kerîmelerde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız.” (ez-Zâriyât, 49)
“Yerin bitirdiklerinden, insanların kendilerinden ve henüz bilmedikleri şeylerden bütün çiftleri yaratan Allâh’ı tesbîh ve takdîs ederim!” (Yâsîn, 36. Ayrıca bkz. er-Ra‘d, 3)
İlim adamları son zamanlarda keşfetmişlerdir ki, insanlar ve hayvanlar nasıl çiftse, bitkiler ve diğer varlıklar da hep çift çift yaratılmıştır. Atomlar bile çifttir. Onların bir kısmı artı bir kısmı eksi yüklüdür. Meselâ artı elektrik eksi elektriğe akar, ışık yanar; artı bulut eksi buluta akar, yağmur yağar. Bu ilâhî kânun bütün mahlûkâta şâmildir.
Kâinâtın Genişlemesi
Yakın zamanlarda kâinâtın genişlediği, galaksilerin birbirinden muazzam bir hızla uzaklaştığı keşfedildi. Bu kanuna göre koskoca galaksiler, aralarındaki uzaklıkla doğru orantılı bir şekilde birbirinden uzaklaşmaktadır. Meselâ, bizden 10 milyon ışık yılı uzaktaki bir galaksi, saniyede 250 kilometre hızla bizden uzaklaşırken, 10 milyar ışık yılı uzaktaki bir galaksinin uzaklaşma hızı saniyede 250.000 kilometredir.[37]
Bu duruma Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilir:
“Semâyı kendi ellerimizle (kuvvetle ve çok sağlam bir şekilde) Biz binâ ettik ve Biz (onu) elbette genişletmekteyiz.” (ez-Zâriyât, 47)
Korunmuş Tavan
Ömrünü tüketip patlayan yıldızların parçaları olan göktaşları semânın her tarafına dağılır. Cenâb-ı Hak, Dünya’yı bunlardan muhafaza etmektedir. Jüpiter ve devâsâ çekimi ile Satürn, Dünya için tehlikeli olacak pek çok cismi tutarlar. Zaman zaman bu iki gezegeni aşıp dünyamıza yaklaşan göktaşlarını da Ay çeker. Atmosferi olmadığı için Ay’a düşen her göktaşı yüzeye çarpar. Bu çarpmaların Ay’da meydana getirdiği kraterleri küçük bir dürbünle bile görebiliriz.
Ay engelini de aşan göktaşları, eğer çok büyük değillerse atmosfere girince sürtünme sebebiyle yanmaya başlarlar. “Yıldız kayması” da dediğimiz bu hâdise neticesinde göktaşları, yeryüzüne ulaşamadan Mezosfer tabakası içinde un ufak toz zerreleri hâlinde dağılırlar. Sonra bu toz zerreciklerinin her biri bir yağmur taneciğine çekirdek olur.[38]
Ayrıca dünyanın hareketinden meydana gelerek onu kuşatan manyetik alan ve atmosferin muhtelif katmanları da, Dünya’yı uzaydan gelen zararlı ışınlardan ve Güneş patlamalarından muhâfaza eder.
Atmosfer bizi uzaydaki eksi 270 dereceyi bulan akıl almaz soğuktan da muhâfaza eder. Meselâ atmosferi olmayan Ay’da hava gece eksi 150 derece, gündüz ise artı 100 derece civarında olur. Çünkü “korunmuş tavan”ı olmadığı için Güneş’ten gelen tüm ısı ve ışık, olduğu gibi Ay yüzeyine düşer.
Kur’ân-ı Kerîm’de bu hakîkatlere şöyle işaret edilir:
“Biz, gökyüzünü korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise, oradaki (Allâh’ın varlığını gösteren) delillerden yüz çeviriyorlar.” (el-Enbiyâ, 32)
Birbirine Karışmayan Denizler
Rahmân Sûresi’nin 19 ve 20. âyetlerinde:
“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. (Fakat) aralarında bir engel vardır; birbirine geçip karışmazlar! (Kendi yapılarını muhafaza ederler)” buyrulmuştur. Neml Sûresi’nin 61. âyet-i kerîmesinde de aynı husûsa işaret edilir.
Bu âyetlerde bildirilen hakîkat, asrımızda anlaşılan bir Kur’ân mucizesidir. Son keşiflerde Akdeniz ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği Cebel-i Târık Boğazı’nda, suların birbirine karışmasına mânî olan sudan bir perdenin olduğu tespit edilmiştir. Böylece iki denizin suyu birbirine karışmamakta, her iki taraf da aslî karakterini muhafaza etmektedir. Aynı türden bir su engeli 1960’lı yıllarda Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda da keşfedildi. İlmî açıklamaya göre, tuzluluk oranları ve yoğunlukları farklı iki su kütlesi, “yüzey gerilimi” denen bir husûsiyet sayesinde birbirine karışmıyordu.
Bu yaratılış mûcizesinin en büyük faydası, farklı sularda farklı canlıların yaşamasına münâsip vasatın sağlanmasıdır.
Nehirler ve Denizler
Yukarıda bahsedilen su engeli, tatlı su nehirlerinin denize döküldüğü haliç ve deltalarda görülür. Hem üst hem de dip akıntılarıyla birbirlerine karışması son derece kolay görülen nehirler, denizlere döküldükleri noktalarda asla tuzlu su ile karışmazlar. Cenâb-ı Hak bu iki su arasına birbirine karışmama kanununu koymasa idi, yeryüzündeki tatlı su nehirleri tuzlu deniz suyu ile karışır, içlerindeki ve çevrelerindeki canlılarla birlikte yok olup giderlerdi.
Âyet-i kerîmede buna şöyle dikkat çekilir:
“İki deryayı salıveren O’dur; şu tatlı, susuzluğu giderir, şu tuzlu ve acı bir sudur. Aralarına da karışmalarına mânî olan bir engel, aşılmaz bir sınır koymuştur.” (el-Furkân, 53)
Üst Üste Dalgalar, Üst Üste Karanlıklar
Okyanusların dibine inmek, neredeyse uzaya çıkmak kadar zor bir meseledir. İnsanlar, bu iş için yapılmış husûsî araçlar olmadan ancak 70 metre kadar derinlere dalabilirler, bundan sonrası imkânsızdır. Bu sebeple denizlerin 200 metre kadar aşağısı neredeyse karanlık, 1000 metreden sonrası ise tamamen koyu bir karanlıktır.
Cenâb-ı Hak bizlere deniz diplerinin, kendi elimizi bile göremeyeceğimiz kadar karanlık olduğunu 1400 sene evvel şöyle haber vermiştir:
“Yahut engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir (kâfirlerin hâli… Öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut... Birbiri üzerine yığılmış karanlıklar... İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahî göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasîbi yoktur.” (en-Nûr, 40)
Âyet-i kerîmenin başındaki “Engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor” ifadesi ise bambaşka ve yine yakın zamanda keşfedilen ilmî bir hakîkati haber vermektedir: İç dalgalar…
Okyanus suları derinlere inildikçe birbirinden farklı yoğunlukta tabakalardan teşekkül etmiştir. Bu tabakalar arasında tıpkı okyanus yüzeyindeki gibi dalgalar meydana gelmektedir. Bunlara “dip dalgalar” veya “iç dalgalar” ismi verilir. Bu dalgalar çıplak gözle görülemezler. Ancak, su tabakaları arasındaki sıcaklık ve tuz oranı farkları ölçülerek anlaşılabilirler.
Bütün bu yeni keşifler, hep Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik hâlindedir…
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- denizci olmadığı gibi, denizde seyahat etmiş de değildir. Ancak Kur’ân-ı Kerîm’de denizlerle ilgili bu ve benzeri âyetler mevcuttur. Bunlar üzerinde tefekkür ettiğimizde, Kur’ân-ı Kerîm’in vahiyden başka bir yolla Peygamber Efendimiz’e gelemeyeceğine kanaat getiririz. Zira bir manzara tasviri yapan kişi, ancak yaşadığı veya gezip gördüğü çevredeki unsurları kullanabilir. Kur’ân-ı Kerîm, çöllerle kaplı bir bölgeye indiği hâlde, onda daha çok çoşkun akan nehirlerden, yemyeşil manzaralardan, toprağa can veren yağmur yüklü bulutlardan, bağlardan, bahçelerden, dağlardan ve denizlerden bahsedilir.
Atmosfer Basıncı
Kur’ân-ı Kerîm, kâfirin hâlini, semâya doğru yükselirken kalbi sıkışıp daralan bir insanın durumuna benzetir.[39]
Bugün ilmî keşifler, yükseğe çıkıldıkça hava yoğunluğunun azaldığını, basıncın düştüğünü ve oksijenin azaldığını ortaya koymuştur. Bu sebeple insan yükseldikçe, nefes almakta zorlanır, sadrı daralıp sıkışır.
Âyet-i kerîmede bu mânâyı ifâde eden kelimenin telâffuzu ve mûsıkîsi de aynı mânâyı âdeta tatbikî olarak insana yaşatmaktadır.
Peygamber Efendimiz’in devrinde yükseklere çıkacak bir vâsıta olmadığı gibi, bulunduğu coğrafyada çok yüksek dağlar bile yoktu. O hâlde böyle bir teşbih ve ifâde, ancak her şeyi bilen Allah Teâlâ’ya âit olabilir.
Aşılayıcı Rüzgârlar
On dört asır evvel nâzil olan Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmuştur:
“Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık...” (el-Hicr, 22)
Bu âyet-i kerîmenin inişinden asırlar sonra, rüzgârların bitkileri ve bulutları aşıladığı keşfedilmiştir.
Rüzgârlara, “yoğunlaşma çekirdeği” ismi verilen toz zerreciklerini taşımak gibi mühim bir vazife verilmiştir. Deryaların üzerinden kalkan tuz zerrecikleri, çöllerden savrulan tozlar, yanardağların püskürttüğü küller, rüzgâr vâsıtasıyla atmosferin üst tabakalarına kadar taşınır. Bunlarla havadaki su buharı aşılanarak su zerreleri hâline gelir. Bunlar olmasa, su buharı yoğunlaşamaz ve dolayısıyla insanlar da yağmurdan mahrum kalır.
Yine, yeryüzündeki sayısız bitki türüne ait polenler, çiçek tozları ve tohumlar, rüzgârlar vasıtasıyla birinden diğerine taşınır. Böylece bitkilerin döllenerek çoğalması, neslini devam ettirmesi ve çiçek, meyve, sebze gibi ürünlerini vermesi sağlanır.
Cenâb-ı Hak, bulutların ağır olduğunu ifâde buyurur.[40] İlim adamları bulutlardan yağan yağmuru hesaplamışlar, mesela 50 km2lik bir alanı 1 santim kalınlığında kaplayacak yağmurun ağırlığı yarım milyon ton kadar çıkmıştır. Tek bir yağmur bulutunun da 300.000 ton ağırlığında olabileceğini ifade etmişlerdir.
Nûr Sûresi’nin 43. âyet-i kerîmesinde de dolu ile şimşeğe ve ikisi arasındaki münâsebete işaret edilir.
Kur’ân-ı Kerîm, bunlar gibi daha pek çok ilmî hakîkate işaret etmiştir ki bunların bir kısmı keşfedilmiş, bir kısmı da hâlâ keşfedilmeyi beklemektedir.[41]
4. PEYGAMBERLERE İMAN
Peygamberler, hidâyet rehberleridir.
İnsanoğlu kendi başına sırât-ı müstakîmde dosdoğru yürümek husûsunda zaafiyet gösterip nice hatâlara düşmeye müsâid olduğundan Cenâb-ı Hak, onu kendi fazlından peygamberler ile takviye etmiştir. Böylece Allah Teâlâ insana kitaplar ve peygamberleri ile mes’ûliyet sınırlarını bildirdikten sonra onu mükellef kılmıştır. Hiçbir toplumu da böyle bir lûtuftan mahrum bırakmamıştır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Biz Sen’i müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her topluluğa mutlaka bir uyarıcı (peygamber) gelmiştir.” (Fâtır, 24)
Dînin gâyesi, insandaki nefsânî temâyülleri âdeta yok edercesine asgarîye indirmek, rûhânî vasıfları da zirveye ulaştırmaktır. Ancak bu gâyenin gerçekleşebilmesi için insanın müşahhas bir misâle ihtiyacı vardır. Peygamberlerin gönderilmesindeki hikmetlerden biri de, onların, insanlar için tâbî olunacak mükemmel bir numûne-i imtisâl olmalarıdır.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Andolsun ki, Rasûlullah’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Peygamberler, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilenlerden ibaret değildir.[42] Rivayetlere nazaran 124 bin veya 224 bin peygamber gönderilmiştir. Bunlardan kimine müstakil bir şerîat verilmiş, kimi de evvelki peygamberin şerîatini devam ettirmiştir.
Peygamberlerin Özellikleri ve Görevleri
Peygamberler, istihkàk ile değil, ilâhî tayinle vazifelendirilmişlerdir. Dolayısıyla onlar, Allah tarafından verilmiş farklı husûsiyetlere sahiptirler. Peygamberlere îman, bu husûsiyetler çerçevesinde tamam olur:
Sıdk: Peygamberler söz ve fiillerinde dâima doğruluk üzerindedirler. Söz ve fiilleri birbirinin aynası durumundadır. Onların yalan söylemeleri muhâldir. Onların doğrulukları kendilerine îmân etmeyenler tarafından dahî tasdik edilmiş bir yüceliktedir.
Emânet: Peygamberler, beşeriyetin en emîn kimseleridir. Ehl-i îmân olmayanlar bile, onlara sonsuz bir güven içindedirler. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında söylenen Muhammedü’l-Emîn tâbiri müşriklerin de dillerinden düşmez ve onlar emanetlerini kendi yandaşlarına değil, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e teslîm ederlerdi. Hattâ Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hicret edeceği zaman dahî üzerinde müşriklerin birtakım emanetleri vardı. Ve ölüm tehlikesine rağmen Hazret-i Alî’yi Mekke’de bırakıp onları sahiplerine teslîm ettirmişti.
Fetânet: Peygamberler, insanlar içinde her bakımdan -bilhassa akıl ve zekâ açısından- en üst derecededirler. Onlar, kuvvetli bir hâfıza, yüksek bir mantık ve iknâ kabiliyetine sahiptirler. Meselâ Peygamber Efendimiz’in bütün hayatı, bu tezâhürlerle doludur.
Tebliğ: İlâhî emirleri dosdoğru olarak emredildikleri şekilde insanlara bildirirler. Onların tebliğlerinde, kendilerinden ne bir ilâve ne de bir eksiklik vardır.
İsmet: Gizli ve âşikâr her türlü mâsiyet ve günah işlemekten uzaktırlar. Ancak onların da acziyeti tatmaları ve beşer oldukları unutulup kendilerine ulûhiyet izâfe edilmemesi için, bâzen “zelle” dediğimiz gayr-i irâdî hatâlara düştükleri olmuştur. Zira onlar, örnek alınabilmesi mümkün olacak davranışlar sergilemek durumundadırlar. Aksi hâlde insanlar, “Peygamberlerin emrettiği şeyler bizim tâkatimizin üstündedir.” diyerek ilâhî emir ve nehiyleri îfâya mâzeret bulurlardı.
Peygamber Efendimizin Özellikleri ve Sıfatları
Peygamberlerin bu beş sıfatı dışında, yalnız Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit olan şu sıfatlar da mevcuttur:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Habîbullah’tır, bütün peygamberlerden efdaldir ve O, insanlığın en şereflisidir.[43]
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir. Yani Rasûlü’s-sekaleyn’dir. Getirdiği dîn, kıyâmete kadar bâkîdir. Diğer peygamberler ise geçici bir zaman için ve bâzıları da münhasıran bir kavme gönderilmişlerdir. Bu bakımdan her peygamberin mûcizesi kendi zamânına münhasır iken, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mûcizeleri bütün zamanlara şâmildir. Bilhassa Kur’ân-ı Kerîm, O’na verilen en büyük mûcize olarak kıyâmete kadar tahriften korunmuş olarak bâkî kalacaktır.[44]
Hâtemü’l-enbiyâ, yani peygamberlerin sonuncusu ve mührüdür.[45]
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kıyâmet günü için Makâm-ı Mahmûd ve şefaat-i uzmâ bahşedilmiştir. Bu sebeple o merhamet peygamberi, mahşerde ümmetinin günahkârlarına şefaat edecek ve bu şefaatini de Cenâb-ı Hak kabûl edecektir.[46]
Bir aylık mesâfeden düşmanın kalbine korku salmakla kendisine yardım olunmuştur.
O ve ümmeti için yeryüzü mescid ve temiz kılınmıştır. Binâenaleyh ümmetinden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılabilir.
Daha önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganimet, O’na helâl kılınmıştır.
Cevâmiu’l-kelim (az sözle pek çok mânâlar ifâde edebilme) husûsiyeti bahşedilmiştir.
