• DOLAR 34.658
  • EURO 36.356
  • ALTIN 2930.707
  • ...
Hasan Nasrallah: "Filistin'in her bir karış toprağı işgalden kurtarılmalıdır"
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Nasrallah, İran İslam Cumhuriyeti Rehberi Ayetullah Ali Hamaney'in resmi internet sitesi "Khamenei.ir"e bir röportaj verdi. İlk kez yayımlanan bu röportajda Nasrallah, başta Lübnan olmak üzere İslam coğrafyasında yaşanan son gelişmeler hakkında önemli açıklamalarda bulundu.

İran İslam İnkılabı'nın zafere ulaşmasının ardından hem uluslararası hem de bölgesel çapta yeni denklem ve değişikliklerin olduğunu belirten Nasrallah, Mısır ile siyonist işgal rejimi arasında imzalanan Camp David Anlaşması'nın yıllar sonra İslam Coğrafyası'nda pek çok soruna kaynaklık teşkil ettiğini belirtti.

Siyonist işgal rejiminin, Lübnan'a yönelik saldırılarında Filistinlilerin varlığını ve gerçekleştirdikleri operasyonları gerekçe gösterdiğini belirten Nasrallah, Arap ülkelerindeki yöneticilerin yetersizliği ile o dönemde yaşanan umutsuzluk, çaresizlik ve hayal kırıklığının işgalcileri cesaretlendirdiğini fakat Hizbullah'ın buna son verdiğini ifade etti.

İran İslâm Cumhuriyeti Kurucu Rehberi Ayetullah Humeyni'nin, Filistin halkının desteklenmesi ve bölgedeki gasıp rejim israil'in ortadan kaldırılması gerektiğine inandığını belirten Nasrallah, İmam'ın "mücadelede yeni düsturlar" ortaya koyduğunu söyledi.

Siyonist rejimin, Lübnan'ı işgalinin hemen ardından ulema ve savaşçılardan oluşan İslami bir direniş grubunun oluşturulmaya karar verildiğini dile getiren Nasrallah, "Bu hareketin ismi daha sonra 'Hizbullah' olarak değişecekti." dedi.

Lübnan içerisindeki birlik ve beraberliği korumaya özel önem atfettiklerini belirten Nasrallah, iç politik meselelerden ziyade direniş ve cihada odaklandıklarını anlattı.

Madrid Konferansı adı altında siyonist işgal rejimi ile Suriye arasında yapılan "müzakere"lere de değinen Nasrallah, Oslo Mutabakatı'na karşı çıktıkları için Hizbullah, Hamas, İslami Cihad ve İran'a savaş açıldığını belirtti.

Filistinlilerin hak ve çıkarları için yapıldığı öne sürülen tüm anlaşmaların aslında siyonist işgal rejimine yaradığını ifade eden Nasrallah, Sadece Hizbullah ve İran'ın değil, içerideki ve dışarıdaki tüm Filistinlilerin de Yüzyılın Anlaşması'nı reddettiklerini dile getirdi.

ABD'nin Irak'tan çekildiğini, Lübnan ve Suriye'de başarısız olduğunu belirten Nasrallah, "Bölgeyle ilgili planları suya düştü. 2011'den sonra da planları başarısızlığa uğramayı sürdürüyor." dedi.

Arap Baharı'nın halk hareketi olduğunu, başarısızlığa uğramasının ise "liderlik sorunu"ndan kaynaklandığını belirten Nasrallah, "Aralarında birlik olmayan çok sayıda lider ve parti vardı. Anlaşmazlıklar yaşıyorlardı. Birbirleriyle müzakere etmek istedikleri zaman anlaşmazlıklar gün yüzüne çıkıyordu. Bu durum halkları da etkiledi ve halklar bölündü." şeklinde konuştu.

Suriye'de meydana gelen hadiselerin ise 'Arap Baharı' ya da 'İslami Uyanış' ile bir ilgisinin olmadığını söyleyen Nasrallah, bazı ABD'li yetkililerin, Suriyeli muhaliflerin Suriye'ye hâkim olmalarının ardından Hizbullah'tan kurtulmak için Lübnan'a gireceklerini söylediklerini, Suriye'nin ardından Irak ve İran'ın da hedefte olduğunu vurguladı.

Suriye hükümeti, İran ve Hizbullah'ın, Suriye muhalefetiyle sayısız kez temas kurduğunu ve onları siyasi bir çözüme ulaşmak için müzakereye davet ettiğini belirten Nasrallah, onların hedefinin Suriye'de demokrasi ya da reform yapmak olmadığını söyledi.

Aralarında Türkiye'nin de olduğu bütün ülkelerin Suriye rejiminin iki ay içerisinde yıkılacağına inandıklarını belirten Nasrallah, gelinen noktada beklentilerin boşa çıktığını aktardı.

2011 yılından bu yana bölgede Şiiler ve Sünniler arasında fitne ve ayrılık yaratmayı hedefleyen ABD ve Suud projesinin varlığını dile getiren Nasrallah, bu konuda tüm Müslümanları dikkatli olmaya çağırdı.

Müslümanlar arasında vahdet ve İslami mezheplerin birbirlerine yakınlaştırılması politikasının bütün Müslümanların izlemesi gereken İslami bir tutum olduğunu söyleyen Nasrallah, "Ayetullah Humeyni'nin Müslümanlar arasında İslami vahdet, dayanışma ve İslami mezheplerin birbirlerine yakınlaştırılması politikasının bu anlamda çok önemli olduğunu" vurguladı.

Bugün çok sayıda Arap ve İslam ülkesinin, çok sayıda insan, parti, hareket, alim ve hükümetin, Suudi rejiminin tavrından tiksindiğini belirten Nasrallah, "Suudilerin, Filistin sorunu ve özellikle sözde Yüzyılın Anlaşması karşısındaki duruşları da buna etki etmiştir. Suudi Arabistan'ın Trump karşısındaki zilleti, onursuzluğu ve rezilliği, Suudi yöneticilerin onur ve iktidarının altını oymaktadır." dedi.

Hizbullah'ın Lübnan'ı korumak gibi bir görevinin olduğunu belirten Nasrallah, bunun yanında bir halk hareketi oldukları için halka yönelik birçok faaliyet gerçekleştirdiklerini anlattı.

"Camp David Anlaşması'nın bölge üzerinde tehlikeli sonuçları oldu"

Sözlerine "Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla" başlayan Nasrallah, "Eğer geçmişe gider ve gelişmeleri gözlersek İran'daki İslam İnkılabı'ndan çok kısa bir süre önce bölgede çok önemli bir gelişmenin yaşandığını göreceğiz. Bu olay Mısır Arap Cumhuriyeti'nin Camp David Anlaşması'nı imzalayarak Arap-israil çatışmasından çekilmesidir. Mısır'ın sözü edilen çatışmadaki önemli ve etkili rolü sebebiyle bu olayın Arap-israil çatışması, Filistin sorunu ve Filistin'in geleceği üzerinde olduğu kadar, bölge üzerinde de çok tehlikeli sonuçları oldu. Bu olayın ardından ilk önce, çatışmanın büyük ölçüde israil'in lehine sürdüğü görüldü. Bunun sebebi o dönem diğer Arap ülkeleri ile Filistinli direniş gruplarının Mısır'ın yardımı olmaksızın büyük güçlere karşı duracak güçlerinin olmamasıydı. Yani olayın ilk etkisi Arap ülkeleri arasında derin bir ayrılığa yol açması oldu. İkinci olarak, o dönemi hatırlarsanız SSCB'ye karşı ABD önderliğinde bir Batı bloğu vardı. Buna göre bölgemizde de bir bölünme mevcuttu. Sovyetler Birliği'nin yani Doğu bloğunun yanında duran ülkeler ile ABD'ye yani Batı bloğuna bağlı ülkeler. Bunun sonucunda bölgedeki Arap ülkeleri arasında derin bir bölünme görülüyordu ve bu ayrılığın bölge halkları için yıkıcı sonuçları ve tabii ki aynı zamanda Arap-israil çatışması üzerinde etkileri oldu. O dönem Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki Soğuk Savaş bölgemizi ve gelişmeleri temelden etkiledi." dedi.

"Siyonist rejim İslam İnkılabı'ndan hemen önce Lübnan'a istediği gibi saldırıyordu"

İran İslam İnkılabının öncesinde Lübnan'ın da bölgedeki gelişmelerden ciddi bir şekilde etkilendiğini belirten Nasrallah, "Lübnan'ın da bu bölgenin bir parçası olarak israilin eylemleri, Arap-israil çatışması ve bölgedeki bölünmeler gibi gelişmelerden ciddi biçimde etkilendiği söylenmelidir. O dönem Lübnan iç sorunlarla karşı karşıyaydı ve bir iç savaş yaşanıyordu. Düşman israil 1978 yılında yani İslam İnkılabı'ndan bir yıl önce güney Lübnan'ın bazı bölgelerini işgal etmiş ve Lübnan-Filistin sınırında 'sınır şeridi' adını verdikleri bir güvenli bölge oluşturmuştu. Düşman israil bu güvenli bölge sayesinde Lübnan'a, şehirlerine, köylerine ve halkına her gün saldırmaya devam etti. Gerçekten ciddi bir problemle karşı karşıyaydık; Güney Lübnan'da israil işgali ve onun her gün gerçekleştirdiği saldırılar. israil savaş uçakları ve topçuları güney Lübnan'ı bombaladı, siyonist rejim adam kaçırma ve bombalama eylemlerini en kötü biçimde sürdürdü ve bu acımasız olayların ardından insanlar evlerini terk etti. Bu olaylar İslam İnkılabı'ndan hemen önce yani 1977 ile 1979 yılları arasında yaşandı." ifadelerini kullandı.

"Arap ülkelerindeki yöneticiler yetersizdi"

Siyonist işgal rejiminin Lübnan'a yönelik saldırılarında Filistinlilerin varlığını ve gerçekleştirdikleri operasyonları gerekçe gösterdiğini belirten Nasrallah, "Ancak bu sadece bir bahaneydi zira israil güney Lübnan'da henüz Filistinliler mevcut değilken yani 1948 yılında Lübnan'ın güneyine saldırmaya başlamıştı. Filistinliler 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında yani özellikle Ürdün'deki olayların ardından ve Ürdün'den Lübnan'a Filistinli grupların gitmesi ile güney Lübnan'ı direniş üssü haline getirdiler. İran'daki İslam devrimi işte bu şartlarda zafere ulaştı. Bu zafer Arap ve Müslüman dünyada bir umutsuzluk atmosferinin baskın ve gelecek kaygısının etkili olduğu bir dönemde geldi. Mısır'ın Arap-israil anlaşmazlığından çekilmesi ve Camp David anlaşmasını imzalaması, Filistinlilere aşağılayıcı bir siyasi sürecin dayatılması, diğer yandan Arap ülkelerindeki yöneticilerin yetersizliği o dönemde umutsuzluk, keder, çaresizlik, hayal kırıklığı ve gelecek kaygısını güçlendiren faktörler olmuştur. Bu yüzden böyle bir ortamda İran'da gerçekleşen İslam İnkılabı, Filistin ve Lübnan halkı başta olmak üzere bölgenin ve halkların kaybettikleri umutları yeniden canlandırmıştır." şeklinde konuştu.

"İmam Humeyni israilin ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyordu"

İran İslâm Cumhuriyeti Kurucu Rehberi Ayetullah İmam Humeyni'nin Filistin halkının desteklenmesi ve bölgedeki gasıp rejim israilin ortadan kaldırılması gerektiğine inandığını belirten Nasrallah, "İslam İnkılabı'nın bu zaferi israilin varlığı ile köşeye itilmiş bir ulusun umutlarını da yeniden canlandırdı. İmam Humeyni'nin siyonist proje ve Filistin'in özgürleştirilmesi karşısındaki pozisyonu başından beri açıktı. Filistinli direniş gruplarıyla omuz omuza duruyordu. İmam Humeyni, Filistin halkının desteklenmesi, her bir karış toprağın kurtulması ve bölgedeki gasıp rejim israilin ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden İslam İnkılabı'nın zaferi gelecek için giderek çoğalan bir umut yarattı ve bölgedeki direniş grupları kadar direnişi destekleyenlerin de moral ve motivasyonlarını artırdı."

"İmam, mücadelede yeni düsturlar ortaya koydu"

"İslam İnkılabı'nın zaferi aynı zamanda bölgede bir güç dengesi yarattı." diyen Nasrallah "Mısır, israil ile savaşmaktan kaçmıştı ancak İran İslam Cumhuriyeti devreye girdi. Böylece Arap-israil çatışmasında güç dengesi yeniden tesis edildi ve bu yüzden bölgedeki direniş yeni bir tarihsel aşamaya girdi. Bu Şiiler ve Sünniler arasında aynı şekilde Arap ve Müslüman dünyadaki İslami hareket ve cihadın başlangıç noktasıydı. İmam Humeyni, Filistin sorunu, İslami vahdet, direniş, ABD ile karşılaşmak ve onunla mücadele etmek, istikrar ve süreklilik, milletlerin kendilerine ve Allah'a güvenmesi, kibirli güçlere karşı savaşırken kendi gücüne inanmak ve zafere ulaşmak gibi çeşitli konularda bazı düsturlar ortaya koydu. Bu düsturlar şüphesiz bölgenin o zamanki durumuna çok olumlu ve doğrudan bir etki yapmıştı." diye belirtti.

"Siyonist işgal rejimi 1982 yılında Lübnan'a girdi"

Siyonist işgal rejiminin 1982 yılında, İran ile Irak arasındaki savaşın sürdüğü bir sırada ABD, Fransız, İngiliz ve İtalyanların desteğiyle Lübnan'a girdiğini belirten Nasrallah, Lübnan'ın yüzölçümünün yüzde 40'ının o süreçte işgal edildiğini belirtti.

Nasrallah, "İsrailliler İran ile Irak arasındaki savaştan ya da Saddam'ın İran'a dayattığı savaştan, Saddam'ın kaybedebileceği endişesiyle derin bir kaygı duyuyorlardı.  İşte bu yüzden Hürremşehr'in 1982 yılında İran tarafından kurtarılmasının ardından israil, Lübnan'a saldırmaya karar verdi. Tabii ki bu eylemin kendi sebepleri ve İran cephesindeki zaferler ile israilin Lübnan'a saldırması arasında derin bir ilişki vardı. israil Lübnan, Bekaa Bölgesi, Cebeli Lübnan ili ve Beyrut'un banliyölerine bu şekilde girdi. israil, Lübnan'ın tamamını değil ama yarıya yakınını, yani Lübnan'ın yüzölçümünün yüzde 40'ını işgal etti. 100 bin israil askeri Lübnan'a girdi. Barışı koruma bahanesiyle Amerikan, Fransız, İngiliz ve İtalyan çokuluslu güçlerini de yanlarında getirdiler. Aynı zamanda israilliler ile birlikte çalışan ve onlarla işbirliği yapan Lübnanlı milisler de vardı. Bu gerçeklere işaret ederek o zaman durumun ne kadar kötü olduğunu göstermek istiyorum." dedi.

"Hizbullah'ın temeli o dönemde atıldı"

"O dönemde, israil işgalinin hemen ardından ulema ve savaşçılardan oluşan İslami bir direniş grubunun oluşturulmaya karar verildiğini" belirten Nasrallah, "Bu hareketin ismi daha sonra 'Hizbullah' olarak değişecekti. Bu cephenin teşkil edilmesi ile İmam Humeyni'nin Suriye ve Lübnan'a İslam Devrimi Muhafız Birlikleri'ni göndererek israil saldırılarına karşı durup savaşma kararı, aynı zamana rastladı. İslam Devrimi Muhafız Birlikleri'nin başlangıçtaki amacı Lübnan ve Filistin direniş grupları ve Suriye güçlerinin yanında savaşmaktı. Ancak bir süre sonra israil saldırılarının boyutları sınırlandı ve artık ortada klasik bir savaş yoktu. Ve halk güçlerinin direniş operasyonlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissediliyordu. İşte o zaman İmam Humeyni, Suriye ve Lübnan'daki Devrim Muhafızları ve İranlı güçlerin görevini doğrudan çatışmaya girmekten Lübnan'daki gençlere yardım ve askeri eğitim sağlamak olarak değiştirdi. Ki böylece Lübnanlı gençlerin kendileri işgalcilerle başa çıkabilsin ve direniş operasyonları gerçekleştirebilsin. İmam Humeyni'nin ilk pozisyonu buydu. Böylece Suriye ile Lübnan'ın Bekaa bölgesindeki (eğitim merkezlerinin bulunduğu Baalbek, Hermek ve Canta) İslam Devrimi Muhafız Birlikleri'nin görevi Lübnanlı gençlere askeri eğitim sağlamak olarak değişti. Lübnanlı gençlere savaş metotlarını öğretip lojistik destek sağladılar. O dönem Lübnan'daki İslam Devrimi Muhafız Birlikleri'nin sadece varlığı bile Lübnanlı gençlere ve direniş gruplarına bir moral ve ruh verdi." ifadelerini kullandı.

