Merak Edilen Veya Bilinmeyen Görüşleriyle Bediüzzaman Said-i Nursi -1
Merak Edilen Veya Bilinmeyen Görüşleriyle Bediüzzaman Said-i Nursi -1
Muhammed Şakir / doğruhaber
Düştükten sonra İslamî halkların uyanış, şuurlanış, ıslah oluş ve en nihayetinde silkiniş ve yeniden ayağa kalkış ameliyesinde şehidlerin rolü ne kadar faal ve harekete geçirici ise benzer şekilde şehidlere şehadet ve feda aşkını telkin ve teşvik eden, feda olmaya giden yolun akidevi, fikri ve ameli alt yapısını hazırlayan veya örnek yaşantılarıyla buna vesile olan büyük âlim ve rehberlerin rolü de en az o kadar etkindir. Hususen, şehidler gibi bir hayat yaşayan âlimlerin...
İşte biz gaflet perdesi altında ölüm uykusuna yatmış yığınları uyandıran, adeta onlara ruh veren, eylem ve eserleriyle onları gayrete getirip ayağa kaldıran ve tam bir ümitle onları yeniden fıtrata döndüren bu hidayet rehberlerini tanımalıyız. Mesela Cemaleddin Afgani ve arkadaşlarını tanımalıyız. İmam Hasan el-Benna’yı, Seyyid Kutub ve eserlerini tanımalıyız. İmam Humeyni ve inkılabını, Malcom X ve çıkışını, Mevdudi ve tecdidini tanımalıyız. Şeyh Said ve kıyamını... Atıf Hoca’yı, Esad Efendi’yi, Süleyman Hilmi Efendi’yi ve daha nice âlim ve rehberleri... Halklarına İslam’ın parlak güneşini gösteren ve onları oraya yönlendirip davet eden bu azizleri tanımalıyız...
Bunlardan biri de Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi’dir.
Vefatının üzerinden yarım asrı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen dünkü gibi hâlâ gündemimizdedir. İnsanlarımız onu iyi bilirler, çocukları kadar onun ‘Said’ ve ‘Bediüzzaman’ ismine aşinadırlar. Fakat onu, davasını ve eserlerini ne kadar tanıyoruz, düşünce ve görüşlerini ne kadar biliyoruz, fikirlerine ne kadar aşinayız? Bu ayrı bir mesele...
Uzatmadan vefatının 54. yıl dönümü münasebetiyle Üstad Bediüzzaman’ı konuşmak istiyoruz. Hayat ve mücadelesinden ziyade, eserleri ve bazı konulara ilişkin düşünce ve görüşleri üzerinde durmak istiyoruz. Ama isterseniz önce “Üstad Bediüzzaman kimdir?” diyerek özetle de olsa ona bir bakalım:
BEDİÜZZAMAN SAİD-İ NURSİ KİMDİR?
1876/1877 tarihinde Bitlis’in Hizan İlçesi’ne bağlı Nurs Köyü’nde dünyaya gelen Üstad, mücadele ile dolu geçen seksen küsur senelik bir ömrün ardından 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da hakkın rahmetine kavuştu.
Düzenli okumadı. Tahsilinin son ve en istikrarlı kısmını Doğubayazıt’ta Şeyh Mehmed Celali Medresesi’nde üç ay kadar yapıp icazetini Şeyh Celâli’den alır. Sonra Bitlis’te iki sene kadar kendi kendine kelâm, hadis, tefsir, sarf, nahiv ve mantık gibi ilimlere dair çeşitli kitapları mütalaa eder.
20 yaşına geldiğinde kelâm ilminin asrın problemlerini çözmede yetersiz kaldığını fark eder. Ayrıca medrese müfredatının zayıflığını görür. Aldığı ilimlere ek olarak tarih, coğrafya, matematik, fizik, kimya, astronomi ve felsefe gibi ilimleri de okur. Ardından ilmi ve dini ders usullerini birleştirip kendine has ve zamanın ruhuna uygun bir ders metodunu ortaya koyar. Zekâsı, hafızası ve daha küçük yaşlardayken yaptığı bu yoğun çalışmalar nedeniyle kendisine ‘Bediüzzaman’ lakabı verilir.