Yeryüzü hazinelerinin anahtarları getirilip önüne konmuştur.[47]
Hâsılı peygamberlerin hepsi de vahdâniyet esâsı üzere insanlığa rehberlik etmiş mübârek şahsiyetlerdir. Onlardan Kur’ân’la sâbit olmuş herhangi birinin nübüvvetini inkâr, insanı îman dâiresinden çıkarır. Meselâ bir insan Hazret-i Îsâ’nın nübüvvetini inkâr etse mü’min olamaz. Zira bütün peygamberler hep aynı esasları tebliğ etmişler ve bu sebeple onların tebliğâtında ifâdesini bulan dîn hep İslâm olmuştur.
“Bütün peygamberlere selâm olsun! Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a hamdolsun.” (es-Sâffât, 181-182)
Son Peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-
Cenâb-ı Hak ehl-i kitap hakkında şöyle buyurur:
“Ey îmân edenler, Allah’tan korkun. O’nun Peygamberi’ne de îmân edin ki, size rahmetinden iki kat nasip versin, size, aydınlığında yürüyeceğiniz bir nur lûtfetsin ve sizi affetsin. Allah Teâlâ çok mağfiret edici ve çok merhametlidir.” (el-Hadîd, 28)
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhumâ- bu âyet-i kerîmeyi şöyle tefsîr eder:
“Burada zikri geçen iki kat nasipten biri Îsâ -aleyhisselâm-’a, İncil’e ve Tevrat’a olan îmanları sebebiyledir, diğeri de Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’a olan îmanları ve O’nu tasdikleri sebebiyledir.
Âyet-i kerîmedeki nurdan maksat ise, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ittibâ etmeleridir...” (Nesâî, Kadâ, 12)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, Cenâb-ı Hakk’ın, ehl-i kitaptan kendi peygamberine ve Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e îman eden kişilere iki kat ecir lûtfedeceğini beyan buyurmuşlardır. (Bkz. Buhârî, İlim, 31)
Bugün, îmân ehlinden olabilmek için, Cenâb-ı Hakk’a îmânın yanında Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e de îmân etmek zarûrîdir. Îman, bu iki vechenin gönülde bir bütün hâlinde yerleşmesi neticesinde tahakkuk eder. Bu itibarla ne yalnız Allah Teâlâ’ya îman kâfîdir, ne de Rasûlü’ne.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Allâh’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin!” (el-Mâide, 92; en-Nûr, 54, 56; Muhammed, 33; et-Teğâbün, 12)
“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur.” (en-Nisâ, 80)
“Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (el-Ahzâb, 71)
Bunun içindir ki kelime-i şehâdet, yani Allâh’ın birliğini ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğunu ifâde etmek, İslâm’ın ilk şartıdır.
Peygamber Efendimiz’e îmân etmek; O’nu kabûl etmeyi, O’na itaat ve ittibâ etmeyi ve O’nu sevmeyi gerektirir.
Büyük İslâm âlimi Ahmed bin Hanbel Hazretleri şöyle buyurmuştur:
“Mushaf-ı Şerîf’e baktım ve otuz üç yerde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e itaatin emredildiğini gördüm.”
Sonra şu âyet-i kerîmeyi okudu:
“…Onun (Rasûlün) emrine muhâlif davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.” (en-Nûr, 63)
Sonra bu âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okuyor ve şöyle buyuruyordu:
“Âyette isabet edeceği bildirilen fitne nedir? Şirktir, küfürdür. Herhâlde o fitne kişinin başına şöyle gelir: Bir kişi, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir sözünü reddettiğinde kalbine bir eğrilik gelir, kalbi kaymaya başlar. Nihayet o kişinin kalbi hidâyetten tamamen uzaklaşır ve sahibini helâk eder.”
Bunları söyleyen Ahmed bin Hanbel, daha sonra da şu âyet-i kerîmeyi okumaya başladı:
“Hayır, Rabb’ine yemin olsun ki aralarında çıkan herhangi bir anlaşmazlık hususunda Sen’i hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam mânâsıyla kabullenmedikçe îmân etmiş olmazlar.” (en-Nisâ, 65)[48]
Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mîlâdî 571 yılının 20 Nisan’ına tesadüf eden 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, Güneş doğmadan az evvel Mekke-i Mükerreme’de dünyamızı şereflendirdi. O’nun mübârek soyu Hazret-i İsmâil’in oğlu Kayzar sülâlesinin en şereflisi olan Adnân’a kadar uzanır.[49] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kureyş kabilesi içinde, hem baba hem de anne yönünden en temiz ve en şerefli bir âileye mensuptur.
Doğumundan iki ay evvel babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. O’nun yetim çocukluğu ile gençliği, amcasının yanında büyük bir nezâhet ve ulviyet içinde geçiyordu. Bir müddet çobanlık yaptı.[51] Daha sonra ticaretle meşgul oldu.[50] Dürüstlüğü ve alışverişteki adâleti ile herkes tarafından tanındı, hürmet ve îtibar kazanarak “el-Emîn: En emniyetli kişi” sıfatını aldı. Güvenilirlik âdeta onun ikinci bir ismi olmuştu. 25 yaşlarına geldiğinde Mekke’de sadece el-Emîn ismiyle çağrılıyordu.[52] Müşrikler kendi yandaşlarına değil, “Muhammedü’l-Emîn” dedikleri Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e güveniyor ve kıymetli eşyalarını ona emânet ediyorlardı. Kâbe tamir edilirken Hacer-i Esved’i yerine koyma husûsunda ihtilâfa düştükleri zaman, hepsi de Peygamber Efendimiz’in hakemliğine îtirazsız teslim olmuş, o da dâhiyâne bir çözümle muhtemel bir savaşı önlemişti.[53]
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mürüvvet itibârıyla kavminin en üstünü, soy itibârıyla en şereflisi, ahlâk bakımından en güzeli idi. Komşuluk hakkına en ziyâde riâyet eden, hilim ve sadâkatte en üstün olan, insanlara kötülük ve eziyet etmekten en uzak duran O idi. Hiç kimseyi kınayıp ayıpladığı, hiç kimseyle münâkaşa ettiği görülmemişti.[54] Güzel ahlâkı ile bütün insanlar arasında temâyüz ediyordu. Herkes O’nu iyilik ve güzel davranışlarıyla tanıyor ve hürmet ediyordu.
Nübüvvet Vazifesi:
Kırk yaşına geldiğinde kendisine peygamberlik verildi. Hiç böyle bir şey beklemiyordu, ancak Allah Teâlâ her zamanki gibi yine dilediği şeyi gerçekleştirmişti.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zor şartlar altında peygamberlik vazifesine başladı. İnsanlara doğru yolu göstermek için pek çok sıkıntılara katlandı. Yeryüzüne îmânı, adâleti, merhameti, muhabbeti yerleştirmek için çalıştı. İnsanların hem dünyalarını hem de ebedî olan âhiret hayatlarını kurtarmak için kendisini helâk edercesine büyük bir gayret gösterdi. Onlara:
“Bu yaptığıma mukâbil sizden bir ücret talep etmiyorum!”[55] diyerek sırf Allah rızâsı için tebliğde bulunuyordu. İnatçı kâfirler ise direniyorlardı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmî bir insandı, o zamanki pek çok insan gibi okuma-yazma bilmezdi. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla tâbî olanlar şüpheye düşerlerdi.” (el-Ankebût, 48)
Bu sebeple Efendimiz’in, anlattığı şeyleri herhangi bir kitaptan ya da insandan öğrenip nakletmesi mümkün değildi. Ümmî bir insanın kırk yaşından sonra birdenbire en yüksek seviyedeki bir belâğat ve fesâhatla çok mühim bilgiler vermeye başlaması, ancak ilâhî vahiyle mümkün olabilirdi. Bunu o zamanki bütün düşmanları biliyor ve kabûl ediyorlardı.
Müşrikler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i dâvâsından vazgeçirmek için çok uğraştılar. Çok sevdiği amcasını devreye soktular. Efendimiz’e gelip O’nu başlarına kral seçmek, aralarında para toplayıp en zenginleri yapmak, en güzel kızlarla evlendirmek gibi câzip tekliflerde bulundular ve; “Ne istersen yapmaya hazırız.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gâyet açık ve net bir şekilde şu cevabı verdi:
“–Ben sizden hiçbir şey istemiyorum. Ne mal, ne mülk, ne saltanat ve ne de reislik! Benim tek istediğim şudur: Putlara tapmaktan vazgeçiniz, yalnız bir olan Allâh’a ibadet ediniz!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 99-100)
Peygamber Efendimiz’den herhangi bir tâviz koparamayan müşrikler, yıldırma hareketlerine başvurdular. Müslümanlara karşı eziyet ve işkencelerini gün geçtikçe artırdılar. Müslümanların bir kısmı, o dönemde adâletin hâkim olduğu Habeşistan’a hicret etti.
Müşrikler, müslümanlar ve onları koruyan Hâşimoğulları ile her türlü alışverişi, kız alıp vermek gibi medenî muâmeleleri ve bütün beşerî münâsebetleri kestiler. Bunu bir ahitnâme ile de perçinleyerek Kâbe’nin duvarına astılar. Bu boykot ve ambargo üç sene bütün şiddetiyle devam etti. Müslümanlar çok büyük açlık ve sıkıntılar çektiler. Açlıktan ağaçların kabuklarını ve yapraklarını yediler. Çocukların ağlama sesleri çok uzaklardan duyuluyordu.
İlâhî! Kavmimi Affet; Zira Bilmiyorlar:
Üç sene sonra boykot nihayete erdi. Ancak tam da o günlerde Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib vefât etti. Çok geçmeden Efendimiz’in hanımı Hazret-i Hatîce vâlidemiz de vefât etti. Bunun üzerine düşmanca saldırılar, vahşet derecesine ulaştı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyd bin Hârise’yi yanına alarak Mekke’nin 160 km ilerisindeki Tâif şehrine gitti. Akrabalarının da bulunduğu bu şehirde on gün kaldı. Onlar da önce alay ettiler. Sonra hakârete başladılar. Ardından kölelerini Allah Rasûlü’nün geçtiği yolların iki kenarına sıralayıp O’nu hakâretlerle taşlattılar. Her tarafı kanlar içinde kalan O rahmet menbaı ve merhamet peygamberi, uğradığı bu fecî muâmele karşısında bile bedduâ etmek bir tarafa, vazifesinde herhangi bir kusuru olmasından korkarak şu niyazda bulundu:
“Allâh’ım! Kuvvetimin zaafa uğradığını, çâresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam! İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affını diliyorum...” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Bu niyâzından da anlaşılacağı üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tek gâyesi Cenâb-ı Hakk’ı râzı edebilmek ve O’nun verdiği vazifeyi en güzel şekilde yerine getirebilmekti. Bu uğurda karşılaştığı en ağır işkence ve zorluklar bile gözüne görünmüyordu. Zira O bir “Rahmet Peygamberi” idi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’ten dönüşünü şöyle anlatır:
“...Ben geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnü’s-Seâlib mevkiine varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâîl -aleyhisselâm-’i fark ettim. Bana:
«−Allah Teâlâ kavminin Sana ne söylediğini ve Sen’i himâye etmeyi nasıl reddettiğini işitiyor. Onlara dilediğini yapması için sana Dağlar Meleği’ni gönderdi.» diye seslendi. Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonra da:
«−Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitiyor. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı onların başına geçireyim!» dedi. O zaman:
«−Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sadece Allâh’a ibadet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim!» dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Tâif dönüşünde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, geceyi geçirdiği bir yerde Kur’ân okurken, bir grup cin O’nu dinledi. Hepsi de hakîkati anlayıp Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e îmân ettiler. Bir müddet sohbet ettikten sonra kavimlerinin yanına tebliğ vazifesiyle döndüler.[56]
Bu sıkıntıların ardından Cenâb-ı Hak, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e mîrâcı lûtfetti. Bir gece, O’nu Mescid-i Harâm’dan aldı, kendisine bâzı âyetlerini göstermek üzere, etrâfını mübârek kıldığı Mescid-i Aksâ’ya götürdü. Oradan da semâlara yükseltti. Mâhiyetini bilemediğimiz husûsî bir mülâkât gerçekleşti.[57]
Hicret-i Nebevî:
O günlerde Medîne’den gelen bir grup insan müslüman oldu. Bunlar Medîne’de İslâm’ı anlatmaya başladılar. Peygamber Efendimiz’den de muallim istediler. Mus‘ab bin Umeyr ile Abdullah bin Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anhumâ- bu işle vazifelendirildi. Onların gayretleri neticesinde kısa sürede Medîne’de İslâm’ın girmediği bir ev kalmadı. Sonunda müslümanlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i Medîne’ye davet ederek O’nu muhafaza edeceklerine söz verdiler.
Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bize (Medîne’ye) ilk hicret edenler Mus‘ab bin Umeyr ile İbnü Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anhumâ- idi. Bunlar geldiler ve bize Kur’ân okutmaya başladılar. Sonra Ammâr bin Yâsir, Bilâl ve Sa‘d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- geldiler. Daha sonra yirmi kişi ile birlikte Ömer bin Hattab -radıyallâhu anh- geldi. Bunlardan sonra Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Medîne ahâlîsinin, Peygamber Efendimiz’in gelişine sevindikleri kadar hiçbir şeye sevindiklerini görmedim. Hattâ genç kızları ve çocukları gördüm:
«–İşte bu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir, bizim şehrimize geldi!» diye seviniyorlardı.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldiğinde ben “سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰى” sûresini ve onun gibi birkaç sûreyi daha ezberlemiştim.” (Buhârî, Tefsîr, 87/1)
Böylece on üç senelik Mekke mücâdelesi bitmiş, on sene devam edecek olan Medîne hayatı başlamış oldu.
Medîne-i Münevvere’de komşu yahudî kabileleriyle anlaşma yapıldı. “Medîne Vesîkası” denilen bu metin, dünya tarihindeki ilk yazılı anayasa idi.[58]
Daha sonra Medîne’ye saldıran düşmanlara karşı müdâfaa harpleri yapıldı. Sekiz yıl sonra Mekke-i Mükerreme, harpsiz bir şekilde fethedildi. Onuncu yılda ise bütün Arabistan Yarımadası Peygamber Efendimiz’e teslim oldu.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, askerî harekâtlarda öyle bir merhamet siyaseti izledi ki, kısa sürede bütün Arap Yarımadası’nı idâresi altına aldığı hâlde, her iki taraftan da fazla kan dökülmesine meydan vermedi. Bütün problemleri öncelikle sulh yoluyla halletmeyi tercih etti.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizzat 29 gazveye katılmıştı. Bunların 16 tanesinde fiilî olarak hiçbir çatışma çıkmadı, karşı tarafla anlaşmalar yapıldı. 13 gazvede ise fiilî çatışmaya girmek mecbûriyetinde kaldı ve bunların toplamında müslümanlardan yaklaşık 140 kişi şehîd oldu, düşmanlardan da yaklaşık 335 kişi öldü.[59]
İslâm’da savaşın asıl hedefi; insanları öldürmek, ganimet elde etmek, toprak almak, toprağı kanla sulamak, yeryüzünü tahrip etmek, şahsî çıkar sağlamak, maddî menfaat elde etmek veya intikam almak değildir. Bunların aksine, zulmü ortadan kaldırmak, inanç hürriyetini temin etmek, insanları hidâyete kavuşturmak ve her türlü haksızlığı gidermektir.
Allâh’a Kavuşma Arzusu:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âzatlısı Ebû Müveyhibe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün bana:
«−Bakî‘ ehli için istiğfar etmekle emrolundum. Haydi, benimle gel!» buyurdu. Ben de gecenin ortasında O’nunla beraber gittim. Kabristanda yatanların başında durdu ve şöyle buyurdu:
«−es-Selâmu aleyküm ey kabir ehli! İnsanların içinde bulunduğu durumdansa kendi içinde bulunduğunuz durum sizi daha çok sevindirsin! Karanlık gece parçaları gibi fitneler geliyor. Bunlar birbirlerini tâkip ederler. Sonraki fitneler, ilk fitnelerden daha ağır ve sert olacaktır.»
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha sonra bana yönelip şöyle buyurdu:
«−Ebû Müveyhibe! Şüphe yok ki bana dünya hazinelerinin anahtarları ile dünyada ebedî kalma, sonra da Cennet’e girme imkânı verildi. Ben, bunlarla Rabb’ime kavuşma arasında muhayyer bırakıldım.»
O zaman ben:
«−Babam-annem Sana fedâ olsun! Dünya hazinelerinin anahtarları ile orada ebedî kalmayı, sonra da Cennet’e girmeyi tercih edin!» dedim. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«−Hayır, vallâhi ey Ebû Müveyhibe, Rabb’ime kavuşmayı tercih ettim.»