"Dokuz kişiden oluşan 'temsilciler heyeti' oluşturuldu"

İslami direniş grubunun oluşturulmaya karar verilmesinin ardından, dokuz kişiden oluşan bir 'temsilciler heyeti' belirlendiğini ifade eden Nasrallah, "Bu temsilcilerin arasında Şehid Abbas Musavi de vardı. O zamanlar 22 ya da 23 yaşlarında bir genç olduğum için doğal olarak bu dokuz kişinin arasında bulunmuyordum. Bu dokuz kişi, İran'a seyahat ederek İslam Cumhuriyeti'nin temsilcileri ile görüştü. İmam Humeyni ile de bir görüşme yaptı. İmam Humeyni ile görüşme sırasında Lübnan ve bölgedeki son gelişmeler hakkında bir rapor sunuldu ve İslami direniş cephesinin kurulması önerisinde bulundular. İmam Humeyni bunu kutlu bir yol olarak görüyordu ve böylece kardeşlerimizin onunla görüşmesi sırasında Lübnan'da 'Hizbullah'ın kutlu ismi altında İslami direniş cephesinin temel taşları döşenmiş oldu. Arkadaşlarımız İmam Humeyni'ye şunu söylediler; 'Sizin rehberliğinize, otoritenize ve liderliğinize inanıyoruz. Ne yapmamız gerektiğini söyleyin.' İmam Humeyni, onların görevinin, sınırlı imkânlara ve az bir sayıya sahip olsalar bile düşmana karşı tüm güçleriyle direnmek ve karşı durmak olduğunda ısrar etti. Hizbullah'ın o sırada üye sayısı azdı. İmam dedi ki 'Sıfırdan başlayın ve Yüce Allah'a dayanın. Dünyadaki başka insanların yardımını beklemeyin. Kendinize güvenin ve Allah'ın size yardım edeceğini bilin. Sizi muzaffer olarak görüyorum.' Kardeşlerimiz İmam'a ayrıca şunu da söyledi; 'Sizin rehberliğinize, otoritenize ve liderliğinize inanıyoruz. Ancak her halükarda siz çok meşgulsünüz ve ileri yaştasınız. Sizi sürekli olarak farklı konu ve problemlerle meşgul edemeyiz. Bu yüzden çeşitli konularda danışabileceğimiz bir temsilci atamanızı istiyoruz.' İmam da o dönem cumhurbaşkanı olan İmam Hamaney'i öne sürdü ve 'Hamaney Beyefendi benim temsilcimdir.' dedi. Hizbullah ile Ayetullah Hamaney arasındaki ilişki de böylece daha o dönemlerde başlamış oldu. Onunla farklı zamanlarda sürekli bağlantı halinde olduk, sık sık görüştük ve son gelişmeler hakkında rapor sunduk. O da daima direnişi övdü." şeklinde konuştu.

"İlk istişhadi eylem bizim kardeşlerimiz tarafından gerçekleştirildi"

Şehadet isteyen bazı Hizbullahilerin olduğunu ve ilk istişhadi eylem tecrübesinin de Lübnan'da bu Hizbullahiler tarafından gerçekleştirildiğini belirten Nasrallah, "Kardeşlerimiz istişhadi eylem gerçekleştirmek isteyen, Lübnan'da büyük bir şehadet eylemi gerçekleştirip işgalcileri derinden sarsan savaşçıların vasiyet videolarını henüz basında yayınlamadan önce İmam'a gönderdiler. Bu video İmam'a gösterildi, o da seyredip görüşlerini bildirdi. Vasiyetler çok güzeldi. Coşku, sufizm ve aşk doluydu. Vasiyetleri seyreden İmam Humeyni şöyle dedi; 'Bunlar genç ve yiğit insanlar. Hepsi çok gençler.' Sonra şöyle devam etti: 'Bunlar gerçek sufiler.' İmam bu vasiyetlerden gerçekten çok etkilenmişti. İmam Humeyni'nin direniş ve Lübnan Hizbullahı ile işbirliği, ona desteği ve ihtimamı, onun kutlu yaşamının en son gününe kadar devam etti." dedi.

"İmam, Lübnan direnişine özel önem veriyordu"

İmam Humeyni'nin vefatından bir ya da iki ay öncesinde kendisini ziyaret ettiğini belirten Nasrallah, "Çok hastaydı, yerli ziyaretçileri az, yabancı ziyaretçileri ise daha az kabul ediyordu. İran'a Hizbullah konseyinin bir üyesi ve idari yetkilisi olarak gittim. Ayetullah Hamaney, merhum Ayetullah Rafsancani ve diğer İranlı yetkililerle görüştüm. Ayrıca İmam Humeyni ile görüşme talebinde bulundum. Bana onun hasta olduğu ve kimseyle görüşmeyeceği söylendi. Denemelerini istedim, ellerinden geleni yapacaklarını söylediler. İmam Humeyni'nin hane halkından Şeyh Rahimiyan ki kendisi Lübnan'a özel önem veriyordu, meseleyi Ahmed Humeyni ile paylaştı. Ertesi gün bir toplantı için hazır olmam istendi. Doğal olarak hepimiz şaşırmıştık. İmam Humeyni'nin yanına gittim, başka kimse yoktu. Seyid Ahmed bile. Toplantılara çoğunlukla katılan Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ya da Devrim Muhafızları'ndan da kimse yoktu. Şeyh Rahimiyan İmam'ın odasına kadar bana eşlik etti ancak sonra beni İmam ile yalnız bıraktı. İmam Humeyni yüksek bir sandalyede bense yerde oturuyordum. İmam yaklaşmamı istedi. Ona yaklaştım ve yanına oturdum. Konuştuk ve yanımda getirdiğim bir mektubu ona verdim. O dönem Lübnan'da yaşanan gelişmelerle ilgili paylaştığım soruları cevapladı ve gülümseyerek şöyle dedi; 'Kardeşlerimize üzülmemelerini söyle. İran’daki kardeşlerim ve ben, sizin yanınızdayız. Daima sizin yanınızda olacağız.' Bu benim İmam Humeyni ile son görüşmem oldu." ifadelerini kullandı.

"Birbirinizle istişare edin ve doğru kararı verin"

Ayetullah Hamaney ile ilişkilerinin ilk anından itibaren kendisine "Komutan" şeklinde hitap ettiğini belirten Nasrallah, "Kardeşlerimin Hizbullah içinde her aşamada 7 ila 10 kişiden oluşan bir Hizbullah Konseyi oldu. Bu konseyin üyeleri, cumhurbaşkanlığı sırasında Komutan ile sürekli görüştüler. Komutan gerçekten de Lübnanlı gruplara değer vermiş ve onlara yeterli zaman ayırmıştır. Görüşmelerin 2, 3 hatta bazen 4 saat sürdüğünü hatırlıyorum. Söylediklerimizi dikkatle dinlerdi. Dostlarımız ve kardeşlerimiz ona ayrıntıları anlatırdı. Sizin de bildiğiniz gibi hepsi aynı görüşte değildi. Farklı düşünceleri vardı. Komutan tüm yorumları, düşünce ve görüşleri dinlerdi. Doğal olarak, Arapça dili ile ilgili bir problem de yoktu. Çünkü akıcı bir Arapça konuşurdu. Çok güzel Arapça konuşurdu. Yine de Arapça bilen bir mütercimin kendisine eşlik etmesini tercih ederdi. Genellikle Farsça konuşurdu ancak Lübnanlılar Arapça konuştuğu zaman tercümeye ihtiyaç duymazdı. Onun Arap dilindeki ustalığı Lübnanlı kardeşlerimizin dertlerini ve görüşlerini anlamasına büyük katkıda bulunmuştur. Komutan, kendi kararlarımızı verebilmemiz için sürekli bize yardım etmiştir. Her toplantıda ne zaman görüş belirtmek istese 'Benim tavsiyem şudur.' dediğini hatırlıyorum. Örneğin bir sonuca ulaşsa da bize 'Oturun, birbirinizle istişare edin ve doğru kararı verin.' derdi." diye belirtti.

"Başkalarının sizin adınıza karar vermesini beklemeyin"

Ayetullah Hamaney'in, Hizbullah liderleri ile komutanlarının entelektüel, ilmi ve zihinsel açıdan yetişmesi için kendilerine rehberlik ettiğini belirten Nasrallah, "Bu sayede kardeşlerimiz en zor durumlarda dahi kendilerinden emindi ve kendi yeteneklerine güvenerek karar verebiliyorlardı. Komutan herhangi bir konuda görüş belirtse de sürekli şu deyişi hatırlatıyordu; 'Bir ülkenin geleceğine sahipleri karar verir.' İmam şunu söylüyordu; 'Sizler Lübnanlısınız ve kendi meseleleriniz üzerindeki hâkimiyetiniz daha fazladır. Biz sadece sizin uygulayabileceğiniz birkaç yorum yaparız. Ancak nihai kararı verecek olan sizsiniz. Başkalarının sizin adınıza karar vermesini beklemeyin.' Yani Hizbullah'ın eğitimi, büyümesi ve hızla gelişmesinde Komutan'ın rolü oldukça önemli olmuştur." dedi.

"Bütün konuları etraflıca tartışıyorduk"

Direnişin ilk yıllarında İran'a yılda iki-üç kez gittiklerini belirten Nasrallah, "O dönem çok hızlı bölgesel gelişmeler yaşandığından, İranlı yetkililerin bu gelişmeler hakkındaki görüşlerini öğrenmek için yaklaşık altı ayda bir İran'a gidiyorlardı. Elbette o dönemde sekiz yıl boyunca İran'a dayatılan ve bölgesel etkileri olan bir savaş da vardı. Kardeşlerimizin İran ile düzenli bilgi değiş tokuşuna, danışmaya ve İran'dan destek almaya ihtiyaçları vardı. O dönemde kardeşlerimiz, acilen çözülmesi gereken bir sorunla karşılaşınca beni İran'a gönderiyordu. Diğerlerinden daha genç olduğum için bana sistematik bir koruma ya da benzeri bir şey verilmiyordu. Yalnızdım ve sadece bir çantam vardı. Yani ben çok fazla tanınan birisi olmadığım için İran ziyaretlerim çetrefilli değildi ve etrafımda güvenlik olmuyordu. Diğer yandan Hizbullah içindeki kardeşlerime kıyasla Farsçaya daha fazla aşina olduğum için İran'a göndermek için beni tercih ediyorlardı. Daha en başından itibaren İranlı kardeşlerim ile aramızda bir muhabbet ve yakınlık oluşmuştu. Hizbullah içindeki kardeşlerim bana şunu söylediler; 'Sen İranlıları seviyorsun, İranlılar da seni. Bunun için İran'a sen gitmelisin.' Lübnan'daki kardeşlerim adına Komutan ile bir ya da iki saat görüşüyordum. Bütün konular tartışıldıktan sonra ben gitmeye hazırlanırken bile 'Ne acelen var? Kal ve konuşmadığımız bir konu varsa konuşalım.' diyordu. Bu aşama Hizbullah için oldukça önemliydi zira Hizbullah temel konulara, temel yaklaşımlara ve temel hedeflere sahipti. Farklı görüşleri tek bir kitap altında bir araya getirmeyi sonunda başardık. Şimdi Hizbullah'ın içinde bir görüş birliği olduğunu söyleyebilirim. Yaşadığımız olaylar ve edindiğimiz tecrübeler ile yaşadığı dönemde İmam Humeyni'nin ve onun vefatından sonra Komutan'ın rehberliği, tavsiyeleri ve liderliği sayesinde farklı bakış açıları bir araya getirilip birleştirildi." ifadeleri kullanıldı.

"İmam Humeyni'nin irtihali Lübnanlılara üzüntü ve yas getirdi"

İmam Humeyni'nin Lübnan'da çok sevildiğini, bu nedenle vefatının Lübnanlılara dağ gibi üzüntü ve yas getirdiğini belirten Nasrallah, "Sizin de bildiğiniz gibi İmam Humeyni'nin, yaşamı boyunca Lübnan'daki Hizbullah üyeleri ve direnişi destekleyenlerle hem entelektüel hem de kültürel anlamda yakın ilişkileri vardı. Bununla birlikte Hizbullah üyeleri İmam Humeyni'ye duygusal ve tutkulu bir bağlılık taşıyordu. İran'a açılan savaşta Saddam'a karşı savaşan çok sayıda İranlı gibi onlar da gerçekten İmam Humeyni'yi seviyordu. Lübnan Hizbullahı'nın üyeleri onun bir imam, bir komutan, bir rehber, bir merci ve bir baba gibi seviyordu. Lübnanlıların birisini bu kadar sevdiğini görmemiştim. Sonuç olarak o dönem İmam Humeyni'nin irtihali Lübnanlılara dağ gibi bir üzüntü ve yas getirdi. Hissettikleri keder ve yas kesinlikle İranlılarınkinden az değildi. Bu, Lübnanlılar ile İmam Humeyni arasındaki duygusal ilişki idi." şeklinde konuştu.

"Batı medyası psikolojik savaş başlattı"

İmam Humeyni'nin vefatının ardından Batı medyasının psikolojik savaş başlattığını belirten Nasrallah, sözlerine şöyle devam etti:

İmam Humeyni'nin vefatının ardından ciddi bir kaygı vardı. Batı medyası sürekli olarak İmam Humeyni sonrası dönemi tartışıyordu ve esas sorunun bu adam olduğunu, ardından onun yerine ülkenin liderlik makamına geçecek birisinin olmadığını ve İran yönetiminin düşerek bir iç savaş çıkacağını iddia ediyorlardı. Bu bağlamda, İmam Humeyni'nin yaşamının son yılında ve özellikle rahmetli Ayetullah Muntezeri'nin vefatı gibi olayların ışığında, o dönem oldukça yoğun bir psikolojik savaş başlamıştı. Bu sebeple endişeler vardı. O zaman bize İran İslam İnkılabının İmam Humeyni'nin vefatıyla birlikte çöküp sona ereceği söyleniyordu. Psikolojik savaş bir yana, İmam Humeyni'nin vefatının ardından durumun ne olacağı hakkında bilgi eksikliğimiz vardı. Onun ardından ne olacağını bilmiyorduk. Nelerin yaşanacağını bilmiyorduk ve endişeliydik. İmam Humeyni'nin ölümünün ardından yaşananları televizyondan seyrediyorduk. Ancak İran'da halkın cenazeye muhteşem bir katılım göstermesini ve diğer yandan ulusal güvenlik ile sükûneti görünce güvenimiz ve iç huzurumuzu geri kazandık.

"Ayetullah Hamaney'in seçilmesi şaşırtıcı ve sıra dışıydı"

Yaşananların ardından İran'ın bir iç savaşa sürüklenmeyeceği ya da yıkılmayacağı, İranlıların eninde sonunda mantıklı ve samimi bir atmosferde uygun bir lider seçeceğini gördüklerini dile getiren Nasrallah, "Biz de İranlılar gibi Uzmanlar Meclisi'nin bu konudaki kararını bekliyorduk. Aslına bakılırsa Lübnanlılar, Ayetullah Hamaney'in Uzmanlar Meclisi tarafından İran İslam Cumhuriyeti'nin Komutan'ı seçilmesini beklemiyordu. Çünkü biz İran'daki figürleri çok iyi bilmiyorduk. Liderlik makamına geçebilecek daha iyi, daha ilim sahibi ve daha yeterli biri olup olmadığını bilmiyorduk. Biz sadece temas halinde olduğumuz İranlı yetkilileri tanıyorduk. Bu sorumluluğa Ayetullah Hamaney'in seçilmesi şaşırtıcı ve sıra dışıydı. Kendimizi mutlu, talihli ve emin hissetmiştik. Her halükarda bu aşamayı atlattık. İlişkilerimiz başladı ve sürdü." dedi.