Genç yaşta içtimai meselelerle ilgilenir. Kürdleri geri bırakan hastalıkları teşhis eder: cehalet, fakirlik ve ihtilaf... Bunun dermanı olarak da marifet, sanat ve ittifak üçlüsünü önerir. Bu saikle, Kürdistan’da ‘Medresetüz-Zehra’ Üniversitesi’ni kurmak için 1907 yılında İstanbul’a gelir. Fakat İstanbul onu dehşete düşürür. Çünkü Kürtleri geri bırakan üç hastalığın aslında ümmeti geri bırakan nedenlerin ta kendisi olduğunu görür. Büyük bir heyecan ve telaşla hastalığın iyileşmesine çalışırken kendisini zindanda, tımarhanede ve daha sonra da Divan-ı Harp’te bulur.
Bediüzzaman, Kürdistan’ı dolaştıktan sonra 1911’de Şam’a geçer. Emevi Camii’nde sonradan kitaplaşan ve ‘Hutbe-i Şâmiye’ adıyla tab’ edilen meşhur hutbesini okur. Oradan İstanbul’a, sonra Balkanlara ve ardından medresesinin temelini atmak üzere Van’a döner. Bu sıralarda İçtimai Reçeteler ve Muhekamat isminde iki kitabını daha tab’ eder. Medresesinin temelini atar, ancak 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ile öylece kalır.
Savaş yıllarında Doğu Anadolu savunmasında gönüllü alay komutanı olarak aktif rol oynayan Üstad, bir yandan milisleri komuta ederken bir yandan da İşaratü’l İ’caz tefsirini kaleme aldırır. 1916’da yaralı olarak Ruslara esir düşer ve Sibirya’ya sürülür, iki buçuk yıllık esaretten sonra 25 Haziran 1918’de firar ederek Almanya üzerinden istanbul’a döner.
İstanbul’dayken Kurtuluş Savaşı dolayısıyla M. Kemal tarafından Ankara’ya davet edilir. Ülke yönetimi konusunda M. Kemal ve ekibiyle görüş ayrılığına düşer ve Van’a geçer. Üstad İslami esaslara dayalı bir yönetim ister.
1925’te meydana gelen Şeyh Said kıyamına karıştığı iddiasıyla aynı yılın Şubat ayında tutuklanıp İstanbul’a getirilir. Sorgusunun ardından Burdur’a, daha sonra da sekiz buçuk yıl kalacağı İsparta’nın Barla Nahiyesi’ne sürülür. Böylece, Üstad için ömrünün kalan 35 yılına damgasını vuran sürgün dönemi başlamış olur. Bu aynı zamanda 1926’da sürgünde başlayan ve 1949 yılına kadar devam eden Nur Risaleleri’nin telif edildiği dönemdir.
Cumhuriyeti kuran kadrolarının eliyle İslam’a ve imana karşı sinsi ve planlı bir savaş başlatılır. Halkın imanına yönelik saldırılar alenen yapılır. Âlimlerin bir kısmı idam edilir, bir kısmı susturulur, bir kısmı ise ülkeyi terk etmek mecburiyetinde bırakılır. Kısacası halk, imamsız, âlimsiz ve rehbersiz kalır.
‘Anilik’ ve ‘acelecilik’ten uzak tedrici bir metoda inanan Üstad, bulunduğu köyde gizlice yazıp dağıttığı risalelerle halkı planlı, tedrici ve fıtri gelişme kanununa riayet eden içtimai bir değişikliğe davet eder. Temelden başlayıp zirveye doğru yükselmeyi hedef alır. Takip ettiği metodun sağlamlığı sadedinde şunları der: “Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvafık hareket etmezse hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi, şer ve tahrip hesabına geçer.”
Üstad’ın Barla’da başlattığı İslâmî dâvet, büyük bir sabır ve metanet neticesinde memleketin dört bir yanında duyulur ve insanlar bu davete ilgi gösterip icabet ederler. Birkaç sene içinde risaleler etrafında büyük bir cemaat meydana gelir. Derken bu şuurlu iman daveti zalim idarecilerin dikkatini çeker ve Üstad için zindan ve yeni sürgünler devri başlar.