Ardından Bakî‘ Kabristanı’ndaki mü’minler için istiğfar edip geri döndü. Bundan sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtına sebep olan hastalığı ve ağrıları başladı.” (Dârimî, Mukaddime, 14; Ahmed, III, 489, 488; Hâkim, III, 57/4383)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 632 senesinde, Medîne-i Münevvere’ye hicretinin 10. yılında Cenâb-ı Hakk’a kavuştu.
a- Güzel Ahlâkı:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş gelecek insanların en güzel ahlâklısıdır. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki Sen’in için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz Sen büyük bir ahlâk üzeresin.” (el-Kalem, 3-4)
O, en güzel ahlâkı yeryüzüne yerleştiren ve insanlığa öğreten en mümtaz peygamberdir.
Gıfâr kabîlesine mensup olan Ebû Zer -radıyallâhu anh-, Peygamber Efendimiz’in Mekke’de peygamberlik vazifesine başladığını haber almıştı. Akıllı ve usta bir şâir olan kardeşi Üneys’e:
“–Bineğine binip Mekke vâdisine git ve O zâtın sözlerini dinle!” dedi.
Üneys, Mekke’den döndüğünde şöyle dedi:
“–Ben O zâtın herkese mekârim-i ahlâkı, yani en üstün ahlâkî güzellikleri öğrettiğini gördüm!” (Buhârî, Edeb, 39)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“Ben başka bir maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[60] buyurmak sûretiyle, vazifelerinin temel hikmetini ifâde etmiş ve güzel ahlâkın ehemmiyetini vurgulamışlardır.
O’nun yüce ahlâkından bâzı misaller şöyledir:
Doğruluk:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hak ve hakîkati getirmişti; insanları ıslah etmek, onlara doğruluğu öğretmek için gelmişti. Bu sebeple, O’ndan yalanın sâdır olması bir tarafa, boş ve lüzumsuz bir söz veya fiil bile zuhûr etmezdi.
Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet eder:
“Ben, muhafaza etme düşüncesiyle Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den işittiğim her şeyi yazıyordum. Kureyş kabîlesinden bâzı müslümanlar beni bundan nehyettiler:
«–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bir beşerdir, öfkeliyken de konuşur, rızâ hâlindeyken de! Hâl böyleyken sen O’ndan duyduğun her şeyi yazıyor musun?» dediler.
Ben de yazmaktan vazgeçtim ve bu durumu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e arz ettim. Parmağıyla mübârek ağzına işaret ederek;
«–Yaz! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki bundan, haktan başka bir söz çıkmaz!» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, İlim, 3/3646; Dârimî, Mukaddime, 43/490; Ahmed, II, 162; Hâkim, I, 187)
Peygamber Efendimiz’in her sözü, dînî hükümler için bir delildir. Öfke ve sevinç hâlleri, O’nun her an Hakk’a bağlı olan ve vahy-i ilâhîyi alan mübârek kalbine tesir edemez, mübârek lisânından akan hikmet pınarlarını bulandıramaz.
O’nun doğruluğunu, dost-düşman herkes kabûl etmiştir. Bunu gösteren sayısız misalden ikisini nakledelim:
Müşrikler bile Peygamber Efendimiz’in ahlâkını takdir ediyor ve O’nun kesinlikle yalan söylemediğine gönülden inanıyorlardı. Ancak haksız yere elde ettikleri bâzı dünyevî menfaatleri ve nefsânî hazlarını terk etmek istemiyorlardı. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün, amansız düşmanları olan Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına uğramıştı. Onlar:
“–Ey Muhammed! Vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz. Sen bizim yanımızda son derece sâdık (doğru sözlü, güvenilir) bir insansın. Ancak biz, Sen’in getirmiş olduğun âyetleri yalanlıyoruz...” dediler.
Bu hususta Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu:
“…Gerçekte onlar Sen’i yalanlamıyorlar. Fakat o zâlimler Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 33. Tirmizî, Tefsîr, 6/3064; Vâhidî, Esbâb, s. 219)
Yani onlar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamberliğini vicdânen kabul ediyorlardı, lâkin nefsânî arzularının esîri oldukları için muhâlefette bulunuyorlardı.
Bu husustaki diğer bir rivâyet de şöyledir:
“Medîneli Sa‘d bin Muâz -radıyallâhu anh- umre yapmak için Mekke-i Mükerreme’ye gitmişti. Oraya vardığında müşrik biri olan Ümeyye bin Halef’in evine misafir oldu. Ümeyye de ticâret için Şam’a giderken Medîne’ye uğrar, Sa‘d bin Muâz’a misafir olurdu. (Aralarında bir dostluk vardı.) Ümeyye, Sa‘d’a:
«−Biraz bekle! Öğle sıcağı bastırıp insanlar çekilince gider Kâbe’yi tavaf edersin!» dedi.
Sa‘d -radıyallâhu anh- tavaf ederken Ebû Cehil çıkageldi ve:
«−Kâbe’yi tavaf eden şu zât da kimdir?» diye sordu. Sa‘d -radıyallâhu anh-:
«−Ben Sa‘d bin Muâz’ım!» dedi. Ebû Cehil:
«−Kâbe’yi böyle emniyetle tavaf ediyorsun ama siz Muhammed ile ashâbını himâye ettiniz?!» dedi. Sa‘d -radıyallâhu anh-:
«−Evet öyledir.» dedi ve aralarında bir münakaşa başladı. Bunun üzerine Ümeyye, Sa‘d’a:
«−Ebû’l-Hakem’e karşı sesini yükseltme! O bu vâdi halkının önde gelenidir.» dedi. Sa‘d -radıyallâhu anh- Ebû Cehil’e:
«−Eğer Kâbe’yi tavaf etmekten beni men edersen, vallâhi ben de senin Şam ticâret yolunu keserim!» dedi. Ümeyye, Sa‘d -radıyallâhu anh-’a tekrar:
«−Sesini yükseltme!» demeye ve onu tutmaya başladı. Bunun üzerine Sa‘d -radıyallâhu anh-, öfkelenerek:
«−Bizi kendi hâlimize bırak! Ben Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den işittim, seni öldüreceğini söylüyordu!» dedi.
(Çünkü Ümeyye, Peygamber Efendimiz’e yaptığı ağır işkenceler yetmiyormuş gibi bir de O’nu ölümle tehdit etmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de buna mukâbil kendisinin onu öldüreceğini söylemişti.)
Ümeyye:
«−Beni mi?» diye sordu. Sa‘d -radıyallâhu anh-:
«−Evet seni!» dedi. Bunun üzerine Ümeyye bin Halef:
«−Vallâhi Muhammed bir şey söylediği zaman aslâ yalan konuşmaz!» dedi ve korku içinde karısının yanına gitti:
«−Yesribli kardeşim bana ne dedi, biliyor musun?» dedi. Karısı:
«−Ne dedi?» diye sordu. Ümeyye:
«−Muhammed’i beni öldüreceğini söylerken işitmiş!» dedi. Hanımı:
«−Allâh’a yemin ederim ki Muhammed aslâ yalan söylemez!» diye Sa‘d’ın haberini te’yid etti.
Bir müddet sonra müşrikler Bedir’e giderken bir münâdî Ümeyye’yi de çağırdı. Karısı, Ümeyye’ye:
«−Yesribli kardeşinin sana ne dediğini unuttun mu?» dedi. Ümeyye Bedir’e gitmek istemedi. Ancak Ebû Cehil gelip:
«−Sen bu vâdinin eşrâfındansın, geri kalırsan olmaz. Hiç değilse bir iki gün herkesle beraber yürü, ondan sonra dön!» deyip kandırdı. Ümeyye de onlarla iki gün yürüdü, ancak geri dönemedi. Neticede Allah Teâlâ onu öldürdü. (Buhârî, Menâkıb, 25, IV, 184-185)
Tevâzû: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanların en yücesi olmasına rağmen aynı zamanda en mütevâzı olanıydı. Mekke’yi kansız bir şekilde fethettiği gün insanlar nezdinde en kuvvetli göründüğü bir ân idi. Senelerin zulmünün kısâsını yapabilme imkânına sahipti. Lâkin O “Af ve Rahmet Peygamberi” idi. O gün Mekke-i Mükerreme’ye, devesinin üzerinde secde ederek girdi. Huzûruna gelen ve konuşurken korkudan titremeye başlayan kişiye, imkânlarının en zayıf olduğu döneme âit bir misâli zikrederek şöyle sükûnet telkîn etti:
“–Sâkin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. Kureyş’ten, Güneş’te kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30; Hâkim, III, 50/4366)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların kendisi hakkında aşırılığa kaçmasına müsâade etmez:
“Bana «Allâh’ın kulu ve Rasûlü» deyiniz!” buyururlardı. (Buhârî, Enbiyâ, 48)
Zira insanı yücelten ve hakîkate en fazla yaklaştıran şey, tevâzûdur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamberliğini tasdik cümlesinin başına “abduhû: Allâh’ın kulu” ibâresini ilâve ederek, ümmetini geçmiş toplumlarda olduğu gibi insanları ilâhlaştırma tehlikesinden korumuşlardır.
Yine bu cümleden olarak:
“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni Rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” buyurmuşlardır. (Heysemî, IX, 21)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastaları ziyaret eder, cenâzelerde bulunur, kölelerin davetlerine gider, merkebe binerlerdi. Bineğinin terkisine insanları bindirir, yemeğini yere koyup yerlerdi. Kaba yünden elbise giyer, oturup koyunun sütünü sağar, misafirleriyle ilgilenir, onlara hizmet ve ikram ederlerdi. Bir dul hanımın, bir yoksulun, bir bîçârenin işini görmek için onunla birlikte ihtiyâcı görülünceye kadar yürümekten çekinmez ve büyüklenmezlerdi.[61]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının arasında otururlardı. Bu sebeple, bir yabancı geldiğinde, hangisinin Efendimiz olduğunu sormadan bilemezdi. (Nesâî, Îmân, 6)
Sâdelik:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece sâde ve mütevâzı bir hayat yaşarlardı. Hazret-i Âişe şöyle nakleder:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir bardak getirildi. İçinde süt ve bal vardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
«–Bir içecek içinde iki nîmet, bir bardak içinde iki katık! Benim buna ihtiyacım yok. Ancak bunun haram olduğunu düşünmüyorum. Sadece kıyâmet günü Cenâb-ı Hakk’ın dünyadaki fazlalıklardan hesaba çekmesinden korkuyorum. Allah için tevâzû gösteriyorum. Kim Allah için tevâzû gösterirse Allah onu yükseltir, kim de kibirlenirse Allah onu alçaltır. Kim iktisatlı davranırsa Allah onu zengin kılar, kim ölümü çokça hatırlarsa Allah onu sever.»” (Heysemî, X, 325)
Hazret-i Âişe vâlidemiz şöyle buyurur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hiçbir zaman sabah kahvaltısından kalan yiyecekleri akşam için, akşam yemeğinden kalanları da sabah için saklamadı. Bir elbiseden iki adet edinmedi. Ne iki gömleği ne iki ridâsı ne iki izârı ne de iki çift ayakkabısı oldu. Evdeyken boş durduğu da hiç görülmemiştir. Ya bir yoksulun ayakkabısını tâmir ederdi veya bir kimsesizin elbisesini dikerdi.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, I, 200)
Şefkat ve Merhamet:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa karşı sonsuz bir şefkat ve merhametle doluydu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, o son derece izzet ve şeref sahibidir. Sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür, üzerinize titrer. Mü’minlere karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Kur’ân-ı Kerîm, aynı zamanda O’nun ümmetinin de bütün insanlara, hattâ düşmanlarına bile merhamet ettiklerini beyan eder. (Âl-i İmrân, 119)
Abdullah bin Ubeyd -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Uhud’da mübârek dişi kırılmış, alnı yaralanmış, yüzüne doğru kan akıyordu. Bâzıları:
“–Yâ Rasûlâllah! O kâfirler için bedduâ etseniz!” dediler.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“–Allah Teâlâ beni, insanları çokça ayıplayan ve onlara lânet eden biri olarak göndermedi! Cenâb-ı Hak beni, herkes için çok çok duâ etmek ve insanlara rahmet olmak için gönderdi. Allâh’ım! Kavmimi mağfiret eyle, zira onlar bilmiyorlar!” (Beyhakî, Şuab, II, 164/1447)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sadece insanlara değil hayvanlara ve nebâtâta karşı bile sonsuz merhamet sahibiydiler. Bir gün zayıflıktan karnı sırtına yapışmış bir devenin yanından geçerken:
“–Konuşamayan bu hayvanlar hakkında Allah’tan korkun! Besili olarak binin, besili olarak kesip yiyin!” buyurmuşlardı. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 44/2548)
Cömertlik:
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların en cömerdi idi. Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvan bin Ümeyye, müslüman olmadığı hâlde Huneyn ve Tâif gazâlarında Efendimiz’in yanında bulunmuştu. Cîrâne’de toplanan ganimet mallarını teftiş ederken Safvan’ın kalabalık hayvan sürülerine büyük bir hayranlıkla baktığını gören Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Pek mi hoşuna gitti?” diye sordu. “Evet” cevabını alınca:
“–Al hepsi senin olsun!” buyurdu. Safvan kendisini tutamayarak:
“–Peygamber kalbinden başka hiçbir kalp bu derece cömert olamaz!” diyerek şehâdet getirdi ve müslüman oldu. Kabîlesine dönünce de:
“–Ey kavmim! (Koşun,) müslüman olun! Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor.” dedi. (Bkz. Müslim, Fedâil, 57-58; Ahmed, III, 107-108; Vâkıdî, II, 854-855)
Süfyân bin Uyeyne şöyle demiştir:
“O’nun yanında (vereceği bir şey) olmadığı zaman, (eline geçtiğinde vereceğine dâir) vaadde bulunurdu.” (Dârimî, Mukaddime, 12) Hattâ daha da ilerisi…
Bir gün, muhtaç bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al, mal geldiğinde öderim.” buyurdular. Efendimiz’in sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu sözden hoşnud olmadıkları mübârek yüzlerinden belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât:
“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ver! Arş’ın sahibi azaltır diye korkma!” dedi.
Bu sahâbînin sözleri Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm ettiler ve:
“–Ben de bununla emrolundum.” buyurdular. (Heysemî, X, 242)
Hazret-i Câbir’in naklettiğine göre:
“Peygamber Efendimiz’den bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)
O’nun cömertliği, sarsılması mümkün olmayan çok sağlam bir temele dayanıyordu. Zira İslâm’a göre, insanoğlunun hakîkî serveti; Allâh’ın rızâsını kazanmak maksadıyla O’nun gösterdiği şekilde harcadığı maddî-mânevî imkânlardır.[62] Yoksa dünyada kullanıp tükettikleri değil…
Affedicilik:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ affı tercih eder, mecbur kalmadıkça kimseyi cezâlandırmak istemezdi. Nitekim cezâ vermeye gücü yettiği hâlde kendisine pek çok kötülüklerde bulunan kimseleri hep affetmiş, hattâ herhangi bir söz veya îmâ ile dahî olsa suçlarının hatırlatılmasını ashâbına yasaklamıştır. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- -müslüman veya kâfir- hiç kimsenin kötülüğünü istemez, herkese büyük bir edep ve ahlâk ile muâmele ederdi. Mekke’yi savaşa fırsat vermeden fethettiği zaman, yirmi bir senedir kendisine ve müslümanlara her türlü düşmanlığı yapan insanlar, huzûrunda toplanmış hükmünü bekliyorlardı. Onlara:
“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı düşünüyorsunuz?” diye sordular. Kureyşliler:
“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin, kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:
«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.»[63] diyorum. Haydi, gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa‘d, II, 142-143)
Ve o günü “Yevmü’l-merhame: Merhamet Günü”[64] olarak isimlendirdiler…
O gün, Uhud Harbi’nde amcası Hazret-i Hamza’yı şehîd eden Vahşî’yi ve o “şehidlerin efendisi”nin ciğerini hırsla dişleyen Hind’i de affettiler.[65] Kızı Hazret-i Zeyneb’i deveden düşürmek sûretiyle vefâtına sebep olan Hebbâr bin Esved bile bu büyük aftan istifade etmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir incelik gösterdiler ki, Hebbâr’ı affetmekle kalmayıp, aynı zamanda ona hakâret edilmesini ve eski yaptıkları sebebiyle kendisine târizde bulunulmasını da yasakladılar. (Vâkıdî, II, 857-858)
Mekke fethedildiğinde, Ebû Cehil’in oğlu İkrime kaçmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- önceden yaptığı bütün kötülükleri bir kenara bırakarak ona eman verdiler ve yanlarına çağırdılar. Hanımı peşinden uzun yollar giderek Efendimiz’in davetini iletti ve onu Mekke’ye gelmeye iknâ etti. Mekke’ye yaklaştıklarında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir mucize ve muhteşem bir incelik sergileyerek ashâbına şöyle buyurdular:
“–İkrime bin Ebû Cehil mü’min ve muhâcir olarak yanınıza geliyor. Artık onun babasına hakâret etmeyiniz! Zira çok kötü bir insan bile olsa ölüye hakaret etmek, sadece hayatta olan yakınlarını üzer, ölüye ulaşmaz.” (Hâkim, III, 269/5055; Vâkıdî, II, 851)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İkrime’nin geldiğini görünce sevinçlerinden ayağa kalkıp üç defa:
“–Merhabâ muhâcir süvârî, hoş geldin!” buyurdular. İkrime -radıyallâhu anh- da:
“–Vallâhi yâ Rasûlâllah, İslâm düşmanlığı yolunda harcadığım şeylerin en az bir mislini de Allah sHazretleri’nin yolunda harcayacağım!” dedi. (Hâkim, III, 271/5059; Vâkıdî, II, 851-853; Tirmizî, İsti’zân, 34/2735)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha bunun gibi nicelerini affetti… Zira O, yıkmak için değil ıslah etmek ve gönülleri fethetmek için gelmişti. Bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.