"Direnişe özel bir önem veriyorum"

Kısa bir süre sonra İran'a giderek İmam Humeyni'nin vefatı dolayısıyla taziyelerini sunduklarını ve Komutan ile görüştüklerini ifade eden Nasrallah, "Komutan hâlâ Cumhurbaşkanlığı sarayındaydı ve halkı burada kabul ediyordu. Ona biatımızı şahsen ve doğrudan sunduk. Kardeşlerimiz ona şunları söyledi; 'İmam Humeyni'nin döneminde siz İran Cumhurbaşkanlığı'nın yanında onun Lübnan, Filistin ve bölge meseleleri için atadığı temsilcisiydiniz ve bize vakit ayıracak vaktiniz vardı. Ancak şimdi hem İslam Cumhuriyeti'nin hem de bütün Müslümanların liderisiniz ve bu yüzden belki de bize eskisi gibi yeterli vakit ayıramayacaksınız. Bu yüzden bize bir temsilci atamanızı istiyoruz ki sizi sürekli meşgul etmeyelim.' O anda Komutan tebessüm ederek şöyle söyledi: 'Ben hala gencim ve Allah'ın izniyle vaktim var. Bölge meseleleri ile direnişe özel bir önem veriyorum ve birbirimizle doğrudan temas halinde olmaya devam edeceğiz.' O zamandan beri Komutan, İmam Humeyni'den farklı olarak, bizim meselelerimiz için bir temsilci atamadı. Elbette biz de onu çok fazla meşgul etmek istemiyorduk ve ondan çok zaman ayırmasını talep etmedik. Özellikle ilk yıllar yani hareketin kurulduğu ilk yıllar o her şeye müdahildi. Sahip olduğumuz ilkeler, hedefler, temeller, kriterler ve rehberlik gibi konularda her soruna bir çözümü vardı. Bütün bunlar ilahi bir lütuftu. Rehberlik lütfu çok aşikârdı ve sürekli ona sormak zorunda kalmadık. Yani Komutan'ın söylediği gibi yapmaya devam ettik." ifadelerini kullandı.

"En önemli sorun Lübnan'daki iç problemlerdi"

Ayetullah Hamaney'in liderliği döneminde en önemli sorunun Lübnan'daki iç problemler olduğunu belirten Nasrallah, "Sizin de iyi bildiğiniz gibi o aşamada Hizbullah ile Emel hareketi arasında bazı sorunlar mevcuttu ve Komutan bu meseleye özel bir önem veriyordu. Böylece Ayetullah Hamaney'in liderliğinin ilk yıllarında yaşadığımız en önemli hadise Hizbullah ile Emel Hareketi arasındaki fikir ayrılığına çözüm bulunmasıydı. Bu kutlu çözüme Komutan'ın özel rehberliği ve tavsiyeleri yanında İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri, Hizbullah yönetimi, aralarında Lübnan Meclisinin mevcut başkanı Bay Nebih Berri'nin de bulunduğu Emel Hareketi yöneticileri ve Suriyeli yetkililerin görüşmeleriyle ulaşıldı. Sonuç olarak Lübnan'daki direniş grupları birleşti ve bu Komutan'ın birlik konusunu güçlü bir şekilde vurgulamasıyla başarıldı. Komutan, Lübnanlı gruplar arasında herhangi bir çatışma ve anlaşmazlığa karşıydı ve bunların arasında güçlü ilişkilere ve gerekli yöntemlerle aralarında barış yapılmasına sürekli vurgu yapıyordu. Bu çabaların meyve vermesi için yıllar geçti. Bir başka ifadeyle bu aşamayı geçmemiz 2-3 yılı buldu. Komutanın rehberliği sayesinde bugün Hizbullah ile Emel arasında tanık olduğumuz yakın ilişkilerin temeli stratejik değil, stratejik olmanın da ötesindedir. Hizbullah ile Emel Hareketi arasındaki problemlerin çözülmesi ve aralarındaki işbirliği sayesinde direnişi sürdürmeyi ve Lübnan ile Güney Lübnan'ı savunmaya muvaffak olabildik. 2000 yılında siyonist rejime karşı elde edilen başarı ve büyük zafer bu birliğin sonucunda gerçekleşti. Bu birlik siyonist rejime karşı 2006 yılında ve 33 gün savaşında bize tekrar yardım etti. Temmuz Savaşı'nda direndik ve düşmana bir mağlubiyet daha tattırdık. Bugün Lübnan'da ve bölgede siyasi zaferler elde edilmeye devam ediyor. Hizbullah'ın siyasi, milli ve askeri gücünün temel faktörlerinden birisi bu uyum, birlik ve dostane ilişkilerdir." şeklinde konuştu.

"İç politik meselelerden ziyade direniş ve cihada odaklandık"

Ülke içerisindeki birlik ve beraberliği korumaya özel önem atfettiklerini belirten Nasrallah, "Hatırlıyorum, o zaman Seyyid Abbas Musavi şehid olmuştu ve kardeşler genel sekreter olarak beni seçmişti. Sonra Komutan ile görüştük. Bazı konuları dile getirdi ve şöyle söyledi; 'Eğer İmam Mehdi'nin ve bütün müminlerin gönlünü hoş etmek istiyorsanız ülkenizdeki sükuneti korumak için çok çalışmalısınız. Özellikle Hizbullah, Emel, Allame Fadlallah ve Şeyh Şemseddin başta olmak üzere birbirinizle çalışmak zorundasınız.' O zamanlar hem Şeyh Fadlallah hem de Şeyh Şemseddin hayattaydı ve Komutan Lübnan içindeki birliğin güçlenmesine vurgu yapıyordu. O aynı zamanda hem Şiiler arasında hem de Şiiler, Sünniler ve diğer Müslümanlar arasında vahdetin sürdürülmesinin üzerinde duruyordu. O ayrıca Müslümanlar ve Hristiyanlar arasındaki birliğin gereğine de vurgu yapıyor ve toplantılarda bunun üzerinde duruyordu. Bu, onun desteklediği 'Tüm Lübnanlılar için açık kapı politikası' idi. Bu ikinci meseleydi. Ana sorun Hizbullah ile Emel ilişkisi ve Şiilerin iç durumuydu. Vurgulanan diğer bir önemli konu da Hizbullah'ın dini, siyasi ve ideolojik farklara rağmen diğer gruplara karşı izlediği açık kapı stratejisiydi. Bu önemli projenin gerçekleştirilmesi de onun erdemli liderliği sayesinde oldu. Direnişin sürmesi, iç çekişmelere karşı çıkma ve Güney Lübnan'ın kurtarılması kararlılığına vurgu yapılıyordu. Komutan'ın direnişe ve direnişin ilerlemesi meselesine odaklanmasının sebebi buydu. O, direnişin ilerlemesi, gelişmesi ve sonunda işgal edilmiş toprakları geri alması konusunda daima ısrarcıydı. Yani o, Direnişin yolunda ilerlemesini sabırla destekledi. Biliyorsunuz ki o zamanlar Hizbullah dışındaki bazı direniş gruplarının iç politik meselelerle haşir neşir olup direniş misyonundan tedricen uzaklaşması gibi bir problem vardı. Bu da direnişin Hizbullah ile Emel, özellikle de Hizbullah ile sınırlı kalmasına yol açtı. Hizbullah'ın içinde bile bazı kardeşlerimiz iç politik meselelerle ilgilenmeye eğilimliydi. Ancak Komutan her zaman önceliğin direniş misyonu ile Cihad görevine verilmesi gerektiğini vurguladı." dedi.

"Arap-siyonist işgal rejimi müzakereleri"

O dönem bölgede gerçekleşen en önemli olaylardan birisinin Arap-siyonist işgal rejimi müzakereleri olduğunu belirten Nasrallah, "Uzlaşma süreci, 'barış süreci' olarak adlandırıldı. Bu gidişat Arap-israil müzakereleri sonucunda şekillendi. 1993 yılında Bay Yaser Arafat ile İzak Rabin ve Şimon Peres tarafından temsil edilen israilliler arasında bir anlaşmaya varıldığını hatırlayalım. Bu anlaşma ABD gözetiminde yapılmıştı. Bu anlaşma daha sonra 'Oslo Mutabakatı' olarak adlandırıldı. Bu elbette tehlikeli bir konuydu ve Arap-israil çatışmasına olumsuz etkileri olmuştu. Tehlike şuydu ki anlaşmaya göre FKÖ israili tanıyordu ve böylece Enver Sedat'ın Mısır'ı değil de Filistinli bir grup, etkin bir şekilde 1948 topraklarını yani siyonist rejimin 1948 yılındaki Arap-israil savaşında işgal ettiği toprakları terk ediyordu. Yine anlaşmaya göre başka bir büyük hata, Kudüs'ün Doğusu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi ile Filistin'in diğer bölgeleri ile ilgili müzakere başlıklarının tamamlandığının ifade edilmesiydi. Diğer yandan bu anlaşma, pek çok diğer Arap ülkesinin israil ile anlaşması ve sonunda Tel Aviv ile ilişkilerini normalleştirmesine giden yolu açmıştı. Bu oldukça tehlikeli bir meseleydi. O dönem Komutan, aralarında Hamas, İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin de bulunduğu Filistinli direniş grupları, Oslo Mutabakatına karşı çıkmıştı. Komutan ile bazı Filistinli gruplar anlaşmaya karşıydı. Hizbullah ile Lübnanlı gruplar da öyle. Beyrut'un Güney Dahiye Mahallesi'nde bu anlaşmaya karşı bir gösteri düzenledik ancak ateş açıldı ve şehitler verdik." ifadelerini kullandı.

"Hizbullah, Hamas, İslami Cihad ve İran'a savaş açıldı"

Oslo Mutabakatı'na karşı çıktıkları için Hizbullah, Hamas, İslami Cihad ve İran'a savaş açıldığını belirten Nasrallah, bu süreçte oldukça önemli ve tehlikeli hadiseler yaşandığını söyledi.

Nasrallah, "Her halükarda bu bir dönüm noktasıydı ve çok tehlikeli bir süreçti. Oslo Mutabakatı'na karşı nasıl tepki vereceğimiz üzerinde kafa yorduk. Ona karşı siyasi yollarla ve medya aracılığıyla karşı çıkıp Filistinli grupları direnişe ve hakları konusunda ısrarcı olmaya çağırdık. Oslo Mutabakatı ile takip eden gelişmeler, Hizbullah ile Hamas ve İslami Cihad arasındaki ilişkileri genişletip sağlamlaştırırken işgal altındaki Filistin topraklarında direnişi de güçlendirdi. O zamanlar Hamas ve İslami Cihad üyelerinin Tel Aviv ve Kudüs'ün göbeğinde gerçekleştirdiği ve siyonist yetkilileri derinden sarsan büyük şehadet operasyonunu hatırlayalım. Bu operasyonun ardından Mısır'ın Şerm eş-Şeyh kentinde ABD Başkanı Bill Clinton ile dönemin Rusya Cumhurbaşkanı Boris Yeltsin'in yanı sıra pek çok ülke yetkililerinin katıldığı olağanüstü bir toplantı gerçekleştirilmişti. Öte yandan Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad toplantıya katılmayı reddetmişti. Toplantı sonucunda üç gruba savaş açıldı; birincisi Hizbullah, ikincisi Hamas ile İslami Cihad, üçüncüsü de bölgedeki direnişe verdiği destek sebebiyle İran İslam Cumhuriyeti. Geniş bir katılım olmasına rağmen toplantı, Hizbullah ile bölgedeki diğer direniş gruplarının saflarında bir korkuya yol açmayı başaramadı. Özellikle o zamandan bu yana Komutan'ın direniş ile yani direnişin sürmesi ve direniş yolunda ısrar edilmesi ile ilgili tutumu kesinlikle açık ve kararlı olmuştur. Sonuç olarak Oslo Mutabakatı'nın ardından bu süreçte oldukça önemli ve tehlikeli hadiseler meydana geldi." şeklinde konuştu.

"Madrid Konferansı"

Oslo Mutabakatı'ndan önce Madrid Konferansı adı altında siyonist işgal rejimi ile Suriye arasında "müzakere" adı verilen bazı görüşmelerin başladığını dile getiren Nasrallah, şu ifadelere yer verdi:

O zamanlar Dönemin Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad ve israil başbakanı da İzak Rabin idi. Aralarındaki görüşmeler başlangıçta gizli olsa da daha sonra açık hale geldi. ABD'de ve Bill Clinton'ın gözetiminde bir araya geldiler. Esad'ın temsilcileri ile Rabin'in bakanları ABD'de birbirleriyle görüştü ve bir anlaşmaya varmak üzereydiler. O zamanlar İzak Rabin'in işgal altındaki Golan'ı Hafız Esad'a geri vermeyi kabul ettiği söylenmişti. Dolayısıyla bölgede israil ile Suriye'nin bir anlaşmaya doğru gittiği varsayımı yapılıyordu. Suriye, Lübnan, Filistin ve bütün bölgede böyle bir atmosfer mevcuttu. Bazılarının bize 'Eğer israil-Suriye anlaşması imzalanırsa ne yapacaksınız? Hizbullah'ın tavrı ne olacak?' diye sorduğunu hatırlıyorum. Bu konuyu tartışmak ve geleceği planlamak için bazı toplantılar tertipledik. O dönem Esad ile Rabin arasında bir anlaşma yapıldığını kabul ettik. Sadece Hizbullah değil bütün Lübnan, Suriye ve Filistinliler de aynı görüşteydi. Geleceği tartışmak için kendi içimizde toplantılar düzenledik. Siyasi ve askeri konular ile ağır silahlar ve hatta grubun ismi gibi meseleleri tartıştık. Bazıları 'Hizbullah' adını kullanmaya devam edip etmeme konusunu gündeme getirdi. Yeni bir isim seçip yeni aşamaya uygun mu hareket etmeliydik? Bazı kardeşlerimiz ABD'nin kara listesindeydi ve onları Lübnan'da tutmak ya da Lübnan'dan çıkarmak konusu tartışılıyordu. Örneğin Şehid Hacı İmad Muğniyye de bunlardan birisiydi. Böylece çeşitli önerileri bir araya getirdik.

"Suriye ile israil arasında anlaşma olmayacağı belliydi"

Sözlerine, "Aslına bakarsanız elimizdeki bütün veri ve bilgilere bakarak israil-Suriye müzakerelerinin bir anlaşma ile sonuçlanacağından emindik." ifadeleriyle devam eden Nasrallah, "O zaman Hafız Esad'ın esas talebi Golan'ı geri almak ve israilin de 4 Haziran 1967 sınırlarından çekilmesiydi ki Rabin her iki talebi de kabul etmişti. Sonra biz Komutan'ı görmeye gittik. Ziyaret sırasında farklı insanların dile getirdiği tüm sorunları ve önerileri kendisine anlattık. O da sabırla bizi dinledi. Bazı İranlı yetkililer de toplantıya katılmıştı. Bu İranlı yetkililerin istisnasız hepsi Suriye-israil görüşmelerinin bittiğine inanıyordu. Ancak Komutan şunları söyledi: 'En kötü senaryo ve ihtimalleri düşünüp onlara karşı plan yapmanız güzel. Ancak ben size bunun olmayacağını söylüyorum. Suriye ile israil arasında bir barış anlaşması olmayacak. Bu yüzden yazdığınız ve hazırladığınız her şeyi bir kenara atın. Direnişe devam etmeli ve silahlarınızı, tesislerinizi, insan kaynaklarınızı artırma çabalarınızı ikiye katlamalısınız. Üzülmeyin çünkü Suriye ile israil arasında bir barış anlaşması olmayacak.' Toplantıda hazır bulunan bütün İranlı ve Lübnanlılar, Ayetullah Hamaney'in bu ifadeleri ile şaşkına dönmüştü. Komutan 'Muhtemel görmüyorum' ya da 'Başka ihtimaller olabilir' demedi. Hiçbirini söylemedi. Anlaşmanın gerçekleşmeyeceğini kararlı bir biçimde söyledi. Güçlü ve kesin bir şekilde 'Unutun ve bir kenara atın. Yaptıklarınızı öncekinden daha iyi ve güçlü bir şekilde yapmaya devam edin.' dedi. Neyse, şaşırmıştık. Lübnan'a dönerek Komutan'ın bakış açısına göre çalışmalarımızı sürdürdük. Lider'e yaptığımız ziyaretten iki hafta sonra Tel Aviv'de 100 binden fazla kişinin katıldığı büyük bir tören düzenlendi. İzak Rabin bir konuşma yaparken aşırılık yanlısı bir Yahudi'nin silahlı saldırısı ile öldürüldü. Rabin'in ardından Şimon Peres, siyonist rejimin başbakanı olarak seçildi. Zayıf bir kişiliği vardı. Ne güvenilirlik ne de tarihi ve askeri geçmişi açısından israilliler tarafından Rabin'e denk görülmüyordu. Daha sonra işgal altındaki topraklarda yani Tel Aviv ve Kudüs'te siyonist rejimin gücünü temelden sarsan büyük operasyonlar gerçekleştirildi. Sonra da bahsetmiş olduğum Şarm eş-Şeyh zirvesi yapıldı. Daha sonra, 1996 yılında israil, Lübnan'a Gazap Üzümleri Operasyonu adını verdiği bir operasyonla saldırıp Kana'da benzersiz bir soykırım gerçekleştirdi. Bu olay daha sonra Kana Katliamı olarak anılacaktı. Buna cevaben biz de israile direndik ve muzaffer olduk. Bundan kısa bir süre sonra siyonist rejimde seçim yapıldı ve Şimon Peres ile başında bulunduğu İşçi Partisi kaybederken seçimleri Binyamin Netanyahu'nun başında olduğu Likud Partisi kazandı. Başbakan olan Netanyahu, İzak Rabin ve Şimon Peres'in Suriye'ye verdiği taahhütler ve Hafız Esad ile yaptıkları müzakerelerin kendisini bağlamadığını ifade eden sözler sarf etti. Böylece İsrail-Suriye müzakereleri sona erdi." şeklinde konuştu.