Önce, Eskişehir zindanına konulur. Cezasını tamamladıktan sonra Kastamonu’ya zorunlu sürgüne gönderilir. Buradan Denizli zindanı süreci başlar. Denizli zindanından sonra yine zorunlu olarak Emirdağı’na sürgün edilir. Buradan ise Afyon zindanı süreci başlar. Afyon zindanı sürecinden sonra tekrar zorunlu olarak Emirdağı’nda sürgün tutulur. Bu zindan ve sürgünler hayatının sonuna kadar devam eder. Ama asla pes etmez.
O iman davası yolunda çektiği sıkıntıları şöyle anlatır:
“Beni nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim ezâ kalmadı. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm. Bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım.
Memleket zindanlarında aylarca ihtilât(insanlarla görüşmek)’tan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said toprak altında çürümüş gitmişti.” (Eşref Edip, Said Nursi ve Nurculuk)
Sürgün ve zindanlarda 19 defa zehirlenen ve akıllara durgunluk verecek baskılara maruz kalan Üstad Bediüzzaman, 18 Mart 1960’tan itibaren başlayan ateşli bir hastalığa yakalanır. Bu şiddetli hastalık esnasında talebelerine Urfa’ya gitme arzusunda olduğunu söyler ve bu arzusu yerine getirilir. Hareketli bir yolculuğun ardından Urfa’ya varan Üstad, 23 Mart 1960 günü Urfa’da bir otel odasında ebediyete intikal eder ve binlerin katıldığı bir merasimle naaşı Halil İbrahim dergâhına defnedilir. Ancak askeri yönetim, 12 Temmuz 1960 akşamı mezarını açarak Bediüzzamanın naaşını bir uçakla bilinmeyen bir yere nakleder.
ESERLERİ: RİSALE-İ NUR
Bediüzzamanın “Risale-i Nur Külliyatı” adı altında toplanmış olan eserleri, “Eski Said” ve “Yeni Said” dönemi eserleri şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlardan “Yeni Said” dönemine ait olan eserlere ‘Risale-i Nur’ ismi verilmiştir. Üstad bu ismin sebebini şöyle açıklar:
“Otuzüç adet sözlerin, otuzüç adet mektubatın mecmuuna Risaletü’n-Nur namı verilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda “Nur” kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle: Karyem (köyüm) Nurs’tur. Merhum Validemin ismi Nuriye’dir. Nakşi Üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadiri Üstadım, Nureddin. Kur’an üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alakadar Nur isimli bulunanlardır. Kitaplarımı en ziyade izah ve tenvir eden Nur misalidir. Kur’an-ı Hakimde en evvel aklıma, kalbime parlayan ve fikrimi meşgul eden (Nur) ayetidir. Hem Hakaik-i İlahiyede müşkilatımın ekserisini halleden Esma’ül Hüsna’dan Nur ism-i nuranisidir. Hem Kur’an’a şiddet-i şevk ve inhisar-ı hizmetim için hususi üstadım Zinnureyn’dir.” (Badıllı, Tarihçe-i Hayat)
RİSALE-İ NUR KUR’AN’IN HAKİKİ BİR TEFSİRİDİR
Üstad, tefsirleri genel olarak lafzı ve manevi diye ikiye ayırarak Risale-i Nur’u ikinci kısımda sayar: “Risale-i Nur; Kur’an’ın çok kuvvetli, hakiki bir tefsiridir. Tekrar ile dediğimden, bazı dikkatsizler tam manasını bilemediğinden bir hakikati beyan etmeye ihtar aldım. O hakikat şudur: Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malum tefsirlerdir ki Kur’an’ın ibaresini, kelime ve cümlelerinin manalarını beyan ve izah ve ispat ederler. İkinci kısım tefsir ise Kur’an’ın imani olan hakikatlarını, kuvvetli hüccetlerle beyan ve ispat ve izah etmektir. Bu kısmın pek çok ehemmiyeti var. Zahir malum tefsirler, bu kısmı bazen mücmel bir tarzda dercediyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, emsalsiz bir tarzda muannid feylesofları susturan bir manevi tefsirdir.” (Şualar)