Temizlik ve Nezâket:
İslâm, temizliği îmânın yarısı ve ibadetlerin başlangıcı kılmıştır. Bu sebeple elbiselerin düzeltilmesini emreden, giyim-kuşamda pejmürdeliği hoş görmeyen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, saç ve sakalların dağınıklığını da tasvîb etmezlerdi. Kendileri son derece temiz ve güzel bir insandı. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha güzel birini görmedim, sanki mübarek yüzünde Güneş akıp gidiyordu…” (Ahmed, II, 380, 350)
İslâm, kalbin temizlik ve güzelliğinden kaynaklanan nezâkete de çok ehemmiyet vermiştir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanların kullandığı hiçbir kötü ve kaba sözü mübârek ağızlarına almazlar ve şöyle buyururlardı:
“Kıyâmet günü, mü’min kulun terâzisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz. Allah Teâlâ, çirkin hareketler yapan, çirkin sözler söyleyen kimseden nefret eder.” (Tirmizî, Birr, 62/2002)
Bir kimseden kendilerine, hoşlanmadıkları bir söz ulaştığında:
“Filâna ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyor!” demezler, “Bâzı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle söylüyorlar!” diye nezâket gösterirlerdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788)
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hem temizliğe hem de nezâkete dikkat çektikleri bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Lânete mâruz kalacağınız üç şeyi yapmaktan sakının:
Pınar başlarına,
Yol ortasına ve
İnsanların gölgelendiği yerlere abdest bozmayın!” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 14/26; İbn-i Mâce, Tahâret, 21; Ahmed, I, 299; Hâkim, I, 273/594)
Kadınlara Değer Vermek:
İslâm’ın gelişiyle hanımlara âit bir hukuk tesis edildi. Kadın, toplumda iffet ve fazîlet timsâli oldu. Annelik müessesesi, şeref buldu. Peygamber Efendimiz’in; “Cennet (sâliha) annelerin ayakları altındadır!”[66] hadîs-i şerîfi ile kadın, lâyık olduğu değere kavuştu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hayatı boyunca hiçbir hanımına el kaldırmadılar ve hiç kimseye elleriyle vurmadılar.[67] Zira Cenâb-ı Hak; “kadınlarla iyi geçinmeyi ve onlara güzel davranmayı” emir buyurmuştu.[68]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizin en hayırlılarınız, hanımına karşı en hayırlı olan, ahlâken en güzel davrananlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ‘, 11/1162)
“Bir kişi hanımına kin beslemesin! Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61)
“Dünya geçici bir faydadan ibârettir. Onun fayda sağlayan en hayırlı varlığı; dindar, sâliha bir kadındır.” (Müslim, Radâ‘, 64; Nesâî, Nikâh, 15; İbn-i Mâce, Nikâh, 5)[69]
b- İnsanlığın Kurtuluşu İçin Çırpınması:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamber olarak gönderildiği günden itibâren kıyâmete kadar gelen bütün insanlar O’nun ümmetidir. Bunların bir kısmı O’nun davetini kabul etmiş, bir kısmı da etmemiştir. Kabul edenlere Ümmet-i İcâbe, etmeyenlere Ümmet-i Gayr-i İcâbe denir.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini çok sever, onların kurtuluşu için bütün gayretini sarf ederdi. Bu hâlini bir hadîs-i şerîfinde şöyle tasvir etmiştir:
“Benimle sizin durumunuz şuna benzer: Bir adam ateş yakar. Ateş etrafı aydınlatınca pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara mânî olmaya çalışır, ancak hayvanlar galebe çalarak pek çoğu ateşe düşerler. Ben, ateşe düşmemeniz için sizi belinizden, kemerinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe atılmak için koşuyorsunuz!” (Buhârî, Rikâk, 26)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, dâimâ ümmetinin âhiretini düşünür ve onların ebedî saâdet ve selâmeti için duâ ederlerdi. Nitekim bir gün:
“Rabb’im, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir.” (İbrâhim, 36)
“Eğer kendilerine azâb edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sahibisin.” (el-Mâide, 118) âyet-i kerîmelerini okudular. Ardından ellerini kaldırıp:
“Allâh’ım! Ümmetim, ümmetim!” diye yalvarmaya başladılar. Bir taraftan da ağlıyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“–Ey Cebrâîl! Gerçi Rabb’in her şeyi daha iyi bilir ama (insanlar da bilsin diye) git, Muhammed’e niçin ağladığını sor!” buyurdu.
Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
“–Ey Cebrâîl! Muhammed’e git ve O’na; «Ümmetin husûsunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)
Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir gece namaz kılıp Mâide Sûresi’nin yukarıda geçen 118. âyet-i kerîmesini sabaha kadar okumuşlardı. Rükûdayken de, secdedeyken de bu âyeti okuyorlardı… (Ahmed, V, 149)
Hazret-i Âişe vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’i neşeli gördüğü bir gün:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, benim için Allâh’a duâ ediver!” demişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’ım, Âişe’nin geçmiş, gelecek, gizli ve açık bütün günahlarını mağfiret eyle!” diye duâ ettiler.
Hazret-i Âişe vâlidemiz bu duâ sebebiyle o kadar mesrûr oldu ki, sevincinden kendinden geçti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Duâ etmem seni sevindirdi mi?” diye sordular. O da:
“–Sen’in duân beni neden sevindirmesin ki?” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Vallâhi bu, benim ümmetim için her namazda yaptığım duâmdır.” buyurdular. (Heysemî, IX, 243; İbn-i Hibbân, Sahîh, XVI, 47/7111)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün müslümanları da kendisi gibi insanlığın selâmeti için çalışmaya ve duâ etmeye teşvik ederlerdi. Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur:
«Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!»” (Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702)
Bu ulvî merhameti sebebiyle Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine îmân etmeyen ve hattâ düşmanca davranan insanlara bile bedduâ etmez, onların öldürülmesini istemezlerdi. Aksine onların doğru yolu bulması için duâ eder, canlarına bir zarar gelmeden şerlerini defetmeye çalışırlardı. Zira bir müddet sonra onların veya nesillerinin yalnızca Allâh’a ibadet edeceklerini umuyorlardı.
Bir gün, müşriklerin şerlerinden iyice bunalan sahâbîlerden bir kısmı, Peygamber Efendimiz’den onlara lânet etmesini istemişti. Buna mukâbil Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim!” buyurdular. (Müslim, Birr, 87)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yüzlerce hadîs-i şerîfinde “ümmetî, ümmetî” diye tatlı tatlı mesajlar veriyor, sanki “ümmetim” derken doyumsuz bir haz alıyordu. Ümmetine kalbî bir muhabbetle bağlanıyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ümmetini o kadar çok seviyordu ki onlardan hiç ayrılmak istemiyordu. Bir gün kendisine vefât edeceği haber verildiğinde:
“−Yâ Rabbî, o zaman ümmetimin başında kim kalacak?” diye niyazda bulundu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Biz, Sen’den önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi Sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar?” (el-Enbiyâ, 34) (İbn-i Kesîr, Tefsîr, [el-Enbiyâ, 34])
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetinin kurtuluşu için gayret sarf etmesi, hayatıyla sınırlı kalmadı. O vefâtından sonra berzah hayatında ve kıyâmetten sonra da ümmetini kurtarmak için Cenâb-ı Hakk’a yalvaracağını ve şefaatte bulunacağını haber verdi.
Hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Hayatım sizin için hayırlıdır: Bâzı hâdiseler yaşarsınız, bunun üzerine size ilâhî vahiy ve hükümler indirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim, kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise, kabrimde: «Yâ Rabbî, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
Kıyâmet koptuğunda, dünyaya gelmiş ne kadar insan varsa hepsi düz bir arazide toplanacaktır. Güneş iyice yaklaştırılacak, insanlar kan-ter içinde kalacak, büyük bir sıkıntı ve meşakkate dûçâr olacaktır. Cenâb-ı Hakk’ın gazabından korkan insanlar dehşet ve korku içinde bulunacaklar. Bu korkunç hâlden kurtulmak isteyen insanlar Hazret-i Âdem’den başlayarak önceki peygamberlere mürâcaat edecekler, onlar da şefaat etmeye en ehil kişinin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu söyleyerek insanları Peygamber Efendimiz’e gönderecekler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şefaat edip onları bu dehşetli korkulardan kurtaracaktır. Ancak kendi ümmetine daha husûsî şefaatleri de olacaktır.[70]
Hâsılı âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ömrü boyunca bütün insanlığın selâmeti için âzamî derecede gayret gösterdiği gibi, berzah hayatında ve kıyâmetten sonra da onların ebedî kurtuluşu için duâ ve şefaat edecektir. Yani O, dâimâ insanların, kendilerini yaratan Allâh’a kul olmaları ve O’na yaklaşmaları için gayret sarf etmiştir. O’nun bütün derdi, insanlığın yanlış yollardan dönerek aslını bulması, Yaratıcı’sına itaat ederek ilâhî rahmete nâil olmasıdır.
c- Mûcizeleri:
Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e müstesnâ bir mevkî bahşetmiş ve diğer peygamberlere verilen mûcizelerin tamamını O’na lûtfetmiştir.[71] Ancak Allah Rasûlü’nün en mühim mûcizesi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu husûsu daha önce tafsîlâtıyla zikretmiştik. Daha sonra ise O’nun mübârek hayatı ve ulvî ahlâkı gelir.
Allah Rasûlü’nün emsâlsiz hayatı ve yüce ahlâkı, dost-düşman herkesin takdîrini kazanmıştır. Kimse bu hususta ciddî bir îtirazda bulunamadığı gibi, bilâkis pek çok gayr-i müslim, O’nun ahlâkındaki ulvîliği îtiraf etmiştir. Bunlardan biri olan Batılı araştırmacı Thomas Carlyle şöyle der:
“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kadar hürmet görmemiştir.”
Böylesine güzel bir hayat ve ahlâka sahip olmak, şüphesiz en büyük mûcizedir. Bu husûsu da az önce tafsîlâtıyla zikrettik.
Peygamber Efendimiz’in bir mûcizesi de, yirmi üç sene gibi kısa bir sürede yetiştirdiği ashâb-ı kirâmıdır.[72] Bu hakîkat, birçok âlim tarafından ifade edilmiştir. Meselâ, İslâm Fıkhı’nın en mühim sîmâlarından biri olan Karâfî (v. 684) şöyle der
“Peygamber Efendimiz’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, ashâb-ı kirâm, O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.”[73]
Arap edebiyatının zirve isimlerden Mustafa Sâdık er-Râfii de, sahâbenin, Kur’ân mûcizesinin canlı bir sûreti olduğunu ifâde eder.[74]
Ancak biz burada Peygamber Efendimiz’in diğer mûcizelerinden bahsedeceğiz. Şimdi O’nun sayısız mûcizelerinden birkaçını misal olarak arz edelim:
Osman bin Huneyf -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Bir âmâ, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek:
«–Yâ Râsûlâllah! Allâh’a duâ ediverin de gözümdeki hastalığı gidersin! Gözümün kör olması bana çok zor geliyor!» dedi. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Dilersen sabret, zira bu senin için daha hayırlıdır.» buyurdular. Âmâ ise:
«–Yâ Rasûlâllah! Beni elimden tutup götürecek kimsem yok. Bu hâl bana çok meşakkat veriyor. Lütfen gözlerimin açılması için duâ ediniz!» dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
«–Su kabını getir ve abdest al! Sonra iki rek’at namaz kıl! Ardından da:
“Allâh’ım! Rahmet peygamberi olan Nebîn Muhammed’le (O’nun hürmetine) Sen’in zâtından diliyor ve Sana yöneliyorum... Yâ Muhammed! İhtiyâcımın verilmesi için Sen’inle Rabb’ime yöneliyorum!.. Allâh’ım! O’nu bana, şefaatçi kıl!..” diye duâ et!» buyurdular.
Vallâhi biz henüz ayrılmamıştık, aramızdaki konuşma uzamıştı. Derken o âmâ zât Efendimiz’in yanına geldi. Sanki onda daha önce hiçbir rahatsızlık olmamış gibiydi, tamamen iyileşmişti.”[75]
Mekke’de müşrikler Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den mûcize istemişlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabb’ine duâ etmiş ve Ay ikiye bölünmüş, bu mûcize her taraftan görülmüştü. Ay ikiye ayrıldığında bir parçası Ebû Kubeys Dağı tarafında, diğer parçası Kuaykıân Dağı tarafında müşâhede edildi. Müşrikler, Mekke dışındaki uzak yerlerden gelen kervanlara böyle bir hâdiseyi görüp görmediklerini sordular. Onlar da Ay’ın yarıldığını gördüklerini ifade ettiler.[76]
Nitekim meşhur Fransız astronom Lefrançois de Lalande, Ay’ın geçmiş hareketlerini incelerken bu mûcizenin doğruluğunu tasdik etmiştir.[77]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’ı tebliğ ettiği ilk yıllarda bir bedevî gelerek:
“–Sen’in Allah Rasûlü olduğunun delîli nedir?” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Hurma ağacından şu salkımı çağırayım. O benim Allâh’ın elçisi olduğuma şehâdet edecektir!” dediler ve dalı çağırdılar.
Salkım, ağaçtan inmeye başlayıp Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına düştü:
“–Selâm Sen’in üzerine olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Sonra Efendimiz ona:
“–Haydi yerine dön!” buyurunca salkım, döndü ve eski yerine kaynadı.
Bedevî bu manzara karşısında derhâl müslüman oldu. (Tirmizî, Menâkıb, 6)
Umeyr bin Vehb’in oğlu Vehb Bedir’de müslümanlara esir düşmüştü. Umeyr, Kureyş müşriklerinin cin fikirlilerinden ve kahramanlarındandı. Mekke’de Peygamber Efendimiz’e ve ashâbına pek çok eziyetler etmişti. Bir gün Umeyr, Kâbe’nin Hicr kısmında Safvân bin Ümeyye ile oturup Bedir’de öldürülenler ve uğradıkları musîbetler üzerine konuşurken Safvân:
“–Vallâhi onlar bu hâle geldikten sonra hayatta kalmanın bir mânâsı yok!” dedi. Umeyr:
“–Vallâhi doğru söyledin! Eğer borcum ve benden sonra açlıktan ölmelerinden korktuğum çoluk çocuğum olmasaydı, muhakkak gider Muhammed’i öldürürdüm. Hem benim için onların kabûl edeceği bir bahâne de var; «Esir olan oğlum için geldim.» derim. Duyduğuma göre o çarşılara çıkıp dolaşırmış.” dedi. Umeyr’in bu sözleri Safvân’ı sevindirdi:
“–Borcun bana âittir. Senin adına ben öderim! Çoluk çocuğuna da kendi çoluk çocuğumla birlikte, sağ oldukları müddetçe bakar, geçimlerini en güzel şekilde sağlarım!” dedi. Bunun üzerine Umeyr, kılıcını iyice biledi ve zehirletti. Safvân da bineğini ve yolluğunu hazırlattı. Umeyr, Medîne’ye gelip mescidin kapısında durdu, devesini bağladı ve kılıcını kuşandı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- onu görünce:
“–Bu Allâh’ın düşmanı Umeyr’dir! Vallâhi ancak şer için gelmiştir. Aramızı bozan, Bedir günü Kureyşliler için sayımızı tahmin eden o değil miydi?” dedikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına girdi:
“–Yâ Rasûlâllah! Şu Allah düşmanı Umeyr, kılıcını kuşanmış gelmiş!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onu benim yanıma gönder!” buyurdular. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- geri geldi. Umeyr’in boynundaki kılıcın kayışını sımsıkı tuttu. Ensâr’dan yanında bulunan kişilere de:
“–Peygamber Efendimiz’in yanına girip oturunuz ve kendisini bu habîsten koruyunuz! Çünkü o, güvenilir bir kimse değildir!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Ömer, onu serbest bırak! Sen de ey Umeyr bana yaklaş!” buyurdular ve Umeyr’e niçin geldiğini sordular. O da:
“–Esir aldığınız oğlum için geldim. Onun hakkında ihsanda bulununuz!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Öyle ise şu kılıcın boynunda işi ne?!” diye sordular. Umeyr:
“–Allah kılıçların belâsını versin! Onların bize ne faydası oldu ki?” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar:
“–Bana doğru söyle, sen buraya niçin geldin?” diye sordular. Umeyr:
“–Ben, başka bir şey için değil, sadece elinizde esir olan oğlum için geldim.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Senin Hicr’de Safvân’a koştuğun şart ne idi?” diye sorunca, Umeyr korktu ve:
“–Ben ona ne şart koşmuşum ki?” dedi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların konuşmalarını kelimesi kelimesine nakledip:
“–Allah, yapacağın işle senin arana girdi, sana mânî oldu!” buyurdular. Bunun üzerine Umeyr:
“–Ben şehâdet ederim ki, Sen muhakkak Allâh’ın Rasûlü’sün! Yâ Rasûlâllah! Biz semâdan gelen haber ve nâzil olan vahiy husûsunda Sen’i yalanlardık. Bu işten ben ve Safvân’dan başka kimsenin haberi yoktu. Vallâhi bu haberi Sana ancak Allah vermiştir! Beni İslâm’a hidâyet eden ve buraya getiren Allâh’a hamd olsun!” dedikten sonra şehâdet getirdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz! Esîrini de serbest bırakınız!” buyurdular. Peygamber Efendimiz’in buyruğu derhâl yerine getirildi. Umeyr -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlâllah! Ben, Allâh’ın nûrunu söndürmeye çalışan ve müslümanlara şiddetle işkence yapan birisi idim. Müsâade ederseniz Mekke’ye gidip müşrikleri Allâh’a, Rasûlü’ne ve İslâm’a davet edeyim! Umulur ki Allah onlara hidâyet nasîb eder.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona izin verdiler.