"Hizbullah ile doğrudan temas olmadı"

Arap-siyonist işgal rejimi müzakereleri sırasında kendileri ile doğrudan hiçbir temasın kurulmadığını belirten Nasrallah "Bizden yana umutları yoktu. Çünkü bizim erdem, irade, inanç ve kararlılık gibi meziyetlerimizi biliyorlardı. Ancak bazı Arap ülkeleri genel anlamda Lübnan'a baskı yaptı. israile taviz vermesi için Lübnan hükümeti ve halkına baskı yaptılar. Anlaşmayı kabul etmediği takdirde israilin Lübnan'ı mahvedeceği ve Arap dünyasının Beyrut'tan yüz çevireceği tehdidinde bulundular. Böyle baskılar oldu ancak ciddi bir temas olmadı. Çünkü bizim duruşumuzu biliyorlardı ve bizden kesinlikle hiç umutları olmadığını gördük. Bu, Allah'ın bize bir lütfuydu." dedi.

"Önerilen tüm anlaşmalar Filistinlilerin hak ve çıkarlarını ihlal ediyor"

Filistinlilerin hak ve çıkarları için yapıldığı öne sürülen tüm anlaşmaların aslında siyonist işgal rejimine yaradığını ifade eden Nasrallah, "Örneğin Oslo Mutabakatı'na göre, 1948 yılında gasp edilmiş toprakların müzakerelere dâhil edilmediğini söylüyorlar. Dolayısıyla Filistin'in üçte ikisi müzakere dışı kabul ediliyor. Gerçekte bu büyük bir zulümdür. Zira Filistin'in kalan üçte birini de vermiyorlar. Kudüs'e gelirsek, Amerikalılar ile israilliler hiçbir anlaşma maddesinde Doğu Kudüs'ü Filistinlilere vermeyi kabul etmedi. Yaser Arafat ile Ehud Barak arasında gerçekleşen son Camp David görüşmelerinde bile Kudüs konusu gündeme geldiğinde israilliler şunu söyledi; 'Kudüs'e gelince, yerin üstündeki her şey sizindir. Ancak Kudüs'ün altındaki her şey bizimdir.' israilliler, evlerinden sürülen Filistinlilerin yurtlarına dönmesine izin vermeyeceklerini açıkça ifade ettiler. Yurtlarından çıkarılmış milyonlarca Filistinli, Lübnan, Suriye, Ürdün ve diğer ülkelerde dağınık bir şekilde yaşıyorken bu oluyor. Akıllı bir insan bu yönde bir anlaşmayı kabul eder mi? İki devleti temel alan önerileri kabul etsek bile şöyle bir soru gündeme geliyor: Hangi Filistin devleti? Ulusal egemenliği, sınırları, hava sahası, sahili, havaalanı olmayan bir devlet mi? Bu nasıl bir devlet? Yani Madrid müzakerelerinden ikili görüşmelere ve Yüzyılın Anlaşması'na kadar uzun bir süredir Filistin sorununa karşı önerilen tüm anlaşma içerikleri günden güne kötüye gidiyor. Yüzyılın Anlaşması'nı konuşalım. Jared Kushner, Yüzyılın Anlaşması'na göre Kudüs'ün israile ait olduğunu açıkça söyledi. Batı Şeria'da siyonistlere ait büyük yerleşim birimlerinin işgal altındaki topraklara ait olduğunu duyurdu. Basitçe ifade edersek gerçek bir Filistin devletini içeren iki devletli çözüm tartışması yok. Filistinliler bu yönde hazırlanan planları kabul etmiyor." diye belirtti.

"Filistin halkı Yüzyılın Anlaşması'nı reddediyor"

Sadece Hizbullah ve İran'ın değil içerideki ve dışarıdaki tüm Filistinlilerin de Yüzyılın Anlaşması'nı reddettiklerini dile getiren Nasrallah, "Buna göre tedricen şu sonuca varıyoruz. İlk olarak, eğer İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan Hizbullahı ya da diğer direniş gruplarının Filistin sorununa getirilen önerileri kabul etmediğini görürseniz bunun sebebi bütün bu önerilerin hem Filistin halkı hem de İslam ümmetinin tamamı için çok zalimane olmasıdır. İkinci olarak da Filistin halkının ezici çoğunluğu bu planları kabul etmemektedir. Bugün çeşitli Filistinli grup ve partiler arasında Yüzyılın Anlaşması'na karşı tam bir fikir birliği olduğu açıktır. Bazıları kabul edip bazıları reddetmiyor. Aralarındaki anlaşmazlıklara rağmen diğer hareketlerin yanında Fetih ve Hamas'ın Yüzyılın Anlaşması'nı reddetme konusunda bir şüpheleri yok ve bu konuda aynı taraftalar. Hem yurtlarındaki hem de dışarıdaki Filistin halkı Yüzyılın Anlaşması'nı reddediyor. Yani bu plana karşı muhalefet sadece İran ve bölgedeki direniş gruplarıyla sınırlı değildir. Gerçekte Filistinlilerin kendileri Yüzyılın Anlaşması'na karşıdır." ifadelerini kullandı.

"israil'in egemenliğinin sürmesi Arap ve İslam ülkeleri için tehdittir"

Siyonist işgal rejiminin varlığının sadece Filistinlilere değil daha ziyade Arap ve İslam ülkelerine yönelik olduğunu belirten Nasrallah, sözlerini şöyle sürdürdü:

Bu rejimin sürmesi Suriye, Lübnan, Irak, Ürdün ve hatta İran’a büyük bir tehdittir. israilin nükleer silahları ve 200'den fazla nükleer başlığı var. Rejim her zaman bölgedeki egemenliğini genişletmeye çalışmıştır. İmam Humeyni ile Ayetullah Hamaney'den öğrendiğimiz bir başka önemli nokta da israil rejiminin ABD'den bağımsız olmadığıdır. israil daha çok ABD'nin bölgedeki silahı olarak düşünülmektedir. Bölgede savaş çığırtkanlığını yapan kimdir? İşgal ve saldırıları gerçekleştiren kimdir? Başka ülkelerin işlerine kim karışıyor? Böylece israilin varlığı, yaşaması, gücü ve desteklenmesi ister barışçıl isterse barışçıl olmayan yollarla gerçekleşsin İran'dan Pakistan'a kadar ve hatta Orta Asya ülkeleri ve Türkiye dâhil bütün bölge ülkeleri için büyük bir güvenlik tehdididir. Buna göre kim israile direniyorsa aslında Filistin halkını ve mahrum edildikleri haklarını savunmaktadır. Aynı zamanda kendisini ve mukaddesatını savunmaktadır. Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır, Irak ve diğer ülkeleri savunmaktadır. israil 'Nil'den Fırat'a' hedefinden vazgeçmeyecektir ve bu hedef israilin gerçekleştirmeye çalıştığı bir Tevrat rüyası olarak takdim edilmektedir. israil bölgede askeri bir üs olarak ABD'nin çıkarlarına hizmet etmektedir. Hepimiz biliyoruz ki ABD İran'ın Suudi Arabistan gibi devrim öncesi şahlık günlerine geri dönmesini ve böylece ne zaman petrol istese vermesini ve ne zaman petrol fiyatlarının düşmesini istese bunun gerçekleşmesini istiyor. Trump'ın kendisi Riyad'dan 450 milyar dolar aldığını açık açık beyan etti. Trump bu 450 milyar doları almanın New York'taki herhangi bir yasadışı satıştan 100 dolar kazanmaktan çok daha kolay olduğunu söyledi. İran'ın Suudi Arabistan gibi olmasını istiyor. Aslında bütün bölgenin Suudi Arabistan gibi olmasını istiyor. Suudi Arabistan kime güveniyor? Bölgedeki krallıklara ve nükleer silah sahibi olup bölge ülkelerini tehdit eden israile. Sonuç olarak, eğer güvenli bir bölgemiz olmasını, sürekli barış içinde yaşamayı, ulusal bağımsızlığımızı savunmayı ve toprak bütünlüğü istiyorsak ve bölgedeki tüm ülkelerin ulusal egemenlik ve gerçek özgürlüğün tadına varmasını istiyorsak İmam Humeyni'nin de önemli bir strateji olarak vurguladığı gibi israil var olduğu sürece bunların hiçbirisi gerçekleşmeyecektir. Onlar barış anlaşmaları yoluyla israilin varlığını sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.

"Allah'a yalvarmayı ve ona güvenmeyi unutmayalım"

"Savaşın ve cihadın en zorlu dönemlerinde kardeşlerimize sürekli Allah'a yalvarmayı ve ona güvenmeyi unutmamaları gerektiğini hatırlatıyoruz." diyen Nasrallah, kendisinin de özellikle Cevşen okuduğunu söyledi.

Nasrallah, "33 gün savaşının ilk günlerinde Komutan'dan hala sakladığım bir mektup aldım. O zaman ayrıca kardeşim ve dostum Bay Hicazi'den de bir mektup almıştım. Bay Hicazi mektubunda bize bazı dualar okumamızı önermişti ama bu önerileri Ayetullah Hamaney'e dayandırıp dayandırmadığını hatırlamıyorum. Çok iyi hatırlamıyorum. Ancak şu anda hatırladığım kadarıyla Komutan bize 'Cevşen'i tavsiye etmişti. Bu anlamda tavsiye edilen dualar arasında 'Cevşen-i Sağir', 'İmam Mehdi'ye çağrı' ve 'Ziyaret-i Aşura' bulunuyordu. Ancak genel olarak Komutan'ı biraz daha tanımamı sağlayan tecrübelerimden bahsetmek istiyorum. Biz elbette kardeşlerimize aynı şeyi tavsiye ederiz. Bunlar savaşlarda Hizbullah'ın gücünün kaynakları arasındadır. Allah'a yalvarmak ve ona güvenmek her zaman gündemimizdedir ve Komutan da bunu daima vurgulamıştır. Komutan'ı tanıdığımızdan beri her zaman manevi meseleler üzerinde durmuştur: 'Ey inananlar, siz Allah´a yardım ederseniz o da size yardım eder ve ayaklarınızı diretir, size sebat verir. Kur'an-ı Kerim 47/7)' O her zaman, Yüce Allah'ın sözlerinin şaka olmadığının altını çizmiştir. Allah'ın sözleri açıktır ve bu Allah'ın vaadidir. Allah kesinlikle vaadini tamamlayacaktır. Her zaman Allah'ın vaatlerine güvenilmesinde ısrar etmiştir. Şimdi bile zaman zaman açıklamalarında özellikle bu konuya odaklanır. Dua okumanın, Allah'a yalvarmanın ve onun yardımını istemenin üzerinde özellikle durur. Yorgunluktan bitap düştüğümüz zamanları hatırlıyorum; zira çok zor aşamalarla karşılaşıyorduk ve durum bezdiriciydi. Komutan görüşmelerin birisinde bana şöyle söyledi; 'Ne zaman tehdit ve zorlukların karşısında bitkin düştüğünü hissedersen sessiz bir yer bul, oraya gir ve kapıyı kapat. Sonra kendi sözlerinle Allah ile kısa bir süre, birkaç dakika, 15 dakika ya da 30 dakika konuş. Ezberden bir dua okumaya gerek yok. Başkalarıyla konuşurken kullandığın dil ile Allah ile konuş. Ona üzüntü ve acılarını söyle ve ondan yardım iste. Hepimiz Yüce Allah'ın her yerde olduğuna, her şeyi gördüğüne ve her şeye kadir olduğuna inanmıyor muyuz? Yüce Allah bizim her ihtiyacımızı biliyor ve onunla bizim aramızda hiçbir engel yoktur. O her zaman bizi duyar ve bize icabet eder. Eğer bunu yaparsanız Yüce Allah'ın size güç, irade ve enerji verdiğini ve size bütün kapıları açtığını göreceksiniz.' O zamandan beri Komutan'ın tavsiyeleri doğrultusunda hareket ediyor ve bunun olağanüstü sonuçlarını görüyoruz." şeklinde konuştu.

"ABD'nin planları başarısızlığa uğradı"

ABD'nin Irak'tan çekildiğini, Lübnan ve Suriye'de başarısız olduğunu belirten Nasrallah, "Bölgeyle ilgili planları suya düştü. 2011'den sonra da planları başarısızlığa uğramayı sürdürüyor." dedi.

Nasrallah, "2001 ile 2011 yılları arasında bölgede dönüşümler yaşandı. Bu dönemin sonunda ABD'nin Irak'tan çekildiğini, Lübnan'da mağlup olduğunu, Suriye'de başarısız olduğunu, Filistin'de yenildiğini ve sonucunda da bölgeyle ilgili planlarının suya düştüğünü söylemiştik. 2011'den sonra da ABD'nin planları başarısızlığa uğramayı sürdürüyor. Bu bölgenin, İran İslam Cumhuriyeti'nin ve Ayetullah Hamaney'in yaşamında önemli bir tarihi aşamadır. Komutan 2011 yılının başlarında bu durumu 'İslami Uyanış' olarak adlandırmıştı. Bu hadise bölgede 'Arap Baharı' olarak anılıyordu. Bölgedeki Arap Baharı, İslami Uyanış ya da kitlesel halk ayaklanmaları ilk önce Tunus'ta sonra Libya, Mısır ve Yemen'de görüldü. Bu olayları Suriye'deki çatışmalar takip etti. Kısaca ifade etmek gerekirse o dönem yaşananlara bakarak ABD'nin plan ve saldırılarının başarısız olmasının ardından Obama'nın Suriye'deki çatışmaları körükleyerek mağlubiyetini telafi etmeye çalıştığı sonucuna vardık." diye belirtti.

"Arap Baharı aslında İslami bir uyanıştı"

Arap Baharı'nın halk hareketi olduğunu, başarısızlığa uğramasının ise "liderlik sorunu"ndan kaynaklandığını belirten Nasrallah, şunları ifade etti:

Bölge halkları uyandı ve değişim umuduyla eyleme geçti. Arap rejimleri işte böyle bir durumda kendilerini dezavantajın içinde buldular. Bölge halklarının rejimleri devirmesi için büyük bir fırsat doğmuştu. Benim ve çok sayıda kimsenin ulaştığı sonuç Komutan'ın en başından bu yana öne sürdükleriyle aynıydı.  O, 'Bu hareketler hakiki halk hareketleridir.' demişti. Tunus hareketi Tunus halkını ve onların milli iradelerini, Mısır hareketi Mısır halkının iradesini ve Libya hareketi Libyalıların iradesini temsil ediyordu. Yemen hareketi de aynı şekildeydi. Bu hareketlerin attığı tüm sloganlar ve gerçekleştirmeye çalıştıkları hedefler kendi halklarının çıkarlarını temel alıyordu. Böylece biz, bu büyük hareketlerde ve halkların uyanışında İslam'ın ve İslami hareketlerin gerçek etkisini gördük. Komutan bu yüzden onu 'İslami uyanış' olarak adlandırmıştı. Peki, bu İslami uyanışla ilgili temel problem neydi? Problem liderlik ve birliğin olmayışında yatıyordu. Biliyorsunuz, İran İslam İnkılabı, kitlesel bir halk hareketiydi ama onun zaferinin ardından başarılı olmasını ve güçlenmesini sağlayan şey bir liderin, İmam Humeyni'nin varlığıydı. Bu inkılabı zafere götüren başka bir faktör ise İmam Humeyni'yi ittifakla destekleyen halkın, yetkililerin ve uzmanların birliğiydi. Yani o dönem birleşmiş bir halk ve işlerin düzenli ilerlemesi için politika ve stratejilerin taslağını çizen bir lider mevcuttu. Yani daha sonra anlatacağım Suriye hariç diğer ülkelerde güvenilir ve birleşik bir önderliğin yokluğu gibi bir problem mevcuttu. Aralarında birlik olmayan çok sayıda lider ve parti vardı. Anlaşmazlıklar yaşıyorlardı. Birbirleriyle müzakere etmek istedikleri zaman anlaşmazlıklar gün yüzüne çıkıyordu. Bu durum halkları da etkiledi ve halklar bölündü. Bazı bölgelerde bu durum iç savaşa kadar gitti. ABD ve diğer yönetimler çeşitli ülkelerdeki ulusal hareketleri ele geçirip yok etmek için sahneye girdi. ABD'nin burada oynadığı rol önemliydi. Fransa ise Kuzey Afrika'ya müdahil oldu. Daha da ötesi Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri İslami Uyanışı (Arap Baharı) ve halk ayaklanmalarını bertaraf etmek için bu gruba katılıp zor kullanarak duruma müdahale etti. Medya gücünü harekete geçirerek ve bölgede askeri darbeleri destekleyerek hedeflerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Tunus, Libya ve Mısır'da olayların nasıl geliştiğini hepimiz biliyoruz. Ancak Yemen'deki durum farklıdır. Kendi çıkarları için Yemen'deki halk ayaklanmasını ele geçirmeye çalıştılar ancak Yemen halkının büyük bir bölümü milli ve siyasi bir direnişle, değerli kardeşimiz Seyyid Abdülmelik El Husi'yi ve Ensarullah hareketini desteklemeyi sürdürdü ve kendilerine dayatılan, bugüne kadar da devam eden acımasız savaşta yabancılara karşı direndi.