Bu esnâda Safvân bin Ümeyye, olup bitenlerden habersiz, Mekkeli müşriklere:
“–Birkaç gün içinde gelecek olan haberle sevineceksiniz. O size Bedr’in acısını unutturacak!” diyor, gelen kâfilelerden haber sorup duruyordu. Nihayet bir süvârî ona Umeyr -radıyallâhu anh-’ın müslüman olduğunu bildirdi.
Umeyr bin Vehb -radıyallâhu anh-, Mekke’ye gelince insanları İslâm’a davet etmeye başladı ve onların hidâyeti için gayret sarf etti. Onun sâyesinde birçok insan müslüman oldu. Umeyr -radıyallâhu anh- bir gün Kâbe’nin yanında Safvân bin Ümeyye ile karşılaştı ve ona:
“–Sen büyüklerimizden birisin! Bizim taşlara taptığımızı ve onlar için kurbanlar kestiğimizi görmüyor musun? Bu mudur dîn? Ben şehâdet ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur! Muhammed de Allâh’ın kulu ve Rasûlü’dür!” dedi.
Safvân ona bir kelime bile söyleyemedi, öylece sustu kaldı.[78]
Mekke-i Mükerreme’nin fethinden sonra o da müslüman oldu.[79]
Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“…Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyorduk. Geniş bir vâdiye indik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kazâ-yı hâcet, yani tuvalet ihtiyacını gidermek için gitti. Ben de bir su kabı ile kendisini takip ettim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bakındı, fakat arkasına gizlenebileceği bir şey bulamadı. Vâdinin kenarında iki ağaç gözüne ilişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlardan birinin yanına giderek dallarından birini tuttu ve:
«–Allâh’ın izniyle bana boyun eğ!» buyurdu. Ağaç, burnu gemli deve gibi Efendimiz’e râm olup eğildi. Öteki ağaca da gidip dallarından birinden tutarak:
«–Allâh’ın izniyle bana râm ol!» buyurdu. O da ötekisi gibi eğildi. İkisinin ortasına varınca aralarını birleştirdi ve:
«–Allâh’ın izniyle benim üzerime kapanın!» dedi. Hemen üzerine kapandılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yakınında olduğumu hissederse daha ileriye gider diye korkarak hızla koşup oradan uzaklaştım. Bir yere oturup kendi kendime düşünmeye başladım. Gözüm hafifçe yana kayınca birden Peygamber Efendimiz’in geldiğini gördüm. O iki ağaç da birbirinden ayrılmış ve her biri gövdesinin üzerine doğrulmuştu. Peygamber Efendimiz’in bir an durakladığını gördüm. Başıyla sağa ve sola işaret etti. Sonra bana doğru yürüdü, yanıma gelince:
«–Ey Câbir! Durduğum yeri gördün mü?» diye sordu.
«–Evet, yâ Rasûlâllah!» dedim.
«–Öyleyse şu iki ağaca git de, her birinden birer dal kes ve getir. Durakladığım yere geldiğinde, bir dalı sağ tarafına diğerini de sol tarafına dik!» buyurdu. Hemen arzusunu yerine getirip yanına vardım ve:
«–Söylediklerinizi yerine getirdim ey Allâh’ın Rasûlü, ancak bunu niçin yaptık?» diye sordum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Azap gören iki kabrin yanından geçtim de, bu dallar yaş olarak kaldığı müddetçe şefaatim sayesinde azaplarının hafifletilmesini arzu ettim.» buyurdu. Sonra kâfilenin konakladığı yere geldik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Câbir, abdest suyu var mı, insanlara bir sesleniver!» buyurdu… Ensâr’dan bir zâtın tulumunun ağzında kalmış bir damladan başka su yoktu. O azıcık suyu boşaltacak olsam, tulumun kuru tarafında kaybolup gider, yere bir damla düşmezdi. Peygamber Efendimiz tulumu eline aldı ve ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler okudu. Bir taraftan da iki eliyle onu sıkıyordu. Sonra tulumu bana verdi ve:
«–Ey Câbir! Büyük bir çanak var mı, bir sesleniver!» buyurdu… Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elini çanağın içine sokup parmaklarını açtı. Sonra elini çanağın dibine koyup:
«–Ey Câbir! Tulumu al da elimin üstüne dök ve “Bismillah” de!» buyurdu. Ben hemen suyu elinin üzerine döktüm ve «Bismillah» dedim. Peygamber Efendimiz’in parmakları arasından su kaynıyordu. Su, çanağın içinde dönüyordu, nihayet ağzına kadar doldu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Câbir! Suya ihtiyacı olanlara seslen!» buyurdu. İnsanlar gelip kana kana su içtiler:
«–Suya ihtiyacı olan kimse kaldı mı?» diye seslendim, kimse çıkmadı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elini kaldırdı, çanak ağzına kadar dopdolu duruyordu. Bir müddet sonra insanlar açlıktan şikâyet ettiler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–İnşâallah, Allah sizi doyuracak!» buyurdu. Derken Sîfü’l-Bahr’a (deniz sahiline) geldik. Deniz dalgalandı ve sahile bir hayvan attı. Biz bu hayvanın yanına ateş yaktık, etinden pişirdik, kızartma yaptık ve doyuncaya kadar yedik, ancak yarısını bitirebildik…” (Müslim, Zühd, 74)
Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in duâlarını derhâl kabûl buyururdu. Bunu müşrikler bile anlamışlardı. Meselâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kişiye duâ ettiğinde, bunun tesiri onun üzerinde ömür boyu müşâhede edilirdi. Hazret-i Ebû Hüreyre’ye işittiği hiçbir bilgiyi unutmaması; Hazret-i Enes bin Mâlik’e ömrünün, malının, evlâtlarının bereketli olması; Hazret-i Beşîr bin Akrabe’ye berekete nâil olması; Hazret-i Ebû’l-Yeser’e ömrünün uzun olup ümmet-i Muhammed’in kendisinden istifâde etmesi için yaptıkları duâlar… bunlardan birkaçıdır. Şu iki hâdiseyi buna misal olarak verebiliriz:
Cuayd bin Abdurrahmân şöyle anlatır:
“Ben Sâib bin Yezîd’i doksan dört yaşında iken gördüm, gâyet sağlam ve dengeli bir bünyeye sahipti. Bana şöyle dedi:
«−Pekiyi biliyorum ki, şu yaşımda kulağımın, gözümün çok sağlam olması, ancak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in duâsı bereketiyledir. Çocukluğumda teyzem beni Allah Rasûlü’nün huzûruna götürdü ve:
“−Yâ Rasûlâllah, kız kardeşimin oğlu rahatsızdır, onun için Allâh’a duâ ediverseniz!” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başımı sıvazladı ve her hususta bereket görmem için bana duâ ettiler…»” (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 21-22)
Abdullah bin Hişâm -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’e (altı yaşındayken) yetişmiş idi. Annesi Zeyneb bint-i Humeyd onu (Mekke fethinde) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e götürüp:
“–Yâ Rasûlâllah! Oğlumdan müslüman olduğuna dâir bey‘at al!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–O daha küçük!” buyurdular ve başını sıvazlayarak Abdullâh’a duâ ettiler.
Abdullah bin Hişâm -radıyallâhu anh- ileriki yaşlarında çarşıya çıkar, gıda maddeleri satın alırdı. İbn-i Ömer ile İbn-i Zübeyr -radıyallâhu anhumâ- onu çarşıda görünce hemen yanına varıp:
“–Bizi de bu mala ortak et! Zira Peygamber Efendimiz senin için bereket duâsında bulundu.” derlerdi. Abdullah da onları ortak ederdi. Bâzı zaman olurdu ki, tam bir deve yükü kâr elde eder ve onu evine gönderirdi. (Buhârî, Şirket, 13)
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır:
“Biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber bir seferde idik. Derken bir ara askerlerin azığı tükendi. Bineklerinden bâzısını kesmek istediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
«−Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini toplasam da siz onlar üzerine, bereketlenmeleri için duâ ediverseniz daha iyi olmaz mı?» dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de öyle yaptılar. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan hurmasını, hurma çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi.”
Orada bulunanlar, Ebû Hüreyre Hazretleri’ne büyük bir hayretle:
“−Çekirdekle ne yapıyorlardı?” diye sordular. O mübârek sahâbî:
“−İnsanlar yiyecek bir şey bulamadıkları için onu emiyor, üzerine de su içiyorlardı.” dedi ve hâdisenin devamını şöyle anlattı:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ buyurdular. Yiyecekler öylesine bereketlendi ki herkes kaplarını doldurdu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ilâhî ikram karşısında:
«Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Rasûlü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allâh’a kavuşan kimse Cennet’e girecektir.» buyurdular.” (Müslim, Îman, 44)[80]
5. AHİRETE İMAN
Cenâb-ı Hak, beşer hayatı için beş safha takdir buyurmuştur. Bunların birincisi âlem-i ervâh, ikincisi ana rahmi, üçüncüsü dünya hayatı, dördüncüsü berzah ve kabir âlemi, beşincisi ise âhiret ve onun neticesi olan Cennet veya Cehennem’deki ebedî hayattır. Bunlardan dünya hayatı, insana bir imtihan için verilmiş ve ebedî saâdet veya azap, beşerin bu âlemdeki fiil ve davranışlarına bağlı kılınmıştır. Her kulun bu fiil ve davranışlarının müsbet veya menfî karşılığının olduğunu bilmesi ve böylece mes’ûliyetini müdrik olması için de âhiret, îmânın altı esası arasında yer almıştır. Öyle ki, âhirete îman, ehemmiyetine binâen birçok âyet-i kerîmede Allâh’a îmanla birlikte zikredilmiştir. Bilhassa Kur’ân’ın son üç cüz’ünde âhirete îman üzerinde ısrarla durulur.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân edip sâlih amel işleyen kimselerin Rab’leri katında büyük ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 62)
Mü’minleri medih şânında da:
“...Onlar ki Allâh’a ve âhiret gününe îmân ederler...” buyurur. (et-Tevbe, 45)
Âhiret, ölümden sonra başlayacak olan yeni, sonsuz ve gerçek bir hayattır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Bu dünya hayatı sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna gelince, işte asıl hayat odur. Keşke bilmiş olsalardı! ” (el-Ankebût, 64)
Zira bunu bilenler, şu fânî âlemlerindeki her nefesi değerlendirir ve Cenâb-ı Hak’tan bir an dahî gâfil kalmazlar. Onların ömürleri, amel-i sâlihlerle dolu bir ibâdet ömrü olur. Âkıbetleri hakkında dâimâ havf ve recâ (korku ile ümit) arasında olurlar. Mahşerdeki büyük hesâbın dehşet ve şiddetinden gönülleri ürperir, Allah korkusuyla gözyaşı dökerler.
Şu kıssa, ilâhî hesâbın şiddetini îzah bakımından ne ibretlidir:
Sâlihlerden bir zât pazara uğramıştı. Lüzumlu birkaç şey alacaktı. Alacağı şeylerin karşılığını da evde hesaplamış ve elindeki paranın buna kâfî olduğuna kanaat getirmişti. Fakat pazar yerine vardığında o para, alacaklarına yetmedi. Bunun üzerine o sâlih kişi ağlamaya başladı ve bu hâli uzun bir müddet devam etti. Etrafındakiler, buna şaşırdılar. Parası yetmediği için bu kadar ağlamasının yersiz olduğunu söyleyerek kendisini teskîne çalıştılar. Bir zaman sonra kendine gelen o sâlih zât, boğazında düğümlenen hıçkırıklar arasında şaşkın kalabalığa şöyle seslendi:
“–Gözyaşlarımı bu dünya için sanmayın! Düşündüm ki, bugün evdeki hesap çarşıya uymuyor! Peki şu dünyada yaptığımız hesaplar yarın âhirete nasıl uyacak?!.”
Kıyâmet ve Yeniden Diriliş
Dünya hayatı için tâyin edilen süre nihâyete erdiğinde, büyük meleklerden İsrâfîl -aleyhisselâm-, Sûr’a üfürecek ve bu kâinât infilâk edecek, kıyâmet kopacaktır.[81]
Kıyâmetin kopmasıyla öylesine dehşetli manzaralar ortaya çıkacak ki; gök yarılacak, erimiş maden hâline gelecek, Güneş ve Ay kararacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, dağlar atılmış yün gibi olacak, denizler kaynatılacak ve fışkıracak, Cehennem alevlendirilecek ve Cennet yaklaştırılacaktır. Gözler dehşetten kamaşacak, insanlar kaçacak, fakat sığınacak bir yer bulamayacaklardır. Bu dehşetli manzara sebebiyle, büyük bir kıymeti hâiz olan on aylık gebe develer bile salıverilecek, yani kıymetli malların bir değeri kalmayacak, yabânî hayvanlar bir araya toplanacaktır. Kimse dostunu sormayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı sebebiyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocuklarını unutacak, hâmile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar o günün dehşetinden sarhoşlar hâline döndürüleceklerdir. Günahkâr bir insan o günkü azaptan kurtulmak için fidye olarak yavrularını, eşini, kardeşini, kendisine sahip çıkan sülâlesini, hattâ dünyada var olan insanların tamamını verip kendisini kurtarmak isteyecektir.[82]
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Onlar, Allâh’ın kudret ve azametini hakkıyla takdîr edemediler (O’na lâyık tâzîmi göstermediler). Hâlbuki bütün bir Dünya kıyâmet günü O’nun avucunda, gökler âlemi de dürülmüş olarak elinin içindedir. O, (böyle bir azamet ve hâkimiyet sahibi olan Allah), onların ortak koşmalarından yücedir, münezzehtir. Sûr’a üflenir; Allâh’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde kim varsa çarpılıp cansız yere düşer. Sonra ona bir daha üflenir: Bir de bakarsın bütün insanlar, kabirlerinden ayağa kalkmış, etrafa bakınıp duruyorlar.” (ez-Zümer, 67-68)
Yine Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Sûr’a üflenince, kabirlerinden Rab’lerine koşarak çıkarlar. «Vah hâlimize! Bizi uykumuzdan kim kaldırdı?» derler. Onlara: «İşte Rahman olan Allâh’ın vaad ettiği budur, peygamberler doğru söylemişlerdi.» denir.” (Yâsin, 51-52)
Bâzı âlimlerin beyânına göre, her ne kadar küfür ve isyân ehli, kabirlerinde muazzeb olacaklarsa da bu azap, âhirettekine nazaran pek hafiftir. Bu cihetle kabirdeki hayat, uykuya benzetilmiştir. Onlar mezarlarından kalkınca öyle müthiş bir azâba tutulacaklar ki;
«Yâ veylenâ/vah hâlimize!» diye feryâd ve figâna başlayacaklardır. (Ömer Nasûhi Bilmen, Tefsir, VI, 2943)
Bundan sonra artık ebediyet günü (يَوْمُ الْخُلُودِ) başlamaktadır.
O gün insanların diriltilmesi, yoktan var edici olan Hak Teâlâ için pek kolay bir keyfiyettir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“İnsan der ki: «Öldüğüm zaman sâhiden diri olarak (kabrimden) çıkarılacak mıyım?» İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı hâlde Biz kendisini yaratmışızdır.” (Meryem, 66-67)
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş! Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misâl getirmeye kalkışıyor ve; «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor.
De ki: Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir. Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur. İşte siz, ateşi ondan yakıyorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan onların benzerlerini yaratmaya kâdir değil midir? Evet, elbette kâdirdir. O, her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.
Bir şey yaratmak istediği zaman O’nun emri sadece «Ol!» demekten ibârettir. O da hemen oluverir. Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allâh’ın şânı ne kadar yücedir. Siz de O’na döneceksiniz.” (Yâsîn, 77-83)
“O ölüden diri, diriden de ölü çıkarıyor; yeryüzünü ölümünün ardından O canlandırıyor. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.” (er-Rûm, 19)
Ebû Rezin -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Bir gün:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl diriltir? Bunun dünyadaki misâli nedir?” diye sordum. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sen, hiç kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyurdular. Ben, “Elbette!” deyince:
“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasına delildir. Allah ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular. (Ahmed, IV, 11)
Yaşatan, öldüren ve dirilten Cenâb-ı Hakk’ın beyân buyurduğu bu âyet-i kerîmeler ve Efendimiz’in hadîs-i şerîfleri de gösteriyor ki, diriliş muhakkak gerçekleşecektir. O hâlde önemli olan:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!”[83] hadîs-i şerîfinden nasîb alarak o güne varmaktır.
Kıyâmet Ansızın Kopacaktır
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Onlar; «Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, bu tehdit ne zaman gerçekleşecek?» derler. Onların beklediği, sadece bir sayhadan ibarettir!.. Çekişip dururken kendilerini yakalayıverecek korkunç bir ses... İşte o anda onlar ne bir vasiyette bulunabilir, ne de âilelerine dönebilirler.” (Yâsîn, 48-50, 53. Bkz. Sâd, 15; Kàf, 42)
Büyüklük ve dehşetinden bahsettiğimiz bu muazzam kıyâmet hâdisesi, Allâh’ın azamet ve kudreti karşısında o kadar basit ve küçük bir şeydir ki, onu sadece bir sayha ile gerçekleştiriverecektir.
En az bunun kadar mühim diğer bir husus da, bu muthiş hâdisenin çok kısa sürede gerçekleşecek olmasıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“…Kıyâmetin kopması, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir. Şüphesiz Allah, her şeye kâdirdir.”[84]
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kıyâmetin ansızın meydana geleceğini muhtelif misallerle îzah etmişlerdir. Bir defasında şöyle buyurmuşlardır:
“Güneş batıdan doğuncaya kadar kıyâmet kopmaz. Güneş batıdan doğduğu zaman, insanlar onu görür ve hepsi toptan îmân ederler. İşte bu vakit, şu âyet-i kerîmede bildirilen vakittir:
«…Rabb’inin bâzı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmamış ya da îmânında bir hayır kazanmamış olan kimseye artık îmânı bir fayda sağlamaz.» (el-En‘âm, 158)
Muhakkak ki, kıyâmet kopacaktır, öyle ki, alışveriş için satıcı ile müşteri aralarında bir kumaşı yaymış olacaklar da ne alışveriş yapmaya ne de kumaşı dürmeye vakit bulamayacaklardır. Kişi sağmal devesinin sütünü sağıp getirdiği hâlde, onu içmeye fırsat bulamadan ansızın kıyâmet kopacaktır. Yine kişi, havuzunu sıvayıp tamir edecek de suyunu kullanamadan ansızın kıyâmet kopacaktır. Yine kişi lokmasını ağzına kaldıracak, fakat kıyâmet ansızın kopacak da o lokmayı yiyemeyecektir.” (Buhârî, Rikâk, 40; Ahmed, II, 369. Bkz. Müslim, Fiten 140)
Burada en mühim husus, kıyâmetin ne zaman kopacağı değil, herkesin kendi kıyâmeti olan ölüm ve ötesine hazır olup olmadığıdır. Dünya, aldatıcı bir serap, âhiret ise ölümsüz bir hayattır. Kıyâmetimiz olan ölüm gelmeden evvel uyanalım ki çâresiz bir nedâmete dûçâr olmayalım. Zira her fânînin meçhûl bir zaman ve mekânda Azrâil ile karşılaşacağı muhakkaktır. Ölümden kaçılacak hiçbir yer yoktur. O hâlde insan:
“(Vakit kaybetmeden) Allâh’a koşun...”[85] sırrından nasîb alarak rahmet-i ilâhiyeyi yegâne sığınak bilmelidir.
Has kullar, gün bugündür deyip kendi kıyâmeti kopmadan evvel âhiret tedâriğini görenlerdir ki, o dehşetli kıyâmet gününde böyleleri için ne bir hüzün, ne de bir korku vardır.
Hesap
Kıyâmet günü insanlar çok çetin ve şiddetli bir hesap ile karşılaşacaklardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (ez-Zilzâl, 7-8)
“O gün ki, ne mal fayda verir ne evlât! Ancak Allâh’a kalb-i selîm ile gelenler müstesnâ!..” (eş-Şuarâ, 88-89)
Hâsılı âhiret, hem kötüler hem de iyiler için mutlakâ olması gereken zarûrî bir âlemdir. Zira iyilerin mükâfâta nâil, kötülerin de cezâlarına dûçâr olmalarından daha tabiî bir şey olamaz. Nitekim bu fânî âlem şartlarında dahî iyilerin başını sokacağı yerler ve kötülerin de içine konulacağı zindanlar olmasaydı, hayat çekilmez hâle gelirdi!
Bir misal vermek gerekirse: Bir tiyatro grubunun, birinci sahneyi sergiledikten sonra perdeyi kapatıp, hâdiseleri paramparça, dağınık ve îzâha muhtaç bir vaziyette bırakarak oyunu bitirdiği hiç görülmemiştir. Böyle bir durum söz konusu olsa, düşünceleri tam harekete geçmiş, sinirleri gerilmiş, oyunun ve yazarının maksadını ve ana fikrini öğrenmeye heveslenmiş seyirciler ne düşünür acaba?! Akıllı bir çocuk bile oyunun bu şekilde bitirilmesini uygun görmez. O hâlde her şeyi mükemmel yaratan ve her işten haberdar olan Allâh’ın, bu koskoca kâinat kıssasını, bir çocuğun bile yapmadığı şekilde bitirmesi nasıl düşünülebilir?![86]
İnsanoğlu kendi vücûdunu ısıran bir sineğe bile kızıp onu cezalandırmak istemekte, diğer taraftan da bir kahvenin hatırını kırk yıl saymaktadır. Dolayısıyla kendisinden bir ömür boyu sâdır olan müsbet ve menfî davranışların Allah indinde karşılıksız kalacağını düşünmek kadar abes bir gaflet olamaz. Zira bu dünyada zâlimin zulmü, mazlumun âhı; kâfirin küfrü, mü’minin de îmânı vardır. Cenâb-ı Hak buyurur:
“İnsanoğlu başıboş bırakılacağını mı sanır?” (el-Kıyâme, 36)
“Biz’im sizi boş yere, bir oyun ve eğlence olarak yarattığımızı ve sizin Biz’e döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115)
“(İnsan) «Kıyâmet günü de ne zamanmış?» diye sorar. Gözler (hayret ve dehşetle) kamaştığı, Ay tutulduğu, Güneş ve Ay birleşip (karardığı) zaman... İşte o gün insan: «Kaçacak yer neresi?» diyecektir. Hayır, hayır! O gün kaçıp sığınacak hiçbir yer yoktur! O gün herkesin varıp karar kılacağı yer, ancak Rabb’inizin huzûrudur. O gün insana, önden yolladığı ve geri bıraktığı ne varsa hepsi haber verilecek.” (el-Kıyâme, 6-13)
Kıyamet Alametleri
Kıyâmetin tam olarak zamanı bildirilmemiş, ancak küçük ve büyük birtakım alâmetleri haber verilmiştir. Bunları kısaca şöyle hulâsa edebiliriz:
Küçük Kıyamet Alâmetleri:
1) İlim ortadan kalkacak, buna mukâbil cehâlet artacak. Bu durumda müskirâtı/sarhoşluk veren şeyleri içmek ve zinâ, alenen irtikâb edilir hâle gelecek.
2) Pek basit sebeplerle ve yok yere adam öldürmeler olacak.
3) Adâlet ve ehliyet kalkacak, haram ve helâle dikkat edilmeyecek.
4) Ana-babaya isyan, buna mukâbil fâsık kadınlara itaat artacak.
5) Ölçü ve tartıda hîle yaygınlaşacak, herkes bu hîlelerden şikâyet eder hâle gelecek.
6) İnsanlara hürmet ve merhamet son derece azalacak ve nasihatlere kulak asılmayacak.
7) Şehirlere göçler artacak, binalar yükselecek. Kötü ve ehliyetsiz kimseler îtibar görecek, söz ve hüküm onlarda olacak.
8) Kumar, fal ve oyun âletleri çok artıp revaç bulacak, vaktin nasıl geçtiği fark edilmeyecek.
9) İsraf artacak, dünya mal ve menfaati âhiret saâdetine tercih edilir hâle gelecek.[87]
Büyük Kıyamet Alâmetleri:
1) Kırk gün sürecek bir dumanın zuhûr etmesi,
2) Deccâl’ın çıkması,
3) Dâbbetü’l-Arz denilen bir varlığın çıkması,
4) Güneş’in batıdan doğması,
5) Ye’cüc ve Me’cüc’ün dünyaya yayılması,
6) Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne inmesi,
7) Hicaz’dan kuvvetli bir ateşin zuhûru,
8) Doğu, batı ve Arap yarımadasında olmak üzere üç adet yer batmasının meydana gelmesi.[88]
Âhiret inancı, mes’ûliyet şuurunu kuvvetlendirir, vazifeye bağlı, hak ve hukuka hürmetkâr olmayı temin eder. Bu sûretle gayet sağlam bir ahlâk anlayışına, çok mükemmel bir nizam kavramına ve pek ulvî bir hakşinaslığa vesîle olur.
Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna çıkarak bütün söz, hâl ve hareketlerinin hesabını vereceğine, işlediği zerre kadar hayır ve şerri göreceğine kuvvetle îmân eden bir kişide yüksek bir ahlâk ve yüce bir hukuk anlayışının bulunacağı muhakkaktır. Peygamber Efendimiz’in:
“Hiçbir kul, kıyâmet günü ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne yaptığından, malını nereden kazanıp nereye harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bir adım dahî atamaz!”[89] hadîs-i şerîflerini bilen bir mü’min mutlakâ hakka, hukûka ve hesabına dikkat eder.
Cenâb-ı Hakk’ın devamlı kendisini gördüğünü bilen ve âhirete de inanan bir insan, kimsenin görmediği yerlerde bile yanlış hareketler yapamaz. Herkesin güvendiği temiz bir insan hâline gelir.
Kalbinden âhiret fikri, Allah korkusu ve Allah muhabbeti silinen insanlar, şahsî maksat ve menfaatlerine perestiş edeceklerinden, onların, bu âlemin en zararlı unsuru hâline geleceği şüphesizdir. Bu tür insanların nazarında millet ve vatan sevgisi, umûmî menfaat, tarihten ibret alma gibi fazîletler gayet gülünç şeylerdir. Üstünlük ve meziyet ise insan aldatmaktan ibârettir. Bu sebeple, insanlardaki din ve âhiret fikrini zayıflatmak, cemiyetleri şiddetle helâke sürükleyecek son derece tehlikeli bir teşebbüstür. Uzak ve yakın tarihte bunun misallerine çok tesadüf edilmiştir.
Âhirete îmân eden ve hayatını ona göre tanzim eden mü’minlerde ölüm korkusu olmaz. Sıkıntılardan kurtulup ebedî huzûra ulaşma, Allâh’ın rızâsını elde etme ideali insanda yaşama sevincine yol açar, dünyanın ıztıraplarına karşı tahammül gücü verir. Geçici dünya arzuları insan rûhunu aslâ tatmin edemez. Rûhun huzuru, îmânın kazandıracağı ulvî zevklerde ve mânevî hazlardadır.
Hâsılı, Allâh’a tekrar geri dönüleceği inancı olmadan, bu hayatta gerçek bir başarı ve huzurdan bahsedilemez.
6. KADERE İMAN
Allâh’ın irâdesi, bütün oluşlarda mevcuttur. O’nun irâde ve kudretinin dâhil olmadığı hiçbir şey gerçekleşemez. Bir toz bile yerinden kalkamaz ve küçük bir sineğin kanadı bile kıpırdayamaz. Dolayısıyla Allah Teâlâ, sonsuz ilim sahibi olduğundan, olmuş ve olacak her şeyi bilir. Olacak bir şeyin Cenâb-ı Hak tarafından ezelde yazılması “kader”, onun gerçekleşmesi ise “kazâ”dır.
Kaderin, beşerî ölçülerle lâyıkıyla anlaşılması mümkün değildir. Bu sebeple de pek çok kereler suistimâl edilmiştir. Onun için bu mevzuda derinleşmek, kişiye hiçbir şey kazandırmaz. Zira:
“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez...”[90] beyân-ı ilâhîsi kader mevzuunda derinliğe müsâade etmez.
Zâten görmeyen bir insana, nasıl renk târif edilemez ise, beşerî idrâkle de böyle keyfiyetlerin sırrına erilemez. Ancak Cenâb-ı Hakk’ın ledünnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi olabilir. Kur’ân-ı Kerîm’de beyân buyrulan şu hâdise, bunun en bâriz bir misâlidir:
Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, ledünnî ilme sahip olan Hızır -aleyhisselâm-’a gönderir ki bu ilmi ondan tahsîl etsin.[91] Bu ilim, sebeplerin ve bahânelerin ötesinden, yani Levh-i Mahfûz’dan bir pırıltı aksettiren ilimdir. Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hızır, yolculuğa çıkarlar. Yolculukta Mûsâ -aleyhisselâm-’ı hayret ve dehşete düşüren bâzı hâdiseler yaşanır. Hızır -aleyhisselâm-, bindikleri bir gemiyi delerek ona zarar verir. Sonra rastladıkları bir erkek çocuğu, ortada hiçbir sebep görünmediği hâlde öldürür. Daha sonra da vardıkları bir köyün halkından yiyecek isterler, fakat kendilerine hiçbir şey veren olmaz. Hızır -aleyhisselâm- ise o köyde gördüğü yıkılmak üzere olan bir duvarı, hiçbir ücret almadan tamir eder.
Mûsâ -aleyhisselâm-, kader sırrına ve hâdiselerin istikbâldeki neticelerine vâkıf olmadığı için, bu olup bitenlere bir türlü mânâ veremez ve her defasında Hızır -aleyhisselâm-’a îtiraz eder. Nihâyet Hızır -aleyhisselâm- yolculuğun sonunda hâdiselerin iç yüzünü îzah eder:
Zâhiren, geminin delinmesi, sahiplerine karşı haksızlık ve zulümdür; hakîkatte ise o fakir gemicilerin geçim vâsıtası olan bu geminin gasbına mânî olmaktır. Zira o geminin peşinde, sağlam gördüğü her gemiyi gasp eden bir kral vardı.
Zâhiren, çocuğun öldürülmesi, bir cinâyettir; hakîkatte ise, hem onun hem de sâlih birer kul olan ebeveyninin âhiret hayatlarının korunmasıdır. Zira o çocuk yaşasaydı ileride anne-babasını azgınlık ve nankörlüğe sürükleyecek, hem kendisinin hem de anne-babasının âhiretini mahvedecekti.
Zâhiren, kendilerine iyi davranmayan köylülerin duvarının ücretsiz yapılması, mantığa terstir; hakîkatte ise, iki mazlum yetime âit emânetin muhâfazasıdır. Zira o duvarın altında yetim çocuklara âit bir hazine vardı. Duvar yıkılsa hazine ortaya çıkacak, haksız ellerin malı olacaktı. Cenâb-ı Hak ise o hazineyi, büyüdüklerinde o yetimlerin bulmasını murâd ediyordu.
Bu hâllerin sırları, ancak ledünnî (Hak vergisi) bir ilimle ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple kaderin sırrı, sırf akılla idrâk edilemez. Çünkü kaderi bütünüyle kavramak, beşer idrâkinin üzerinde bir keyfiyettir. Bunun içindir ki Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadere îmân etmekle iktifâ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz münâkaşalardan menetmiştir. Kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:
“–Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun için mi gönderildim? Sizden öncekiler bu meselede münâzara ettiklerinden (tartıştıklarından) dolayı helâk oldular. Sakın, sakın bu meseleyi münâkaşa etmeyiniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Kader, 1/2133)
Dolayısıyla kader mevzuunda derinleşmekten ziyâde onun hikmetini doğru bir şekilde kavramak, bu hususta en mühim ve kâfî bir ölçüdür. İşin özü şudur:
Allah Teâlâ, insan için takdir buyurduğu fiilleri iki kısımda tecellî ettirmiştir:
1) Ef’âl-i Iztırâriyye (Zarûrî Fiiller):
Bunlar kendi arzu ve isteğimizin dışında gerçekleşir ki, tamamen kader ve kazânın tecellîsinden ibarettir. Bunun aksine hareket etmek aslâ mümkün değildir. Doğmak, ölmek, dirilmek, uyumak, acıkmak, bedenî yapımız, ömür süremiz ve benzeri durumlar hep kaderin bu kısmına dâhildir. Bunlara kader-i mutlak da denir ki, insanoğlu zarûreten tâbî olduğu bu fiillerden mes’ûl değildir.