Suriye Savaşı

Suriye'de meydana gelen hadiselerin ise 'Arap Baharı' ya da 'İslami Uyanış' ile bir ilgisinin olmadığını söyleyen Nasrallah, "Suriye'de yaşananlar ABD, Suudi Arabistan ve bölgedeki bazı ülkelerin direniş hareketini engellemek için düzenledikleri komplonun hayata geçirilmesiydi. Zira özellikle Mısır'daki halk devrimi, israili bölgedeki geleceği hakkında büyük bir korkuya sevk etmişti. israilliler o dönem büyük konferanslar tertiplediler. Bazı askeri birlikleri yeniden organize edip Sina sınırına göndermeyi dahi düşünüyorlardı. Bu da onların Mısır'daki değişimden ne kadar korktuğunu gösteriyordu. Suriye hükümetini kendi yanlarına çekme ümitlerini kaybetmelerinin ardından Suriye'de hükümeti ve sistemi alaşağı etme arzusuyla hareket ettiler. Onların Şam hükümetini devirmeden önce Cumhurbaşkanı Beşar Esad'a Suriye'nin yönünü değiştirtmek için ne kadar çok çaba sarf edildiğini çoğu insan bilmiyor. Suudiler bu konuda çok çalıştı. O kadar ki Suriye'yi boykot etmelerine rağmen 'Malik Abdullah bin Abdülaziz' şahsen Şam'ı ziyaret etti. Katar yönetimi de bu hedefe ulaşmak için çok çalıştı. Türkiye ve aralarında Hüsnü Mübarek idaresindeki Mısır'ın da bulunduğu bazı Arap ülkeleri Suriye'nin karşı cepheye katılmasını sağlamak için mücadele etti. ABD ile müttefikleri, Esad'a siyasi ve cazip mali vaatlerde bulunarak Suriye'yi başka bir yöne, 'Arap ılımlılığı' ya da bizim 'Arap teslimiyeti' dediğimiz yöne sevk etmeye çalıştı. Yine de Arap-israil çatışmasının sürdüğüne inanan gerek Cumhurbaşkanı Beşar Esad gerekse Suriyeli diğer liderler, direnişe olan sağlam desteklerini sürekli vurguladılar.  Beşar Esad, Golan işgali ile ilgili sorun çözülmeden ve Filistinlilerin hakları verilmeden bölgede barışın sağlanamayacağına inanıyordu." dedi.

"Lübnan ve Filistin direnişini yalnız bırakmak istediler"

Suriye'nin bölgedeki direnişin vücudu, zekâsı ve kültürü olduğunu, Suriye olmadan Lübnan ve Filistin direnişinin yalnız kalacağını belirten Nasrallah, "ABD, Şam'ı kendine boyun eğdirmekte başarısız oldu. Washington, Suriye'nin Direniş Cephesi'nde merkezi bir rol oynadığını iyi biliyordu. Eğer Suriye'nin Direniş bağlamında oynadığı gerçek rolü anlatmak istersek Komutan'ın bu ülke hakkındaki tanımını kullanabiliriz. O 'Suriye Direniş'in dayanağıdır.' diyordu. Bugün Suriye olmadan Lübnan direnişi yalnız kalacaktır. Suriye olmadan Filistin direnişi yalnız kalacaktır çünkü Suriye bölgedeki Direniş'in mevcudiyetinin önemli bileşenlerinden birisidir. Bazıları Suriye'nin Direniş için bir köprü vazifesi olduğuna inanıyor. Ancak bence Suriye daha fazlasıdır. Suriye bölgedeki Direniş'in vücudu, zekâsı ve kültürüdür. Düşünce ve iradesidir. Bu gerçek özellikle 33 gün savaşından sonra ispatlanmıştır. Suriye'nin durumu, Suriye'nin desteği ve Suriye'nin istikrarı 33 gün savaşında tehdit altındaydı. Komplo şöyleydi ki ABD, Irak'ta ve Suriye sınırlarındayken israil savaşı genişletecek ve Suriye'ye saldırıp bu ülkeye karşı büyük bir savaş başlatacaktı. Ancak Beşar Esad geri adım atmadı ve 33 gün savaşı boyunca sağlam ve bağımsız bir şekilde Direniş'e desteğini sürdürdü. 33 gün savaşının ardından israilliler bazı araştırmalar yaptı ve Lübnan ile Filistin'deki direnişi bitirmek için Suriye'yi yok etmeleri gerektiği sonucuna vardılar ve bunu yapmayı planladılar. Suriye'yi siyasi yollarla ele geçiremeyince askeri seçeneğe başvurdular. Suriye ordusuna sızıp askeri bir darbe yapmak istediler ama başaramadılar. Bu başarısızlığın ardından Amerikalılar ile israilliler Suriye'deki ifade özgürlüğü ile siyasi boşluğu suiistimal edip Suriye'de kaos ve iç çatışmalara yol açan planları uygulamaya çalıştılar. Suriye'deki hükümet karşıtı gösterilerin en başından bu yana Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın muhalefet liderleriyle ilk elden görüşmeler organize ettiğini ve taleplerini karşılamaya çalıştığına şahit oldum. Ancak daha sonra, Deraa'nın işgali sırasında olduğu gibi, gösteriler askeri operasyonlara dönüştü. Amerikalılar, Suudiler ve bölgedeki bazı ülkeler bütün dünyadan topladıkları El Kaide, IŞİD ve Nusra Cephesi'ni Suriye'ye göndererek Suriye'ye egemen olmaya ve Suriye hükümetini ortadan kaldırmaya çalıştılar. Kimin çıkarlarına hizmet için? ABD ve israilin çıkarlarına hizmet için. Filistin meselesini lağvetmek isteyen güçlerin çıkarlarına hizmet için. İran'ı kuşatmak, izole etmek ve saldırmak isteyen güçlerin çıkarlarına hizmet için. Bu hakikattir. Yani Suriye meselesi bir tür seçim ve reform isteyen bir halkın meselesi asla değildir. Zira Beşar Esad halkın istediği seçenekleri tartışmaya hazırdı. Ancak karşı taraftakiler bölgeleri işgal edip Suriye ordusuna, güvenlik güçlerine ve devlet kurumlarına saldırarak Beşar Esad'ı askeri yöntemlerle devirmek için hemen harekete geçtiler. Sınırları açtılar ve silah taşıyan çok sayıda gemi Suriye'ye geldi. Binlerce ton silah ve mühimmatın Suriye'ye gönderildiğini Joe Biden bizzat söylemişti. ABD bu ülke için milyarlarca dolar harcadı. Ne için? Suriye'ye demokrasi getirmek için mi? IŞİD ve Nusra Cephesi Suriye'de demokrasiyi tesis etmeye mi çalışıyor? Seçimleri en büyük günah olarak gören, oy kullananları müşrik olarak algılayan ve onları öldürmeyi meşru sayanlar mı Suriye'de seçim düzenleyecek? Cevap açıktır. Ve bugün, Suriye'de yaşananların seçimler, reformlar ya da demokrasiyle ilgili konularla bir alakasının olmadığı kanıtlanmıştır. Çünkü Beşar Esad bu konuları müzakereye niyetliydi. Ancak Batı, Suriye hükümetini devirmek ve ülkeye egemen olmak için hemen harekete geçmişti."

"Suriye rejimi yıkılsaydı sıra diğer bölge ülkelerine gelecekti"

Bazı ABD'li yetkililerin, Suriyeli muhaliflerin Suriye'ye hâkim olmalarının ardından Hizbullah'tan kurtulmak için Lübnan'a gireceklerini söylediklerini belirten Nasrallah, "Yani mesele sadece Suriye değildi." dedi.

Nasrallah, "Suriye krizinin başlamasından bir buçuk yıl sonra, 2012 ya da 2013 yılında, Malik Abdullah bin Abdülaziz, Beşar Esad'a özel bir temsilci yolladı. Suudi Arabistan'ın Esad'a gönderdiği mesajda onun Direniş'ten çekilmesi ve İran ile ilişkilerini bitirmesi halinde Suriye'ye açılan savaşın biteceği, tekfirci gruplara bir çözüm bulunacağı ve Esad'ın sonsuza kadar Cumhurbaşkanı olarak tanınacağı belirtiliyordu. Suudiler Esad'a 'Reform ya da başka bir şey istemiyoruz ve Suriye'nin yeniden inşası için milyarlarca dolar harcamaya hazırız.' demişlerdi. Hedefleri, Arap Baharı'nı yaşayan halkların taleplerinden tamamen farklıydı. Hedef Suriye'yi tarihsel duruşundan ve haklarından koparıp Filistin hareketinden uzaklaştırmaktı. Hedef Filistin davasını tahrip etmenin, ABD'nin Irak'taki pozisyonunun istikrarını sağlamanın ve İran'ı izole edip kuşatmanın zeminini hazırlamaktı. Aslında ilk günden beri savaştan bunu anlamıştık. Bazı ABD'li yetkililer ve Suriyeli muhalifler Suriye'ye hâkim olmalarının ardından Hizbullah'tan kurtulmak için hemen Lübnan'a gireceklerini söylemişlerdi. Başkaları da Irak'a gideceklerini açıkladı. Yani mesele sadece Suriye değildi. ABD'nin eski Başkanı Donald Trump, Obama, Clinton ve CIA'nın IŞİD örgütünü kurup Suriye'ye gönderdiğini kabul ettiği zaman, bunların hedefi Suriye'de demokrasiyi tesis edip seçimleri gerçekleştirmek miydi yoksa ülkeyi yok etmeye mi çalışıyorlardı? Bu yüzden Suriye'ye dayatılan savaşın ilk gününden bu yana hedefin böyle olmadığını biliyoruz. Bu savaşın amacı Suriye hükümetini devirmek ve Suriye ordusunu yok etmekti. Böylece Suriye haklarından vazgeçecek ve Filistin meselesinin yok edilmesi, israil ile ilişkilerin normalleşmesi ve bölge halklarının bütün arzu ve hayallerinin sona erdirilmesi için zemin hazırlanacaktı. Lübnan'da, örneğin Hizbullah içerisinde bu düşüncede fikir birliğine vardık. Hizbullah üyeleri arasında Suriye'ye açılan savaşın hedefleri konusunda farklı tek bir düşünce bile yoktu. Ayetullah Hamaney bile Suriye meselesindeki temel konunun demokrasi, reform ya da benzeri bir şey olmadığına inanmaktaydı." ifadelerini kullandı.

Hizbullah Suriye'ye neden girdi?

Suriye'ye girmelerinin İran'ın emirleri doğrultusunda olmadığını, buna kendilerinin karar verdiğini çünkü ciddi şekilde tehdit edildiklerini düşündüklerini belirten Nasrallah, "Bazı toplantılarda insanların bizim Suriye'ye girmemizin İran'ın emirleri doğrultusunda olduğunu iddia ettiğini ancak bunun doğru olmadığını belirttim. Suriye'ye girmeye karar verdik zira Suriye ve Lübnan'daki durumun bizi ciddi şekilde tehdit ettiğini düşündük. Savaşın, sonunda bizim kasaba ve köylerimize ulaşma riski vardı. Savaşa girmeye istekliydik fakat her şeyin ötesinde izin ve destek gerekiyordu. Ve ilk konu yani izin daha önemliydi. Komutan'ı ziyaret ettim, Suriye ve yaşanan dönüşümler ile ilgili veri ve çıkarımlarımı anlattım, kendi düşüncelerimi sundum. Onun Suriye'deki hadiselerle ilgili görüşlerinin bizimkinden çok daha açık ve derin olduğunu öğrendim. Onun Suriye ve yaşanan olaylarla ilgili pozisyonu başından beri netti. O bunun Suriye hükümetini alaşağı etmek için düzenlenen bir komplo olduğunu, Suriye'nin Filistin sorunu ile Direniş hareketi, aynı zamanda İran ile ilişkisini hedef aldığını söyledi. Zira Suriye ile işleri bittiğinde Lübnan, Irak ve İran'a saldıracaklarını belirtti. Gerçekten de olan buydu. Lübnan'a geldiler ve Bekaa'nın bir kısmını işgal ettiler. Yapabilselerdi daha fazla bölgeyi de işgal edeceklerdi. Ancak biz ve Lübnan ordusu onlara karşı durduk ve dağlık alanlarda onları kuşattık. Irak'ta gördüğünüz gibi tekfirciler Suriye'de Fırat'ın doğusundan Irak'a taşındılar ve çok kısa bir süre için Anbar eyaletinde hâkimiyet kurdular. Bu bölge Irak'ın toplam yüzölçümünün dörtte birinden fazlasına karşılık geliyordu. Kerbela'dan 20 kilometre ve Bağdat'tan 40 kilometre uzakta bulunan Musul, Selahaddin ve başka bölgeleri içeren bir bölgede de hâkimiyet kurdular. Aslında son yıllarda gördüklerimiz, Ayetullah Hamaney'in savaşın başında yaptığı değerlendirmelerdi. Orada, Komutan'ın Suriye'nin yanındaki sağlam duruşunun sebepleri ortaya çıktı. İran bu pozisyonu benimsedi. Biz de bu duruşu kabul ettik ve Suriye'ye giderek savaştık. Suriye hükümeti, halkı ve ordusu komplolara karşı durdu. Suriye halkının büyük bölümü hükümeti destekledi ve direndi. Biz Suriye'yi zafere götüren sebebin Allah'ın lütfunun ardından Suriye hükümeti, halkı ve liderlerinin direnişi ve sabrı olduğunu her zaman söyledik. Lübnan Hizbullahı, İran, Iraklı dostlar ve Rusya, Suriye'ye yardım etse de esas görev Suriye hükümeti, halkı ve ordusu tarafından gerçekleştirildi. Suriyeli liderler teslim olsaydı, Suriye ordusu çökseydi ya da Suriye halkı hükümeti ve orduyu desteklemekten vazgeçseydi Doğu Akdeniz'deki büyük savaşta hiçbir başarı elde edemezdik. Biz sadece onlara yardım ettik." şeklinde konuştu.

"Bütün ülkeler Şam'ın iki ay içinde devrileceğine inanıyordu"

Aralarında Türkiye'nin de olduğu bütün ülkelerin Suriye rejiminin iki ay içerisinde yıkılacağına inandıklarını belirten Nasrallah, gelinen noktada beklentilerin boşa çıktığını belirtti.