Kaderin bu kısmına dâhil olan hususlarda kazâ vakti gelince insanların gören gözü görmez, işiten kulağı duymaz olur, kulun tedbiri hükümsüz kalır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Kazâ gelip çatınca, balıklar kendilerini denizden dışarı atarlar. Havada uçan kuşlar, yerde kendileri için hazırlanan tuzaklara koşmaya başlarlar. Böyle bir kader ve kazâdan ancak yine kader ve kazâya kaçanlar kurtulabilir.”
Zira Allah Teâlâ buyurur:
“...Allâh’ın emri mutlakâ yerine gelecek olan yazılmış bir kaderdir.” (el-Ahzâb, 38)
Ancak kazâ ve kader deyince sadece meydana gelen âfet vesâire anlaşılmamalıdır. Kader, bir mânâda kâinâttaki dengeyi ve o dengenin ilâhî ölçüsünü ifâde eder. Allah Teâlâ buyurur:
“Biz, her şeyi bir kadere/ölçüye göre yarattık.” (el-Kamer, 49)
Onun için kaderin hükmünü tenkit, bir cehâlettir, tâbiri câizse bir hamâkattir. Zira onun hükmü, dâimâ yerli yerincedir. Meselâ içinde yaşadığımız âlemde bir an ve bir milimetre dahî şaşmayan bir denge ile devamlı dönen ve dünyamızı aydınlatan Güneş hakkında kimsenin endişesi yoktur. Herkes inanır ki Güneş, bir an dahî şaşmayan belirli bir nizam içinde her gün doğar ve batar. Bunun gibi -müsbet veya menfî- meydana gelen her hâdisenin de hikmeti bilindiği takdirde bilâ-istisnâ söylenecek yegâne söz dâimâ; “En doğrusu bu!” ifadesinden ibârettir.
En aşırı kâfirler bile kendi bünyelerinde takdîr olunan ilâhî tenâsüp, nizam ve cihazların işleyişine hayran olurlar. İlâhî takdîr programından Cenâb-ı Hakk’ın müsâadesi nisbetinde çözülebilen her sır, tenkit şöyle dursun, kâfir bile olsa akl-ı selîm sahibi her insanı, âdeta ebedî bir hayret ve şaşkınlık vâdisinde dolaştırmaktadır. Bu hususta ileri geri konuşanlar, sadece takdîrin sırrından habersiz olan, akıl ve idrâk mahrumlarıdır. Bunlar, hayır-şer, doğru-yanlış, hak-bâtıl bilmeyen cehâlet kurbanlarıdır.
Diğer taraftan mâlûmdur ki kader ve kazâ, bir meçhûldür. Bu da, hakîkatte fânî bir varlık olan insan için ilâhî bir lûtuftur. Zira bir kimse başına gelecek menfî-müsbet her şeyi bilse, onun için hayat yaşanmaz hâle gelir. Yemeden içmeden, çalışmadan el çeker. Ancak Cenâb-ı Hak, kader ve kazâyı gizlediği içindir ki, insanoğlu ölümle burun burunayken bile hayat ümidi taşır ve hayatî faâliyetlerden kopmaz. Bu da, dünya hayatında yaşamayı mümkün kılan muazzam ve mükemmel bir ilâhî nizamdır.
Hâsılı kalbin safâsı, kadere rızâda gizlenmiştir. Bunun aksi hiçbir hareket, fayda getirmez. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:
“Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek ve kurtulmak ümidi ile nereye kaçarsan kaç, orada karşına bir âfet çıkar; gelecek olan belâ gelir ve yine sana isâbet eder.
Bilesin ki, bu fânî cihânın hiçbir köşesi tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzûrunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur. Bak; bu fânî âlemde en emin yerlerde yaşayanlar da en güçlü zannedilenler de nihâyet ölümün tuzağına düşmüyorlar mı? Sen fânî tuzaklardan emin olmaya değil, Hakk’a sığınmaya bak! O dilerse senin için zehri şifâ yapar, dilerse suyu zehir hâline getirir!”
2) Ef’âl-i İhtiyâriyye (Tercihe Bağlı Fiiller):
Cenâb-ı Hak, kullarına cüz’î ve izâfî bir irâde lûtfetmiştir. Kul, bu irâdenin kullanılması ile vücûda gelen fiillerden mes’ûldür. Yaptığı şey hayırsa mükâfâta nâil olur, şerse cezâsını çeker. Allah Teâlâ, kulun kendi irâdesini kullanarak yapmak istediği fiili yaratır. Böyle fiillerde Cenâb-ı Hakk’ın yaratma sıfatının yanında bir de yapma (kesb) sıfatı vardır. Bu, kula âittir. Ancak Cenâb-ı Hak, kulun her istediği şeyi yaratmaz.
Diğer taraftan Allah katında zaman mevcut olmadığından Cenâb-ı Hak için olacak bir şeyin bilinmesi ile olmuş bir şeyin bilinmesi arasında fark yoktur. Biz, zamanlı bir âlemde fikir yürüttüğümüzden, Allâh’ın olacak şeyleri bilmesini, O’nun tarafından takdîr ve âdeta icbâr gibi telâkkî etmeye meyilliyizdir. Bu, içinde yaşadığımız zamanlı-mekânlı âlem sebebiyle hiçbir şeyi zamansız düşünemeyişimizden doğan bir zaaf ve acziyettir. Hâlbuki zaman perdesi kalktığında her şey aynı anda müşâhede edilir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mîrac gecesindeki müşâhedelerini aktarırken bir yandan ezel âlemine vâkıf olarak:
“(O gece) semâya yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada (kâinatın mukadderâtını yazan) kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.”[92] buyurmuş, diğer yandan da ebed âlemini seyrederek Cennet’e ve Cehennem’e en çok hangi tür insanların girdiğinden bahsetmiştir. (Buhârî, Rikâk 51, Müslim, Zühd 93)
Zaman kaydından çıkarılarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Mîrac gecesi ikrâm edilen bu hakîkat, Cenâb-ı Hak için her zaman vâriddir. Zira O, zaman kaydından münezzehtir.
Dolayısıyla zaman husûsundaki zaaf ve acziyet perdemizi araladığımızda görürüz ki, Allah Teâlâ kullarına mes’ûliyetleri nisbetinde irâde ve kudret; irâde ve kudretleri nisbetinde mes’ûliyet vermiştir. Bu böyle olmasaydı Rahmân ve Rahîm olan Allah, kullarına herhangi bir mes’ûliyet yüklemez ve onları emir ve nehiylerini yapıp yapmama husûsunda hesâba çekmezdi. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine lehine, yapacağı (şer) de aleyhinedir…”
Bunun akabinde Cenâb-ı Hak şu duâyı öğretir:
“…Rabb’imiz! Unutursak veya hatâya düşersek bizi sorumlu tutma! Ey Rabb’imiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme! Ey Rabb’imiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükleme! Bizi affet! Bizi mağfiret eyle! Bize merhamet eyle! Sen bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım eyle!” (el-Bakara, 286)
Cenâb-ı Hakk’ın, kullar için mes’ûliyet ve hesâbı takdir buyurması, bunu îcâb ettirecek bir seviyede onlara irâde, ihtiyâr (tercihte bulunabilme) ve kudret de lûtfettiğini gösterir. Bu hakîkati göremeyenlere Mevlânâ Hazretleri tefekkür âleminden şöyle seslenir:
“Eğri gidersen kalem eğri yazar, doğru gidersen saâdet doğurur.
Bir hırsız polis tarafından yakalanınca ona dedi ki: «Efendim, yaptığım iş Allâh’ın hüküm ve takdîridir.» Bunun üzerine polis şu cevabı verdi: «A efendi, benim yaptığım da Allâh’ın hüküm ve takdîridir. Hem kabahati işle hem de kadere havâle eyle; bu akıllının işi değildir.»
Sözün hulâsası şudur ki: Şeytan, insana şerri; rûh da hayrı gösterir. İhtiyâr (tercih etme) istîdâdı olmasa, ne diye uğraşırlardı ki!...
Ey cebrî! «Kul irâdesinde hür değil!» derken gûyâ Hak’tan aczi gidermek gâyesindesin, fakat görmüyorsun ki O’nun kulu mes’ûl tutmasındaki sırrı inkâr ederek -hâşâ- Allâh’a, bilgisiz ve ne yaptığını bilmeyen beşere âit bir sıfat izâfe etmektesin! O Hallâk-ı âlem, vermediği bir husûsiyetin tezâhürünü isteyip kullarına zulüm eyler mi? Sen aklını başına devşir de Cenâb-ı Hakk’ın niçin kullarına; «Şunu yap veya yapma!» diye emir verdiğinin hikmetini kavra! O’nun bu emir ve nehyi bile, verdiği irâdenin bir nişânesidir.
Hem dön de kendi âlemine bir bak; Allah’tan başkasında irâde yoksa neden malını çalan hırsıza öfkeleniyorsun. Neden birilerini düşman biliyor ve onlara gece-gündüz diş biliyorsun? Nasıl oluyor da irâdesi olmayanların sırtına günah ve suç mührünü vuruyorsun? Demek ki irâde var! Yoksa hapishanelere ne lüzum vardı!”
Burada ifâde edilmesi gereken bir husus daha vardır:
Kula lûtfedilen irâde ve ihtiyâra, ehemmiyetinden fazla değer vermek ve aklı her şeyin üzerine çıkarmak da doğru değildir. Nitekim ilimden ziyâde irfan arttıkça, beşerî irâde ve ihtiyârın küllî irâde karşısında ne kadar küçük olduğu kolaylıkla kavranır. Nihâyet küçük bir kırıntı hükmünde bir nasîb olan irâde-i cüz’iyye, “fenâ fillâh”a eren kullarda yok denilecek kadar azalır. Hele Allâh’ın, kullarının “gören gözü, tutan eli” olması[93] tarzında gerçekleşen fenâ fillâh yolunda ilerleyenler için cüz’î irâde, âdeta Güneş ışığı altında cılız bir mum ışığının yok olması gibidir.
Hayır ve Şer Allah’tandır
Şerrin de Allah’tan olması meselesine gelince, hiçbir şer O’nun murâdı ile değildir. Ancak Cenâb-ı Hak, -râzı olmasa da- imtihan îcâbı olarak, şerrin de vukû bulmasına izin vermiştir. İrâde ve istek kuldan, yaratmak Allah’tandır. Üstelik şerrin zuhûruna Cenâb-ı Hakk’ın “izin vermek” gibi -tâbiri câizse- bir vize koyması, O’nun kullarına olan engin merhametinin ayrı bir tezâhürüdür. Zira bu vize, her şerre izin vermemekte ve farkında olsak da olmasak da bizi maddî-mânevî nice felâket uçurumlarından muhâfaza etmektedir. Yoksa insanoğlu, nefis ve şeytanın iğvâsıyla işlediği cürüm ve gafletlere kim bilir daha nicelerini ekleyecektir. Çünkü o, bilerek ve bilmeyerek, hayra olduğu kadar şerre de tâlip olur. Bu gerçeği Hak Teâlâ şöyle beyan buyurur:
“İnsan hayrı istediği kadar şerri de ister. İnsan pek acelecidir!” (el-İsrâ, 11)
“Eğer Allah insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi şerri de acele verseydi, elbette onların ecelleri bitirilmiş olurdu...” (Yûnus, 11)
İnsanoğlu ne denli kendini murâkabe ederse bu âyet-i kerîmelerin hakîkatine o derecede vâkıf olur. Meselâ bir yalancı, muhâtabını inandırmak için «İki gözüm kör olsun ki, doğru söylüyorum.» derken umûmiyetle gözleri kör olmamakta ve kendisine verilen imtihan mühleti yine normal şartlarında devam etmektedir. Yine pek çok kimse; «Şöyle yaparsam ellerim kırılsın; şunu yapmazsam Allah belâmı versin; bunu işlediğim takdirde ölümümü gör!” gibi, o an için samimî bir niyetle, gâyet ciddî sözler sarf ederler. Ancak an gelir bu dediklerine muhâlif durumda kalırlar. Böyle olmasına rağmen ne elleri kırılır, ne belâya uğrarlar, ne de ölürler. İnsan hayatında buna benzer nice misâller vardır. İşte Cenâb-ı Hak, böyle durumlarda merhametinden dolayı bu şer taleplerini yerine getirmemektedir.
Ama bâzen de kişinin bu tür yanlış istekleri yerine gelivermektedir. Bu durumda o kişi, dilinin ve akılsızlığının cezâsını çekmektedir. Dolayısıyla bu tür yanlış ifâdeleri kullanmamaya dikkat etmeliyiz. Ağzımızdan çıkacak her kelimeyi dikkatle seçmeliyiz.
Diğer taraftan Cenâb-ı Hak, yapılan hayırlardan râzı olurken, şerre rızâsı yoktur. Sadece imtihan îcâbı izin verir ve yaratır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Şüphe yok ki Allah zerre kadar haksızlık etmez...” (en-Nisâ, 40)
“Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah birçoğunu da affeder.” (eş-Şûrâ, 30)
Dolayısıyla ârif gönüller, Cenâb-ı Hakk’ın bu rahmet ve merhametini idrâk ederek kaderin müsbet-menfî her tecellîsi karşısında:
“Hoştur bana Sen’den gelen,
Ya gonca gül yahut diken,
Ya hil’at ü yahut kefen,
Kahrın da hoş lûtfun da hoş!” derler. Zâten Hak Teâlâ da kullarına bu rızâ hâlini emretmektedir:
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh’ın bizim için yazdığından başkası bize aslâ erişmez. O bizim Mevlâ’mızdır. O hâlde mü’minler yalnız Allâh’a tevekkül etsinler.” (et-Tevbe, 51)
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek de yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Ve O, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yûnus, 107)
Ancak bu durum hiçbir zaman gereken tedbirleri almaya mânî değildir. Kader meçhul olduğu için insan, her şeyin en iyisine ulaşabilmek için elinden geleni yapmalıdır.
Bu temel esasları derinleştirdiğimizde, karşımıza îzâha muhtaç pek çok mesele çıkar ki, bunlar ilm-i kelâm münâkaşalarına sermâye olmaktan ileriye gitmez. İşin özü kısaca şudur:
Kul, bir irâde sahibidir. Bu irâde veya kudret, ona Cenâb-ı Hak tarafından bahşedilmiştir. Allah Teâlâ’nın her oluşta irâdesi bulunmakla birlikte, rızâsı sadece hayırdadır. Bir hocanın gâyesi, talebesinin bilgi ile mücehhez olup sınıf geçmesidir. Talebe çalışmaz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazifesi de, hastasını şifâya kavuşturmaktır. Hasta, verilen reçeteyi tatbik etmez ise, artık gelişen menfî neticeden sadece hastanın kendisi mes’ûldür. Doktora herhangi bir cürüm isnâd edilemez.
Bu itibarla, irâdemiz dâhilinde olduğu için mes’ûl bulunduğumuz hususlarda kaderi bahane ederek kendimizi mâzur sayamayız.
İbâdetsiz veya kötü yola düşen bir kimsenin; “Ne yapayım, kaderim böyle imiş!” demesi, ancak gaflet muktezâsıdır. Namaz kılmak ve diğer ibadetlerini yapmak isteyen kişiye Cenâb-ı Hak sebeplerini ihsân eder.