Nasrallah, "Sonuçta şimdi buradayız. Suriye krizinin başladığı 2011 yılından itibaren ABD önderliğindeki koalisyon bu ülkeye girdi ve dünyadaki bütün ülkeler Şam'ın iki ay içinde devrileceğine inanıyordu. Bütün Arap ülkeleri buna inanıyordu. Bazı dostlarımız bile buna inanmıştı. Buna gerçekten inanmasak da biraz kaygılıydık. Meselenin boyutları bizim için net değildi ve çok endişeliydik. O zamanlar, Suriye krizinden önce temas halinde bulunduğumuz Türkiye ve Katar gibi ülkeler bize mesajlar göndermişti. O dönem siyasi bir görevi bulunan Bay Davutoğlu Lübnan'a geldi. Türk liderler bize şu mesajı gönderdi: 'Size bir garanti vermek istiyoruz. Geride durun ve Suriye'ye güvenmeyin zira sizi temin ederiz ki Şam yönetimi iki ya da üç ay içinde düşecek.' İran'daki pek çok kardeşimiz de bu atmosferden etkilenmişti. Komutan ve bazı İranlı yetkililerle yaptığımız bir toplantıda bazı İranlı yetkililerin de bölgede oluşan atmosferden etkilendiğini öğrendik. Ancak bu toplantıda dünyadaki bütün ülkelerin, bölge uzmanlarının ve hatta bazı İranlı yetkililerin görüş ve düşüncelerinin aksine Komutan bana döndü ve 'Suriye ile Beşar Esad'ın kazanmasını sağlamalıyız ve sonunda kazanacaklar.' dedi. Yaklaşık iki yıl sonra da Komutan'ın tahminlerinin doğru olduğu ortaya çıktı. Şimdi bu noktadayız yani Suriye'de muhtemelen büyük ve tarihi bir zafere şahitlik ediyoruz. Bir an için IŞİD ve Nusra Cephesi ile onların Amerikalı müttefiklerinin Suriye'de zafer kazanıp ülkeyi egemenlik altına aldıklarını hayal edin. Lübnan, Irak ve İran'a ne olacaktı? Bölge halklarının kaderi nasıl olacaktı? Filistin ve Kudüs'ün kaderi ne olacaktı? Tekfircilerin zafer kazanması durumunda Yüzyılın Anlaşması çok daha önce yapılacak ve bugün hayata geçirilecekti. Suriye'de kazanılan zaferin önemini kavramak istiyorsak soruyu tersten sormalıyız; 'Eğer kazanamasaydık, Suriye'de mağlup olsaydık ve onlar kazansaydı Suriye, Lübnan, Filistin, Irak, İran ve bütün bölgedeki durum ne olacaktı?' Bu soruyu cevapladığımız zaman savaşçıların Suriye'de başardığı şeyin önemini ve direnişlerinin değerini daha çok anlayacağız." ifadelerini kullandı.

"Suriye muhalefeti, siyasi müzakere ve tartışmaları reddetti"

Suriye hükümeti, İran ve Hizbullah'ın, Suriye muhalefetiyle sayısız kez temas kurduğunu ve onları siyasi bir çözüme ulaşmak için müzakereye davet ettiğini belirten Nasrallah, onların hedefinin Suriye'de demokrasi ya da reform yapmak olmadığını söyledi.

Nasrallah, "İlk seçeneğimiz müzakere idi ve siyasi çözüm önceliğimizdi. Suriye hükümeti, İran'daki kardeşlerimiz ve Hizbullah'tan biz, Suriye muhalefetiyle sayısız kez temas kurduk ve onları siyasi bir çözüme ulaşmak için müzakereye davet ettik. Ancak onlar siyasi müzakere ve tartışmaları kesinlikle reddettiler. Suriye hükümetinin iki ya da üç ay içinde devrileceğine inanıyorlardı. Suriye muhalefetindeki bazı nüfuzlu kimselerin bizim ölüyü diriltmeye çalıştığımızı söylediğini hatırlıyorum! Şam hükümetinin işinin bittiğini ve böyle bir hükümetle müzakereyi kabul etmeyeceklerini söylediler. Bu, onların yanlış hesaplarıydı zira siyasi bir çözüm için müzakere etmeyi kesin bir dille reddettiler. Daha büyük hesap hataları ise askeri seçeneğe çok erken geçmeleri oldu. Daha önce söylediğim gibi onların hedefi Suriye'de demokrasi ya da reform yapmak değildi. Onların esas amacı Şam hükümetini devirmek, Suriye ordusuna saldırmak ve ülkedeki denklemleri değiştirmekti. Suriye hükümeti ile müttefiklerinin silahlı direnişi tercih ettiğinde ise başka bir seçenekleri yoktu." açıklamasında bulundu.

Müslümanlar arasında İslami vahdet politikası

Müslümanlar arasında vahdet ve İslami mezheplerin birbirlerine yakınlaştırılması politikasının bütün Müslümanların izlemesi gereken İslami bir tutum olduğunu söyleyen Nasrallah, "Ayetullah Humeyni'nin Müslümanlar arasında İslami vahdet, dayanışma ve İslami mezheplerin birbirlerine yakınlaştırılması politikasının bu anlamda çok önemli olduğunu" söyledi.

Nasrallah, "İran İslam Cumhuriyeti bu politikayı her zaman destekledi. Ayetullah Hamaney de liderlik görevini aldıktan sonra bu politikayı güçlü bir şekilde izledi. Her zaman üzerinde durdu. Gerçek şu ki bu aynı zamanda Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ve Kur'an'daki gerçek İslam'ın politikasıdır. Müslümanlar arasında vahdet ve İslam mezheplerinin yakınlaşması politikası bütün Müslümanların izlemesi gereken İslami bir mantıktır. Bu bağlamda çok çaba harcandı. İran'da İslam İnkılabı'nın zaferinin ardından bölgede ve hatta dünyada İslami gruplar ve Müslüman âlimler arasında kapsamlı ilişkiler geliştirildi. Daha da ötesi İslami mezhepleri yakınlaştırma politikasını desteklemek için yıllar boyunca çok sayıda kongre ve konferans düzenlendi. Şüphesiz İmam Humeyni ve aynı zamanda Ayetullah Hamaney'in Filistin davası karşısındaki tavırları Müslümanların tek bir bayrak altında yani Filistin davasının çevresinde toplanmasında önemli bir rol oynadı." dedi.

"ABD ile Suudi rejimi bölgede fitne çıkarma peşinde"

2011 yılından bu yana bölgede Şiiler ve Sünniler arasında fitne ve ayrılık yaratmayı hedefleyen ABD ve Suud projesinin varlığını dile getiren Nasrallah, "Bu, Suriye, Irak, Yemen ve Bahreyn'de yaşananlardan daha tehlikelidir. ABD-Suud koalisyonu Yemen'e karşı askeri harekâta giriştiği zaman Mescid-i Haram'ın Cuma İmamı, Cuma Namazı sırasında Yemen'deki savaşı Sünni-Şii savaşı olarak duyuruyordu. Suudiler, Suriye savaşını da etnik ve dini bir savaş olarak sunmaya çalıştı. Bölgedeki çeşitli savaşları mezhebi ve kabilesel çatışma olarak gösterebilmek için medyada çok çaba harcandı ve büyük miktarda para döküldü. Tüm bu çabalar başarısızlığa uğradı. Şiiler bu mantığı reddetti. Çok sayıda Sünni âlim ve Sünni figür bu mantığı reddetti. Şii ve Sünniler arasındaki ilişkiler, İran’ın çabaları ve aynı zamanda İmam Humeyni ile Ayetullah Hamaney'in duruşları, dünya Müslümanları arasında sağlam ilişkiler yarattı ve böylece İslam Dünyası Şiiler ile Sünniler arasında bir iç savaş çıkarmayı hedefleyen fitneyi bertaraf etmeyi başardı. ABD ile Suudi Arabistan'ın bölgede fitne çıkarma çabalarında ağır bir mağlubiyet aldıklarına ve Irak'taki hadiseleri Sünni-Şii savaşı gibi göstermede başarısız olduklarına inanıyorum. Sünnilerin, Şiilerin, Iraklı Şii ve Sünni göçebelerin hepsinin IŞİD'e karşı durduğunu ve bunun öncesinde ABD işgaline direndiklerini gördük. Suriye'de de insanlar, Suriye ordusu, halk güçleri ya da müttefik güçler, yani IŞİD, Nusra Cephesi ve diğer gruplara karşı savaşanların çoğu Sünni idi. Yani Suriye'de Şiiler ve diğer İslami mezhep mensuplarıyla yan yana savaşanların çoğu Sünni idi. Sonuç olarak Yemen ya da diğer ülkelerde şu ana kadar yaşananlara dayanarak bölünmeyi teşvik eden projelerin başarısız olduğuna inanıyorum. Bunun anlamı İslam ümmetinin mezhepsel çatışmalardan etkilenme riskinden büyük oranda kaçınmasıdır. Bu başarıyı sağlamlaştırmak için bu stratejiyi sürdürmeliyiz. Gelişen ilişkiler, işbirliği, Filistin davasına destek, ABD'ye direniş ve bölge halklarının savunulması Müslümanlar arasındaki vahdet ve dayanışmayı güçlendirebilir." ifadelerini kullandı.

"Filistin davası Müslüman dünyanın en önemli sorunudur"

Belli bazı çevrelerin kasıtlı bir şekilde Filistin halkının Sünni oluşu ile ilgili propaganda yaptığını ve kafa karışıklığı oluşturmak istediğini söyleyen Nasrallah, "Biz Ayetullah Hamaney'in her zaman Filistin davasının Müslüman dünyanın en önemli sorunu olduğunu ve Filistin konusunda asla bir Sünni-Şii bakış açısını benimsemediğini gördük. Komutan'ın bu duruşu Filistin'in siyonistler tarafından işgal edilmesinden bu yana sabittir. Ulema, fukaha, Necef ve kutsal Kum şehirlerinin bütün merce'leri ve bütün dünya Şiileri tarafından da aynı duruş gösterilmektedir. Bunun da ötesinde (Eğer haklarında öyle söylemek uygunsa) geleneksel ve devrimci olmadıkları söylenen büyük ulema ile merce'lerimiz de Filistin davasını desteklemekte ve gasıp israili suçlayıp Filistin'e yardım sağlamaktadır. Hepsi de sadaka ve İmam'ın payının bir kısmının Filistin direnişi için harcanması konusunda yazılı izin vermişlerdir. Merce'nin, İmam'ın payının harcanması konusunda genellikle dikkatli olduğunu biliyorsunuz ancak onun tamamının ya da bir kısmının Filistin direnişi için harcanmasına izin vermişlerdir. Şimdi, Filistin direnişinin mensupları kimlerdir? Filistin direnişinin üyeleri Sünnidir, Şii değil. Hatta çoğu İslamcı bile olmayıp milliyetçi ya da sol eğilimleri vardır. Merce'miz yardım için herhangi bir ön koşul koymamış ve Filistin'in özgürleşebilmesi için İmam'ın payının Filistin Direnişine verilmesine onay vermiştir. Yani büyük bir feraset ve şuur mevcuttur. Düşman sahip olduğu bütün araçlar ve çeşitli silahlarla bizi Filistin davasından uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Örneğin geçmiş yıllarda Filistinli suikast bombacıları, terör eylemleri düzenlemeleri için Şiilerin yaşadığı bölgelere gönderilmişti. İşte bu yüzden birkaç yıl önceki Kudüs gününde şunları söyledim: 'Neden Filistinlileri gönderiyorsunuz? Neden kadın ve çocuklarımızı öldürmek için onları kiralıyorsunuz? Eğer bizi Filistin davasından uzaklaştırmak istiyorsanız bizi her yerde öldürün, her kapıda, her mescitte ve her Hüseyniye'de. Bizler Emir El Mü'minin İmam Ali'nin (a.s.) Şiasıyız ve Filistin'in, Filistin halkının ve İslam ümmetinin Filistin'deki kutsal kurumlarının elimizden alınmasına izin vermeyeceğiz.' Bu çabalar teori ve pratikte bilinmektedir. Şüphesiz ki bu hakikatin ve İslam'ın meselesidir ve İran İslam Cumhuriyeti, biz ve bütün Müslümanlar dini ve kutsal bir görev olarak bu dava için harekete geçmeliyiz." şeklinde konuştu.

İslami vahdet konferansları

Ayetullah Hamaney'in İslami mezheplerin yakınlaşması politikası hakkında da değerlendirmelerde bulunan Nasrallah, şu ifadelere yer verdi:

İran'da çok sayıda konferans düzenlemesi, Komutanın bu toplantılara özel bir dikkat göstermesi ve katılımda ısrar etmesi, dinleyiciler ile dünya Müslümanlarına hitaben yaptığı konuşmalar gibi yakınlaşmayı teşvik eden hareketleri İslami mezheplerin yakınlaşması politikasına örnek verilebilir. İran'daki İslami vahdet konferanslarında Lider'in, bütün güvenlik ve diğer önlemleri göz ardı ederek Şii ve Sünni âlimlerin arasında durduğunu ve onlarla görüştüğünü defalarca gördük. Onun bu davranışının esas sebebi İslami cemaatler ve Müslüman ulema arasında vahdet kültürünü yayma ihtiyacının üzerinde durmasıydı. Biz de Lübnan'da 'Müslüman âlimler toplantıları' düzenliyoruz ve bunlar İslami mezhepleri bir araya getirmek için güzel ve başarılı örnekler. Bu toplantılara çok sayıda Şii ve Sünni âlim katılıyor. Bu toplantıları organize eden kardeşlerimiz ne zaman Müslüman âlimler toplantısı için İran'a gidip Komutan ile görüşse böyle toplantıların düzenlenmesi ile ilgili onun takdiriyle karşılaşıyor ve Komutan böyle toplantıların diğer İslam ülkelerinde de desteklenmesinin gerekliliğine vurgu yapıyor. Komutan geçtiğimiz yıllarda bazı cesur duruşlar sergiledi.

"Londra merkezli Şiilik"

Şii ve Sünnileri ayırmayı hedefleyen pek çok çabayla karşılaştıklarını ve maalesef Vahhabi ve Tekfirci hareketlerin yanında Sünniliğe atfedilen bazı uydu kanallarında Şiilik ile ilgili yalanlar söylendiğini belirten Nasrallah, "Şiilikte kesinlikle olmayan bazı inanışların olduğunu iddia ediyorlardı. Şiilikle bir işi olmayan ama Şii toplumuna, figürlerine ve gruplarına atfedilen ve 'İslam Ümmeti', 'özgürlük' ve 'mukaddesatı savunmak' gibi mevcut fikirlerin hiçbirini önemsemeyen bazı uydu kanalları mevcut. Bu uydu kanallarının tek görevi karşı tarafı eleştirmek için hakaretler ederek Şii ve Sünnileri bölmek. Komutanın 'Londra merkezli Şiilik' dediği grup işte bunlar. Şii olsun Sünni olsun her bir topluluğa atfedilen bu uydu kanallarının faaliyetleri ikisinin de tek bir güç tarafından yönetildiğini gösteriyor. Örneğin Şiiliğe atfedilen bazı kanalların Hazreti Muhammed'in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) bazı eşleri ve ashabına hakaret ettiğini görüyoruz. Sonra da Vahhabi kanalları bunları yayınlıyor. Bu da her kanalın Şii ve Sünniler arasında fitneyi ve mezhepsel çatışmaları canlandırmak için tamamlayıcı rol oynadığı anlamına geliyor. Bunun elbette Müslümanlar için tehlikeli sonuçları var. Lübnan ile Suriye ve Mısır gibi diğer ülkelerde yaşayan ve aynı şekilde bunun çok tehlikeli olduğuna inanan önemli Sünni âlimlerle meseleyi tartıştım. Biz sadece tek bir kişinin bu problemi çözebileceğine ve bu dalgaya karşı durabileceğine inanıyoruz. Zira bunun için cesaret ve üst düzey bir pozisyon gerekiyor ki böylece fitnenin tamamen yenilmesi için bağımsız bir duruş sergilenebilsin. Birkaç yıl önce Komutan ile yaptığım bir görüşmede bu konu ve isimlerden bahsettim. O da şunu söyledi: 'Hadiselerin çok tehlikeli olduğu doğrudur. Mezheplerin önemli şahsiyetlerine hakaret etmek en kötü şeylerden birisidir ve bu olayla ilgili güçlü bir duruş benimsememiz gerekmektedir.' Birkaç yıl önce Komutan Kürdistan bölgesine giderek Senendec şehrinde bir konuşma yapmıştı. O toplantıda Sünni figürlere hakaretin haram olduğu gerçeğinin üzerinde durdu. Bu konuşmanın üzerinden fazla geçmemişti ki sözde Şii uydu kanalları Seyyide Aişe hakkında aşağılayıcı yayınlar yapmaya ve Şiilerin daha önce kullanmadığı ifadelerle onu suçlamaya başladı. Bu olay Müslümanlar arasında büyük bir fitneye neden olabilirdi. Daha sonra bazı dini uzmanlar, İnkılab Lideri'ne bir mektup yazarak İslami mezheplerin önemli şahsiyetlerine hakaret hakkında soruşturma ve ilgili yasaların uygulanması talebinde bulundu. Komutan'ın cevabı çok güçlü ve netti. Bu cevabın Arap ve İslam ülkeleri üzerinde önemli bir etkisi oldu. Komutan'ın Senendec'deki konuşması ile âlimlerin Şii ve Sünniliğe atfedilen kanallar hakkında soruşturma talebine verdiği "evet" şeklindeki net cevabın fitnenin önünü kestiği ve çekişmeleri canlandırmak isteyenlerin amaçlarını nafile kıldığına sizi temin ederim. Daha da ötesi, Allah'ın lütfuyla, Kum ve Necef'teki değerli merce'ler, o dönem ayrı ayrı bildiriler yayımlayarak Şii toplumunun gerçek pozisyonunun Ayetullah Hamaney'in açıkladığı şekilde olduğunu duyurmuştu." dedi.