İşlediğimiz günahlar husûsunda kendimizi mâzur görmemiz ise, “kadere bühtân” etmek demektir ki, ancak akılsızlık ve edepsizlik tezâhürüdür.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Bakara, 18. [2] Bkz. İsmâil Fennî Ertuğrul, Îman Hakîkatleri Etrafında Suallere Cevaplar, İstanbul, 1978, s, 21-22. [3] el-Tekvîr, 1. [4] Hûd, 77-82; el-Hicr, 59-69; Meryem, 17-21; en-Necm, 67, 13-17; et-Tekvîr, 23. [5] Meleklerin vasıfları için bkz. el-Bakara, 30-34; el-A’râf, 11, 27; Hûd, 69-70; el-Hicr, 28, 51-52; el-İsrâ, 61, 92; el-Kehf, 50; Tâhâ, 116; Sâd, 71, 73; en-Necm, 5; et-Tahrîm, 6; et-Tekvîr, 20. [6] İbn-i Kesîr, Tefsîr, [en-Nisâ, 163]; İbn-i Nedîm, Fihrist, Tahran 1966, s. 24. [7] Hıtâmuhû misk: Sona erişi, nihâyeti misk kokusu gibi güzel olan, en güzel kısmı en sonunda bulunan şeyler için kullanılan bir ifadedir. Mutaffifîn Sûresi’nin 26. âyet-i kerîmesinde zikredilir. [8] el-Alâk, 1-5; el-Kalem, 1; el-Bakara, 2; ez-Zuhruf, 2; ed-Duhân, 2. [9] Müslümanların, Kur’ân-ı Kerîm’i muhâfaza edip bugüne kadar naklederken kullandığı usûl ve metodların ne kadar sağlam olduğunu görmek için şu eserlere müracaat edilebilir: Prof. Dr. M. M. el-A’zamî, The History of the Qur’anic Text from Revelation to Compilation: A Comparative Study with the Old and New Testaments, Leicester: UK Islamic Academy, 2003 (Kur’an Tarihi: Eski ve Yeni Ahit ile Karşılaştırmalı bir Araştırma, İstanbul 2006); Prof. Dr. M. Hamidullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi, İstanbul 2000 (Le Saint Coran’ın giriş kısmı). [10] Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân, 16. [11] Bkz. Müslim, Cuma 49-52, Müsâfirîn 142; Ebû Dâvûd, Büyû 36/3416; İbn-i Mâce, Salât 178; Ahmed, III, 432, IV, 9; İbn-i Hacer, İsâbe, no: 2546 [Râfî’ bin Mâlik mad.]; İbn-i İshâk, Sîret, s. 128… [12] Kur’ân-ı Kerîm’in ezberlenerek muhâfaza edilmesinin yanında yazılı olarak da bize kadar geldiğini gösteren pek çok delilden ikisi şöyledir: 1. http://www.habervaktim.com/haber/136521/kurani_kerimin_degismedigi_ispatlandi.html 14.08.2010 2. http://www.habervaktim.com/haber/136864/iste_kuranin_ilk_nushalari.html, 16.08.2010 [13] M. Hamîdullah, Kur’ân-ı Kerîm Tarihi (Le Saint Coran’ın giriş kısmı), s. 23. [14] Tafsîlât için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Rahmet Esintileri, İstanbul 2010, s. 221-372. [15] Rummânî, en-Nüket fî İ‘câzi’l-Kur’ân (Selâsü Resâil fî İ‘câzi’l-Kur’ân içinde, nşr. Muhammed Halefullah - Muhammed Zağlûl Sellâm), Kahire, ts., s. 101. [16] Kadı Iyâz, eş-Şifâ bi-Ta‘rîfi Hukûki’l-Mustafâ, Mısır 1995, I, 227-247. [17] Seyyid Kutup, Fî Zılâli’l-Kur’ân, [Yûnus, 38] [18] Hattâbî, Beyânü İ‘câzi’l-Kur’ân, s. 24, 64. Süyûtî, el-İtkân, IV, 14-16. [19] Bâkıllânî, İ’câzü’l-Kur’ân, Beyrut 1988, s. 50-68. [20] Süyûtî, el-İtkân, IV, 9. [21] Râfiî, İ‘câzu’l-Kur’ân, s. 131 vd. [22] Süyûtî, Mu’tereku’l-Akrân fî İ‘câzi’l-Kur’ân, I, 3. [23] Bûtî, Ravâi‘, s. 160. [24] Recez: Arap şiirindeki aruz bahirlerinden biridir. [25] Fussilet, 13. [26] İbn-i Sa’d, I, 302-303; İbn-i Esir, Kâmil, II, 286; İbn-i Haldun, Târih, II, 2, 51. [27] Bkz. Bûtî, Ravâi’, s. 126, 129, 130; Karaçam, İsmâil, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, s. 159-175; Hacımüftüoğlu, Nasrullah, Kur’ân’ın Belâğati ve İ‘câzı Üzerine, s. 58-62, 90. [28] Salah Abdülfettah Hâlidî, el-Beyan fî İ‘câzi’l-Kur’ân, Ammân 1991, s. 234; Yavuz, “İ‘câzü’l-Kur’ân”, DİA, XXI, 405. [29] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 30/3191-3194; Ahmed, I, 276; Kurtubî, el-Câmi, XIV, 3. [30] el-Kamer, 45. [31] el-Feth, 16, 27. Bâzı misaller için bkz. Yûsuf el-Hâc Ahmed, Mevsûatü’l-İ‘câzi’l-İlmî fi’l-Kur’âni’l-Kerîm ve’s-Sünneti’l-Mutahhara, Dımeşk, 2003, s. 20-24. [32] Tafsîlat için bkz. Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri, s. 279-293. [33] Bkz. Sebe’, 6. [34] Bkz. Yûnus, 39. [35] Alûsî, Rûhu’l-Meânî, XI, 119-120, (Yûnus, 39). [36] http://www.medyapazari.com/turkiye/atom-bombasinin-tehlikelerinden-haberdar.html [37] Prof. Dr. Osman Çakmak, Bir Çekirdekti Kâinat, İstanbul 2005, s. 28. [38] Çakmak, a.g.e., s. 94, 127. [39] Bkz. el-En‘âm, 125. [40] el-A‘râf, 57. [41] Kur’ân ve ilim mevzuunda tafsilât için bkz. Osman Nûri Topbaş, Rahmet Esintileri (Genişletilmiş yeni baskı), İstanbul 2010, s. 293-372 (http://www.islamiyayinlar.net/content/view/106/8/); Dr. Maurice Bucaille, La Bible le Coran et la science: les ecritures saintes examinees a la lumiere des connaissances modernes, Paris: Seghers, 1980 (The Bible, the Qur’an and science, trc. Alastair D. Pannell, Karaçi, t.y.); Afzalurrahman, Quranic Sciences, London 1981; Prof. Dr. Ömer Çelik, Tek Kaynak İki Irmak: Kur’ân’dan Teknolojik Yansımalar, İstanbul 2009; İmâduddin Halil, “The Qur’an and Modern Science: Observations on Methodology”, The American Journal of Islamic Social Sciences, 1991, Vol. 8, No. 1, s. 1-13; Prof. Dr. Vahidüddin Han, İslâm Meydan Okuyor, İstanbul 1996; M. Sinan Adalı, Kur’an Mucizeleri, İstanbul 2010. [42] Bkz. en-Nisâ, 164. [43] Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1/3616; Dârimî, Mukaddime, 8; Ahmed, VI, 241; Heysemî, IX, 29. [44] Bkz. Buhârî, Teyemmüm, 1. [45] Bkz. Müslim, Mesâcid, 5, 6. [46] Bkz. Buhârî, Tevhîd, 36; Buhârî, Teyemmüm, 1. [47] Bkz. Müslim, Mesâcid, 5, 6. [48] İbn-i Batta el-Ukberî, el-İbânetü’l-Kübrâ, no: 99; İbn-i Teymiyye, es-Sârimü’l-Meslûl, Beyrut 1417, I, 59. [49] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 28; İbn-i Hişâm, I, 1-3; İbn-i Sa‘d, I, 55-56. [50] Bütün peygamberler çobanlık yapmıştır. (Buhârî, İcâre, 2, Enbiyâ, 29) Böylece Cenâb-ı Hak onlara tebliğ vazifesini vermeden önce idârecilikte lâzım olan birtakım kâbiliyetler kazandırmıştır. Çobanlık yapan kimselerde, tefekkür ufku, vakar ve merhamet duygusu gelişir. Koyunları sevk ve idâre edip yırtıcı hayvanlardan korumaya çalışarak sabır ve tesâhüb duygularını kuvvetlendirirler. Nitekim yaratılmış her varlığa merhamet etmek, onların kaba ve anlayışsız hâllerine sabretmek, peygamberlerde bulunması gereken en mühim husûsiyetlerdendir. Çoban, sürüsünü canavarlardan muhafaza eder, önden ve arkadan gidenleri takip eder, geri kalan hasta ve zayıf koyunları kucağına alarak sürüye yetiştirir. Çoban, hayvanlarını münbit arazilerde otlatır, onları kurak yerlerde helâk etmez. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz güttüğünüz sürüden mes’ûlsünüz…” buyuruyor. (Buhârî, Vesâyâ, 9) Demek ki bütün Müslümanların böyle bir mes’ûliyet şuuru ile yaşaması zarûrîdir. [51] Bkz. Buhârî, İcâre, 2; Ebû Dâvud, Edeb, 17, 82; Hâkim, III, 200. [52] Bkz. İbn-i Sa‘d, I, 121, 156. [53] İbn-i Hişâm, I, 209-214; Abdürrezzâk, V, 319. [54] Bkz. İbn-i Hişâm, I, 191; İbn-i Sa’d, I, 121. [55] Sâd, 86. [56] Bkz. el-Ahkâf, 29-32; el-Cin, 1-10; Buhârî, Tefsîr 72, Ezân 105; Müslim, Salât 149; Tirmizî, Tefsîr 72/3324; İbn-i Sa’d, I, 212. [57] Bkz. el-İsrâ, 1; en-Necm, 1-18; Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43, Menâkıbu’l-Ensâr 42, Tefsîr 17/3, Eşribe 1, 12; Müslim, Îman 264, 272, Eşribe 92; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât 1, Eşribe 41; Ahmed, V, 418; İbn-i Sa’d, I, 214. [58] Prof. Dr. M. Hamîdullah, The First Written Constitution in the World, Lahore 1975. [59] Bkz. Prof. Dr. M. Hamîdullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, İstanbul 1991; Dr. Elşad Mahmudov, Sebepleri ve Sonuçları açısından Hazret-i Peygamber’in Savaşları, İstanbul 2010. [60] Muvatta’, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed, II, 381; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, X, 192. [61] Bkz. Tirmizî, Cenâiz, 32/1017; İbn-i Mâce, Zühd, 16; Nesâî, Cuma, 31; Hâkim, I, 129/205; II, 506/3734; IV, 132/7128; Heysemî, IX, 20. [62] Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 33/2470. [63] Yûsuf, 92. [64] Vâkıdî, III, 352; Ali el-Müttakî, Kenz, no: 30173. [65] Buhârî, Meğâzî, 23; Müslim, Akdıye, 9. [66] Nesâî, Cihâd, 6; Ahmed, III, 429; Süyûtî, I, 125. [67] İbn-i Mâce, Nikâh, 51. [68] Bkz. en-Nisâ, 19. [69] Bu vesîleyle burada hanımlara dâir bâzı meselelere temas etmek istiyoruz: 1. Birden Fazla Evlilik: Çok evliliği İslâm başlatmamış, bu hususta mevcut olan bir düzeni, belli sınırlamalara tâbî tutarak hukûkîleştirmiştir. İslâm’dan evvel, evlilikte bir sayı tahdîdi yoktu. İslâm bunu en fazla “dört” ile sınırlandırmıştır. Diğer bir husus da, birden fazla evlilik, bütün mü’minler için bir “emir” değil, bâzı mücbir sebepler karşısında tanınmış bir “izin”dir. Bu, savaş, hastalık, sakatlık, uzun ayrılıklar, himâye vb. birçok sebep neticesinde âilelerin parçalanmaması, kadınların sahipsiz ve hâmîsiz kalmaması için tatbik edilir. Böylece bir âilenin yıkılmasından doğacak maddî-mânevî zararlar asgarîye indirilir. Aynı zamanda zarûret karşısındaki bâzı insanlar, gayr-i hukûkî durumlara düşmekten kurtarılmış olur. Birden fazla evlenen erkeklere de hanımları arasında “adâleti temin etme” vazifesi yüklenmiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Eğer, velîsi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz; şâyet aralarında adâletsizlik yapmaktan korkarsanız bir tane ile yetinin… Adâletten ayrılmamak için bu daha elverişlidir.” (en-Nisâ, 3) “Ne kadar uğraşsanız kadınlarınız arasında adâletli davranamazsınız. Hiç olmazsa bir tarafa büsbütün meyletmeyin ki ötekini askıdaymış gibi bırakmayasınız. Davranışlarınızı düzeltir ve haksızlıktan sakınırsanız (takvâ sahibi olursanız) bilin ki Allah şüphesiz çok mağfiret eder ve çok merhamet eder.” (en-Nisâ, 129) 2. Peygamber Efendimiz’in Birden Fazla Evlenmesi: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in evlilikleri hiçbir zaman nefsânî sebeplerle olmamıştır. O, yirmi beş yaşında iken, kendisinden on beş yaş büyük olan Hazret-i Hatice’nin teklifini kabul ederek onunla evlenmiştir. Mekke’nin bütün eşrâfı Hazret-i Hatîce’ye tâlip idi. O ise ahlâk ve şahsiyetine hayrân olduğu Peygamber Efendimiz’le evlenmek istiyordu. Peygamber Efendimiz de Hazret-i Hatîce’yi mâlî ve nefsânî sebeplerle değil, yüksek fazileti sebebiyle kabûl etti. Çok evliliğin yaygın olduğu bir toplumda elli küsür yaşlarına kadar tek hanımla evliliğin saâdetini temsil etti. Ancak, hayatının sonlarına doğru birden fazla evlenmesini îcâb ettiren bâzı sebep ve hikmetler zuhûr etti. [70] Buhârî, Enbiyâ 3, 9, Tefsîr, 17/5; Müslim, Îmân 302, 327, 328; Tirmizî, Kıyâmet 10. [71] Efendimiz’in bir kısım mûcizeleri için şu eserlere bakılabilir: Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, Beyrut 1985; Ebû Nuaym, Delâilü’n-Nübüvve, Halep 1970-1972; Süyûtî, el-Hasâisü’l-Kübrâ, İstanbul 2003. [72] Bu hususta tafsîlât için bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Asr-ı Saâdet Toplumu, İstanbul 2010; Rahmet Esintileri, s. 359-370. [73] Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305. [74] Râfiî, İ‘câzu’l-Kur’ân, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut 1990, 158-159. [75] Bkz. Tirmizî, Deavât, 118/3578; İbn-i Mâce, İkâme, 189; Nesâî, Kübrâ, VI, 169; Ahmed, IV, 138; Hâkim, I, 707-708; Beyhakî, Delâil, V, 464; Heysemî, II, 279. [76] el-Kamer, 1-3; Buhârî, Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 38, Tefsîr 54/1; Müslim, Münâfıkîn, 43, 47, 48; Tirmizî, Tefsîr, 54/3286; Ahmed, I, 377, 413. [77] Zekâî Konrapa, Peygamberimiz, İstanbul 1987, s. 110. [78] Bkz. İbn-i Hişâm, II, 306-309; Vâkıdî, I, 125-128; İbn-i Sa‘d, IV, 199-201; Heysemî, VIII, 284-286. [79] Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3563. [80] Peygamber Efendimiz’in hayatı, ahlâkı ve mûcizeleri husûsunda tafsîlât için bkz: Osman Nûri Topbaş, The Prophet Muhammed Mustafa I-II vs. [81] en-Neml, 87; ez-Zümer, 68; el-Hâkka, 14-16. [82] Bkz. el-Hac, 1-2; el-Meâric, 8-14; el-Kıyâme, 6-12; et-Tekvir, 1-13; el-İnfitâr, 1-5. Kıyâmetin meydana gelmesindeki azametle ilgili ayrıca bkz. İbrâhîm, 48; Tâhâ, 105-107; el-Kamer, 7-8; el-Hâkka, 14-16; el-Müzzemmil, 14; el-Mürselât, 8-11; Abese, 34-42; el-İnşikàk, 1-5; el-Kària, 1-5. [83] Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663. [84] en-Nahl, 77. [85] ez-Zâriyât, 50. [86] Prof. Dr. M. S. Ramazan el-Bûtî, Kübra’l-Yakîniyyâti’l-Kevniyye, s. 180. [87] Küçük alâmetler için bkz. Buhârî, Hudûd 20, Fiten 25; Müslim, Îmân 1; Fiten 18, 55; Tirmizî, Fiten 34, 37, 39. [88] Büyük alâmetler için bkz. Âl-i İmrân, 55; en-Nisâ, 157-159; el-En‘âm, 158; el-Kehf, 93-99; el-Enbiyâ, 96-97; en-Neml, 82; ez-Zuhruf, 61; ed-Duhân, 10-13. Buhârî, Büyû 102, Enbiyâ 49, Fiten 24, 25, 27; Müslim, Îmân 247, Fiten 23, 42, 100-103, 118; Tirmizî, Tefsîr, 27; İbn-i Mâce, Fiten, 31. [89] Tirmizî, Kıyâmet, 1/2417. [90] el-En’âm, 59. [91] Bkz. el-Kehf, 60-82; Buhârî, Tefsîr, 18/2-4. [92] Buhârî, Salât, 1. [93] Bkz. Buhârî, Rikâk, 38.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslam, Erkam Yayınları