"Suudi rejiminin bölgedeki direniş gruplarıyla sorunu var"

Bölgedeki gelişmelerin bir Suud-İran çatışması olarak yorumlanmasının hata olduğunu belirten Nasrallah, "Bölgedeki çatışmalar İslam Cumhuriyeti kurulmadan önce de yani Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletlerinin çatışmaların tarafı olduğu zaman da mevcuttu. Buna ek olarak İran İslam Cumhuriyeti kurulmadan önce de bölgede Arap-israil çatışması vardı. Arap-israil çatışması İslam Devrimi'nin zafere ulaşmasından önce yani 1948'de mevcuttu. Yani Suudi Arabistan'ın bölgedeki çoğu ülke ve çoğu direniş grubuyla sorunu, İran İslam İnkılabının zaferinin öncesine kadar gitmektedir. Bu iyi bilinen bir gerçektir. İran İslam İnkılabı muzaffer olunca ve ABD'nin en iyi dostlarından birisi olan Pehlevi rejimi yıkılınca İran'da İslam Cumhuriyeti kuruldu ve Filistin davasını, direniş örgütlerini ve mazlumları desteklemeye başladı. Suudi Arabistan ilk andan itibaren İslam Cumhuriyetine düşmanlığını açıkladı. Elbette ki İmam Humeyni, İnkılab'ın ilk günlerinden itibaren bütün Arap ve İslam ülkelerine dostluk eli uzatmıştı. Buna rağmen es-Suud, İran İslam Cumhuriyetinin mevcudiyetini ABD'nin, israilin, tiranların ve otokratların, ayrıca Washington ve Tel Aviv'in bölgedeki paralı askerlerinin çıkarlarına bir tehdit olarak görmüştü. Suudi Arabistan bu yüzden İslam Cumhuriyetine düşman kesildi." ifadelerini kullandı.

"İran-Irak savaşında Saddam'ın yanında durdular"

Suudi rejiminin İran-Irak savaşında Saddam'ın yanında durduğunu ve Saddam'ı desteklemek için 200 milyar dolar ödediğini belirten Nasrallah, "Yani Suudi Arabistan, İran İslam Cumhuriyetine karşı düşmanlık, savaş ve komploların öncüsüdür. Diğer yandan Suudi Arabistan'a dostluk elini uzatan ise İran olmuştur. Suudi Arabistan'ın İran ile ilgili sorunu temelde Suudi rejiminin Filistin ve bölgede direnişi destekleyen ülkelerle ilişkisini kötü etkileyen sebeplerle ilişkilidir. Bu bir gerçektir. İran ile Suudi Arabistan arasında bir vekâlet savaşı söz konusu değildir. Suudi Arabistan, İran İslam Cumhuriyeti'nin Lübnan'daki pozisyonuna bakmaksızın ve hatta İslam İnkılabı'nın zaferinden önce her zaman direniş gruplarının karşısında yer almıştır. Yani bizim Suudi Arabistan'la sorunumuz İran'ın duruşu ile ilgili değildir. Suudi Arabistan'ın tarih boyunca Filistin direnişine karşı duruşunun da İran ile bir ilgisi yoktur. Örneğin Suudi Arabistan ile Mısır'daki Cemal Abdunnasır arasındaki büyük düşmanlığın yaşandığı dönemde, İran'da İslam İnkılabı henüz gerçekleşmemişti. Yani İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşundan önceki dönemde yaşanan ihtilafların kendi açık sebepleri vardı. İran İslam İnkılabı zafere ulaştığında ve İslam Cumhuriyeti İslam ve Arap ümmetinin sorunlarıyla ilgilenmeye başladığında Suudi Arabistan da İran'a düşmanlık etmeye başladı. Hakikat budur." diye belirtti.

"Her tarafını yolsuzluk saran Suudi rejimi son dönemine girdi"

Suudi rejiminin çok yaşlı ve yıllandığını belirten Nasrallah, "Belki de bu rejim doğal sebeplerden ötürü son dönemine gelmiştir. Suud ailesi son yüz yıldır diğerlerine karşı her türlü zulmü işlemiş olup kendi halkının varlıklarını yağmalamıştır. Rejimin her yerini yolsuzluklar sarmıştır ve bu ülkede özgürlüklere yönelik baskılar tepe noktasına ulaşmıştır. Ek olarak Suudi aile üyeleri içinde güç tekeli son yüzyılda zirve yapmıştır." dedi.

Nasrallah, sözlerini şöyle sürdürdü:

Ancak bu rejimin sonunu getirecek olan şey mevcut yetkililerin performansı olacaktır. Bu performans hem görünüş hem de eylem metodu olarak Suudi Arabistan'ın önceki yetkililerinden tamamen farklıdır. Örneğin Veliaht Prens Muhammed bin Selman, Yemen'e savaş açmıştır ve şimdi onun bu ülkede korkunç suçlar işlediğine şahit oluyoruz. Böyle bir karar yani Yemen'e açılan savaş ve sivillere karşı işlenen suçların, şüphesiz Suudi rejiminin geleceği üzerinde olumsuz etkileri olacaktır. Diğer yandan Suudi Arabistan'ın başka ülkelerin işlerine açık bir şekilde müdahalesi, diğer faktörlerle birlikte bu rejimin geleceğini etkileyecektir. Örneğin Arap dünyasında Suudi yetkililerin her ülkeye müdahil olduklarını ve kendilerini halklardan yana göstermeye çalıştıklarını görüyoruz. Son 40 yılda Suudi Arabistan'ın kendisini tüm ülkelerin dostu olarak takdim etmeye çalıştığını ve başkalarına yardım eden iyi devlet rolü oynadığını görüyoruz. Ancak ilk kez pek çok Arap ülkesinden 'Kahrolsun Suud' sloganının yükseldiğini duyduk. İlk kez hükümetler kadar siyasi ve milli grupların açıkça Suudi Arabistan'ın suçlarına ve Arap ülkelerine müdahalesine karşı çıktığını gördük. Suudi Arabistan'ın Bahreyn, Yemen, Irak, Afganistan ve Pakistan'a müdahaleleri görülebilir. Şu anda Libya'da bile taraflardan birisi, Suudi Arabistan ile BAE'nin Trablus ile Libya'yı yok etmek için entrika peşinde olduğunu söylüyor.

"Trump karşısında zilleti ve onursuzluğu tercih ettiler"

Bugün çok sayıda Arap ve İslam ülkesinin, çok sayıda insan, parti, hareket, alim ve hükümetin, Suudi rejiminin tavrından tiksindiğini belirten Nasrallah, "Suudilerin Filistin sorunu ve özellikle sözde Yüzyılın Anlaşması karşısındaki duruşları da buna etki etmiştir. Suudi Arabistan'ın Trump karşısındaki zilleti, onursuzluğu ve rezilliği, Suudi yöneticilerin onur ve iktidarının altını oymaktadır. Suudiler daima kendilerini başkalarından bağımsız, şerefli ve Kutsal mekânların hizmetkârı olarak takdim etmişlerdir. Trump'ın Suudi Arabistan hakkındaki açıklamalarını herkes gördü. 'Suudi Arabistan kralını aradım ve onu sevdiğimi söyledim.' O, Suudi Arabistan Kralı'na şunu söylediğini aktarıyor: 'Senin çok paran var ve biz seni desteklemek için çok para ödedik. Bunun karşılığını ödemelisin.' Trump, New York'taki bir dükkânda 100 dolar kazanmaktan çok daha kolay bir şekilde Riyad'dan büyük miktarlar aldığını söyledi. Suudi Arabistan'a, medyasına, yetkililerine bakın. Mutlak sessizlik hâkimdi. Onların dostları ve medyaları da tek kelime etmedi. Bu nihai bir zillettir. Trump benzer açıklamalar yaparak Suudi Arabistan ile alay etti ve aşağıladı. Amerikalılar Suudilere gülmekte ve onlarla dalga geçmektedir. Suudi Arabistan, tarihinde böyle bir zillet, değersizlik, zayıflık ve skandal yaşamamıştır. İşte tam bu yüzden mevcut Suudi yöneticilerin iktidarda çok uzun kalamayacağını düşünüyorum. İlahi sünnet ve tabiat kanunları onların uzun süre dayanamayacağını gösteriyor." dedi.

"Gerçek güç halkın varlığının verdiği güçtür"

Yemen, Bahreyn ve Filistin'deki halk hareketi ve direnişlerinin çok değerli olduğunu, Direniş hareketinin de attığı bazı adımlarda o bölge halklarına odaklandığını belirten Nasrallah, sözlerini şöyle sürdürdü:

Komutan'dan halka açık konuşmalarda, halka açık toplantılarda ya da özel toplantılarda duyduğumuz şey onun her meselede kitlesel halk hareketlerinin rolüne yaptığı vurgu oldu. O, eğer bir örgütlenmeniz varsa bu örgütün destekçilerinin ve halkın kalbinde bir yeri olması gerektiği ve hiçbir örgüt ya da partinin harekete dâhil olan insanlardan ayrılamayacağının üzerinde her zaman durmuştur. Gerçek güç halkın varlığının verdiği güçtür. Elbette biz bunu İran İslam İnkılabı'nın zaferinde gördük. Lübnan Hizbullah'ı konusunda da böyle bir tecrübemiz var. Hizbullah olarak Lübnan'daki gücümüzün tek kaynağı askeri yetenekler değil aynı zamanda bu örgütün farklı grupların tabanından aldığı destektir. Filistin'de de israilin saldırı ve Yüzyılın Anlaşması gibi komplolarına karşı savaşanlar Filistin halkıdır. Filistin direniş hareketleri Filistin halkının desteği sayesinde direnebilmekte, savaşabilmekte ve pozisyonlarını güçlendirebilmektedir. Bugün Yemen'de halkın varlığı ve sevgili kardeşimiz Seyyid Abdülmelik el-Husi liderliğindeki Ensarullah'a desteği olmasaydı savaşta mücadeleyi sürdürebilir miydi? Yemen'in Sadaa ve Sana gibi pek çok şehrinde savaş, kolera gibi salgın hastalıklar ve kuşatma gibi pek çok soruna rağmen büyük bir halk desteği görüyoruz. Yemen halkı her şeye rağmen erkek ve kadın, yaşlı ve genç her fırsatta caddelere dökülmekte ve halkın bu desteği Yemen ordusu ile halk güçlerine Suudi-Amerikan işgaline direnme gücü vermektedir. Başka bir örnek de Irak'tır. IŞİD'e karşı duran kimdir? Irak'ta halk IŞİD'e karşı durmuştur. Irak'ta Merce'nin fetvası ve Ayetullah Hamaney ile İran İslam Cumhuriyeti'nin desteğinin ardından IŞİD'e karşı direnmeyi başaranlar, Irak halkı ile Halk Güçleridir. Eğer Irak halkı, Halk Güçlerini, orduyu ve Merce'yi desteklemeseydi Tekfircilere karşı direniş ve onlara galebe çalmak mümkün olmayacaktı. Her yerde durum aynıdır. Yani halkın tepkisi, temel meseledir. On yıllardır yaşanan komplo ve aldatmalara rağmen bugün Filistin davasını canlı tutan şey, ABD'nin bölgede Filistinlileri birbiri ardına hedef alan plan ve entrikalarını yenen esas faktör, hükümetlerin duruşu değil halk desteği olmuştur. Zaferin kaynağı her zaman halkın duruşu, ulusların ayaklanışı, meselelere gösterdiği itina, müdahaleleri, fedakârlıkları ve direnişi olmuştur. Lübnan edebiyatında şöyle bir söz vardır: 'Halk ve direniş deniz gibi yani su ve balık gibidir.' Balık suyun dışında yaşayamaz. Bunun anlamı, hiçbir direniş hareketinin halk dışında ve geniş halk desteği olmadan direnip kazanamayacağıdır.

Irak'ın ABD tarafından işgali

ABD'nin Irak'ı işgal etmesinin ardından İran İslam Cumhuriyeti'nin son derece açık bir şekilde ABD'ye Irak'tan çekilmesi ve Irak halkının ülkelerini yönetmesine izin vermesi çağrısında bulunduğunu belirten Nasrallah, bunun önemli bir politik duruş olduğunu söyledi.

Nasrallah, "Irak'ın ABD tarafından işgal edilmesinin ardından İran, Irak'taki partiler, hareketler ve çeşitli grupları bir araya getirerek işgalcilere karşı yekvücut bir duruş sergilemeleri için çok çaba sarf etti. Aynı anda Amerikalılar da işgali sağlamlaştırmak için Irak'taki iç anlaşmazlıklardan faydalanmaya çalıştılar. İran İslam Cumhuriyeti'nin buna göre ikinci adımı da aralarında entelektüel, siyasi, dini, kabilevi ve bölgesel farklılıklar bulunan Iraklı komutan, grup ve partilerin pozisyonlarını koordine etmek oldu. İran Irak'ta farklı tarafları bir araya getirme hedefine ulaşmak için Araplar, Kürtler, Türkmenler, Şiiler ve Sünnilerle yani bütün Iraklılarla iyi ilişkiler kurdu. İran, Necef'teki dini mercinin, Şiilerin önemli mercilerinden Ayetullah Sistani'nin duruşunu desteklemiştir. Zira Necef'teki mercinin duruşu temel ve önemli hadiselerin şekillenmesinde çok önemli ve büyük bir etkiye sahip olmuştur. Örneğin ABD, Irak'ı işgal etmesinin ardından ülkede yeni bir anayasal düzen kurmak istemiş ancak Merce buna karşı çıkarak anayasa konusunda Iraklıların kendilerinin karar vermesi gerektiğini ilan etmiştir. Bu, Mercenin müdahale ettiği olaylardan sadece birisidir." dedi.

"İran, Irak'taki direniş gruplarını destekledi"

Irak'ta Amerikan işgaline direnen grupları güçlendiren ve ilham veren önemli faktörlerden birisinin İran’ın desteği olduğunu belirten Nasrallah, "İran İslam Cumhuriyeti'nin pozisyonu açıktı. Irak'taki direnişi Irak halkının meşru ve tabii hakkı olarak görüyorlardı. Iraklıların ülkelerini işgal edenlere karşı silahlı direnişe geçmelerinin onların hakkı olduğunu düşünüyorlardı. Sonuç olarak ABD, Irak'taki hedeflerine ulaşamadı. İslam Cumhuriyeti'nin Irak'taki Merce ile birlikte başka bir sahnede oynadığı önemli rollerden birisi de farklı mezheplerin üyeleri arasındaki çatışmaları önlemek için çok çalışması olmuştur. O dönem tekfirciler Irak'a girmişti ve camii, Hüseyniye, İmam Hüseyin (a.s.) ve Samara'daki İmam Asgar'ın (a.s.) da aralarında bulunduğu masum imamların türbeleri gibi Şii toplumuna ait yerlere intihar saldırıları düzenleyerek Şii ve Sünniler arasında çatışma çıkarmaya çalışıyorlardı. İntihar bombacılarının çoğu Suudi Arabistanlıydı ve kullandıkları bombalı araçlar da Suudi Arabistan istihbarat servisi tarafından gönderiliyordu. Sonuç olarak Riyad yönetimi Irak'ta dini hizipçilik yaratmak için çabaladıysa da Necef'teki ulemanın ve İran’ın çabaları tüm zorluklara rağmen kabile çatışmalarını ve bir iç savaşı önlemiştir." ifadelerini kullandı.

"ABD, Irak'ta kalmasının imkânsız olduğunu gördü"

Bir yandan siyasi direniş ve siyasi çaba, diğer yandan da silahlı direnişin sonucu olarak ABD'nin Irak'ta kalmasının imkânsız olduğunu gördüğünü belirten Nasrallah, "Nuri El Maliki'nin başbakanlığı döneminde Irak'tan çekilmek için bir anlaşma yapmak istediler ve sonuçta Bağdat ve Washington yönetimleri arasında ABD birliklerinin Irak'tan çekilmesi kararına götüren bir anlaşma imzalandı. ABD tabii ki Irak'ta daha uzun süre kalmak istiyordu. Anlaşma müzakereleri sürerken Irak'taki toplam 150 bin askerin 50 bininin kalması için çalıştılar ancak Iraklılar bunu reddetti. Amerikalılar asker sayısında pazarlığa başladı. 30 bine, 25 bine, 20 bine ve son olarak 10 bine kadar düştüler. Ancak Iraklılar bunu da kabul etmedi. Ancak açıktır ki bu istisnasız bütün Iraklıların değil genel kamuoyunun görüşüydü. Irak hükümeti Amerikan birlikleri ile askeri güçlerine diplomatik dokunulmazlık vermeyi reddetti. Sonuç olarak Barack Obama yönetimindeki Washington'un Irak'ı terk etmek dışında bir seçeneği kalmadı. Evet, Amerikalılar Irak'taki konsolosluklarının yanında büyükelçiliklerini ve elçiliği koruyan çok miktarda askerin varlığını muhafaza ettiler. Ancak Irak'taki açık askeri varlıkları sona erdi. Amerikan askeri üsleri kapandı ve Amerikan askerlerinin Irak'tan çekileceği duyuruldu. Bu, Irak ve Irak halkı için büyük bir zaferdi. IŞİD'in Irak halkına bela ve acı vermesi ise başka bir hadise idi. IŞİD'i herkes biliyor. IŞİD, Suriye'deki yani Fırat'ın doğusu ile Badia çölündeki varlığından yararlandı. Bu örgütün Suriye topraklarının yüzde 40 ila 45'ini işgal ettiğini hatırlıyorsunuz. Aslında IŞİD'in yöneticileri, esas liderleri Iraklıydı ve Irak'a özel bir dikkat gösterdiler ve bel bağladılar. ABD ile bazı bölge ülkeleri ama en çok da Suudi Arabistan, IŞİD'in Irak'ta yaptıklarının perde gerisindeki sorumlusuydu. IŞİD, Musul, Diyala, Anbar ve Selahaddin'e vardığı zaman, Suudi Arabistan ve bazı Körfez ülkelerine ait uydu kanallarının bunu büyük bir zafer olarak sunduğunu hepimiz hatırlıyoruz. IŞİD kısa bir sürede Irak'ın bazı bölgeleri ile tesislerine hâkim oldu. Irak güvenlik güçleri çöktü ve IŞİD Kerbela'nın hatta Bağdat'ın yakınlarına dayandı. Durum oldukça tehlikeliydi. IŞİD Samara'nın birkaç yüz metre yakınlarına kadar geldi ve İmam Asgar'ın türbesi için büyük bir tehdit oluşturdu." şeklinde konuştu.

"İran, Irak'a yardım gönderdi"

İran’ın daha ilk günlerde Irak'a hemen yardım gönderdiğini ifade eden Nasrallah, sözlerini şöyle sürdürdü:

Irak'taki dini Merce belli kararlar aldı ve Ayetullah Sistani cihad-ı kifaye fetvası yayımladı. Iraklılar direnişe hazırlanmıştı ancak yönetime, komutaya, silah ve tesislere ihtiyaçları vardı. O dönem Irak'ın savaş techizatı ile tesislerinin önemli bir kısmı IŞİD'in eline geçmişti. Iraklılar silah depolarının çoğunun boşaltıldığını söylüyordu. İşte o ilk günlerde değerli kardeşimiz Hac Kasım Süleymani ile İslam Devrimi Muhazıflarından kardeşlerimiz Irak'taki direniş gruplarını organize etmek ve Irak hükümet güçleri ile koordine etmek için Bağdat'a gitti. Bay Nuri El Maliki de çok güzel işbirliği yaptı. IŞİD'e karşı direniş başladı. Birkaç gün sonra Hac Kasım Lübnan'a gelerek benimle görüştü. Benden 120 Hizbullah üyesini operasyonlara komuta etmek üzere Irak'a göndermemi istedi. Irak'ta çok sayıda savaşçı olduğu için savaşçıya ihtiyaç olmadığını ancak farklı bölgelerdeki operasyonlar için komutanlara ihtiyaç olduğunu söyledi. Daha sonra biz çok sayıda kardeşimizi Irak'a gönderdik. İran ile Irak arasındaki sınır açıldı ve böylece Tahran'dan uzak bölgelere gönderme ihtiyacı olmadan sınır bölgeleri üzerinden kolaylıkla silah temin edilmesi sağlandı. Teçhizat gönderildi. Irak ordusu ile halk güçlerine silah temin edildi ve savaş başladı. Bütün Iraklılar gerçeği biliyor. İran’ın Irak'a acilen yardım ulaştırdığını ve diğer yandan sağlam bir pozisyon aldığını söyledik. IŞİD hakimiyetine karşı çıkan İslam Cumhuriyeti, Irak'a yardıma ve tekfircilere karşı açıkça ve çekinmeden savaşa başladı. Devrim Muhafızlarının en iyi komutanları Iraklılar'a yardım için Irak'a gitti. İran'ın tüm imkanları Irak halkına sunuldu. Komutan'ın IŞİD'i mağlup etmek için Irak halkı ve Iraklı güçlere yardım konusundaki duruşunu herkes biliyor. İran İslam Cumhuriyeti'nin Irak'a yardım etmesini engelleyecek hiçbir kırmızı çizgi yoktu. Elhamdülillah, Irak'taki dini Merce, cihad-ı kifaye fetvası, Komutan'ın tavizsiz duruşu, İslam Cumhuriyeti'nin yardımları, Devrim Muhafızlarındaki ve özellikle Kudüs Gücündeki kardeşlerimizin doğrudan müdahalesi, Halk Güçleri ile Iraklı güçlerin aldıkları önlemler ve diğer yandan Iraklıların özellikle Şii, Sünni ve Kürtler arasında oluşan IŞİD'e karşı milli birlik ve dayanışma sayesinde birkaç yıl içinde büyük bir zafer kazanıldı. İran İslam Cumhuriyeti ve Komutan'ın, dini Merce'nin, Halk Güçlerinin, Irak hükümetinin ve Irak güvenlik güçlerinin tarihi ve büyük duruşları olmadan bu başarı mümkün olmazdı.

"Suudi rejimi ve ABD, Yemen'de yenilgiye uğradı"

Konuşmasında Yemen'de yaşananlara da değinen Nasrallah, Suudi rejimi ve ABD'nin, Yemen'de yenilgiye uğradığını belirtti.

Nasrallah, "Yemen'de mağlup olan sadece Suudi Arabistan değildir. ABD de bir yenilgi tatmıştır. ABD Yemen'de hüsrana ve ümitsizliğe uğramıştır. ABD bugün bölge ülkelerine istediğini dayatamamaktadır. Ancak Suud gibi korkak rejimlerle ilişkileri istisna. ABD, bölge ülkelerinin çoğuna kendi taleplerini empoze edemiyor. Washington kendi çıkarlarını savunamıyor. 20 yıl öncesini hatırlayın, ABD, Somali'ye girdi ancak bir yıl bile bu ülkede kalamadı ve sonuçta küçük düşmüş bir şekilde bu ülkeyi terk etti. ABD bölgede kalmak ve hakimiyet kurmak için çok zayıflamıştır. Günden güne gücü azalmaktadır. Bu, milletlerin bilinci ve kendilerine güveni sayesinde olmuştur. ABD'nin İran'ı kuşatıp İslami sistemi devirmek için kırk yıldır verdiği çabaların her zaman başarısızlıkla sonuçlanması, bu mağlubiyetin açık bir tezahürüdür. 'İslam Cumhuriyetini devirme peşinde değiliz, sadece İran'ın davranış ve metodunu değiştirmesini istiyoruz.' deseler de yenilmişlerdir. İslam Cumhuriyeti, aradan geçen kırk yıla rağmen değer, ilke ve duruşlarına sıkı sıkıya bağlılığını sürdürmektedir ve bu politika İmam Humeyni'den beri son derece açıktır." dedi.

"Yüzyılın Anlaşması hedefine ulaşamadı"

İşgalci ABD'nin bölgede planladığı hedeflerine ulaşamadığını belirten Nasrallah, açgözlü, kibirli ve mağrur ABD'nin yenilgiye uğradığının çok sayıda emaresinin olduğunu belirtti.

Nasrallah, "Pompeo Lübnan'a gelerek Lübnanlı yetkililerle görüştü. Sonra basın konferansında Lübnan halkına hitaben 'Cesur olup Hizbullah'a karşı savaşmalısınız.' ifadelerini kullandı. Her şeye rağmen tek bir olumlu cevap alamadı. Pompeo, Lübnan'a gelince düşmanlarımız bile ona 'Hizbullah'ın karşısına çıkamayız ve Lübnan'da bir iç savaşa neden olmamız kabul edilemez.' dediler. Yani ABD'nin talep ve kararları onların dostları tarafından bile kabul edilmiyor. Onlar bizim dostumuz değil düşmanlarımız. Bunun ilk sebebi bizim güçlü oluşumuz ve ikincisi de düşmanlarımızın Lübnan'ı bir iç savaşa götürmesinin ülkenin genelini kötü etkileyecek olmasıdır. Bu yüzden Hizbullah ile çatışmayı reddettiler. Trump ve damadı Jared Kushner, Yüzyılın Anlaşması'nı Filistin'e empoze etmenin yollarını arasalar da bütün Filistin halkının bu planı reddettiğini gördük. Hamas ve İslami Cihad'dan Fetih'e, Kurtuluş Örgütü'ne ve Mahmud Abbas'a kadar herkes Yüzyılın Anlaşması'na karşı. Bay Abbas anlaşma, müzakere ve taviz vermeyi kabul ediyor ancak şunu da söylüyor: 'Böyle sözleşme ve tavizler benim için bile kabul edilemez. Zira o kadar saygısız ve tahkir edici ki hiçbir Filistinli böyle bir plana razı olmaz.' Arap Birliği dışişleri bakanlarının son toplantısında bile katılımcıların çoğu dürüst olmamasına rağmen şöyle bir deklarasyon yayınlandı: 'Uluslararası anlaşma ve yasalara aykırı bir siyasi çözümü kabul edemeyiz.' Yani onlar da Yüzyılın Anlaşması'na karşı. Bunu açıkça ifade ettiler, ama neden? Çünkü Trump gibi birisi bu planı desteklese bile halklarının kabul etmeyeceğini biliyorlar. Sonuç olarak ABD'nin mağlubiyetine delalet çok sayıda işaret var. Daha da ötesi ABD yönetimindeki isimlerin birbirlerine saygı göstermediklerini görüyoruz. Diplomasiyi umursamıyorlar. Açgözlü, kibirli ve mağrurlar. Sonuç olarak dostlarını ve müttefiklerini aşağılayıp ilişkilerine zarar veriyorlar. Avrupalılara tavırları, Rusya ve Çin ile ilişkilerindeki gerilimler bu davranışlara örnektir. Dünyayı nereye götürdüklerini kimse bilmiyor. Bu ülkelerde ABD'nin güvenilir bir yönetime sahip olup olmadığını soran bir kamuoyu yoklaması yapsanız olumsuz cevap alırsınız. Sonuç olarak ABD'nin pek çok ülkedeki mağlubiyetinin işaretleri oldukça net." ifadelerini kullandı.

"Siyonist işgal rejimi savunma pozisyonuna geçmek zorunda kaldı"

Siyonist işgal rejiminin 1982 yılında Lübnan'ı işgal etmesinin ardından sürekli saldırı pozisyonunda olduğunu belirten Nasrallah, yıllar içerisinde Hizbullah'ın güçlenmesiyle beraber işgalcilerin savunma pozisyonuna geçmek zorunda kaldıklarını belirtti.

Nasrallah, "ABD'nin Lübnan'daki bütün plan ve projeleri başarısızlığa uğradı. 1982 ve 1985, sonra 2000, 2005 ile 2006 ve son olarak da mevcut zaman diliminde başarısızlıklar yaşadılar. Bugün Allah'ın lütfu ile ABD kendi arzularını Lübnan halkına dayatamıyor ve dayatma girişimleri başarısız oldu. Aynı şey israilliler için de geçerli. Sizin de gördüğünüz ve anlattığınız gibi Lübnanlılar son 70 yıldır yani gasıp israil kanser rejiminin kurulmasından bu yana görülmemiş bir biçimde güney Lübnan'a barış ve güvenlik hakim. Güney Lübnan ile işgal altındaki Filistin sınırının her zaman güvensiz olduğunu biliyorsunuz. israilliler orayı askeri olarak işgal edip bombaladılar. Sınırı geçip silahlı insanları, güvenlik güçlerini ve hatta sıradan insanları kaçırdılar. Lübnanlılarla alay ettiler. Örneğin 1967 yılında israil Sina, Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Golan'a ayrı askeri birlikler gönderirken israil savaş bakanına Lübnan'a askeri birlik gönderip göndermeyeceği sorulmuştu. Onun cevabı: 'Hayır, buna gerek yok. Lübnan'ı işgal etmek için bir müzik grubu göndermek yeterli.' olmuştu. Onların Lübnan'a saygısızlığı işte bu dereceydi. Bu dönem Yüce Allah'ın lütfu ve yardımıyla sona erdi. Bugün güney Lübnan'da bombalama, adam kaçırma, öldürme ve hatta sınırı geçmeye cesaret edemiyorlar. Çok dikkatliler ve daimi bir korku içindeler. Çünkü herhangi bir saldırı durumunda direnişin onlara kararlı bir cevap vereceğinin bilincindeler. Bu da bize göre oyunun ve çatışmanın kurallarını takip ettikleri anlamına geliyor. Güney Lübnan her zaman israil için korku kaynağı olmuştur ve bugün aynı şey Filistin'in kuzeyi için geçerlidir. Bizim kasaba ve köylerimizdeki insanlar değil Filistin'in kuzeyindeki sömürgeciler, yerleşimciler ve israilliler korkuyor. Önceden saldırı pozisyonunda olan israilliler şu anda duvar inşa edip savunma hatları kuruyorlar. Biz her zaman savunma pozisyonundaydık ancak bugün saldırı pozisyonundayız. Bugün onları tehdit eden biziz. Allah'ın yardımı ile bir gün işgal altındaki Filistin'e gireceğiz. Elhamdülillah sonuçta denklem değişti ve bu da İslam İnkılabı'nın ardından İmam Humeyni'nin ve Komutan'ın önderliği, sarsılmaz desteği ve Hizbullah ile bölgedeki direniş grupları ile birlikte İran İslam Cumhuriyeti'nin sabit duruşları sayesinde gerçekleşti." şeklinde konuştu.

"Hizbullah sadece silahlı bir yapılanma değil"

Hizbullah'ın Lübnan'ı korumak gibi bir görevinin olduğunu, bunun yanında bir halk hareketi olduğu için halka yönelik birçok faaliyet gerçekleştirdiğini belirten Nasrallah, şunları ifade etti:

Hizbullah sadece askeri bir örgüt olmayıp bir halk hareketidir. Bu grup, bir siyasi parti olmaktan ziyade bir halk hareketidir ancak Allah'ın Partisi adını taşımaktadır. Hizbullah milli ve halka ait bir hareket olarak hareket etmektedir. Silahlı direniş ve askeri faaliyetlere ek olarak Hizbullah'ın çok sayıda faaliyeti vardır. Hizbullah'ın dini faaliyetleri var. Dini okullardaki alim ve tebliğcilerimiz farklı bölgelerde İslami faaliyetlerde bulunuyor. Bu büyük bir değişimdir. Bugün Lübnan'da dini eğitim alan öğrencilerin sayısını geçmiştekiyle karşılaştırırsanız Lübnan nüfusunun önemli bir oranının dini eğitim alan öğrenci olduğunu görürsünüz. Eğer Kum ve Necef gibi kutsal şehirlerdeki kardeşlerimizi de eklersek ortaya çarpıcı rakamlar çıkar. Bu, Lübnan tarihinde benzeri görülmemiş bir durumdur. Dini faaliyetleri göz önüne alırsak Lübnan'ın pek çok kasaba ve köyünde önceden camii yoktu. Ancak bugün camisiz köy kalmamıştır. Şehirlerin de farklı bölümlerinde camiiler vardır. Örneğin yüzbinlerce insanın yaşadığı Güney Dahiye'de sadece 3 ya da 4 camii vardı. Ancak bugün Elhamdülillah bölgedeki çoğu mahallede camii bulunmaktadır. Bugün farklı bölgelerde okullar var. Farklı bölgelerde kadınlar için kültürel, bilimsel ve dini çalışma enstitüleri bir yana kadın okulları da bulunabilir. Muharrem ve mukaddes Ramazan aylarında dini törenler düzenlemek, Kur'an tilaveti toplantıları düzenlemek ve katılımın her yıl arttığı Muharrem törenleri düzenlemek de Hizbullah'ın diğer dini eylemleri arasındadır. İnsanlar Ramazan ayı ve Kadir gecelerindeki dini faaliyetlere katılmaya daha isteklidir. Hizbullah'ın dini faaliyetlerinin yanında akademik ve eğitim faaliyetleri de mevcut. Üniversitelerdeki en güçlü öğrenci teşkilatlarına sahibiz. Üniversitelerdeki en güçlü öğrenci teşkilatları (Hizbullah ile ilişkili olanlar) hem kız hem de erkek öğrencileri kapsıyor. Üniversitelerde önemli bir mevcudiyetleri var. Üniversitelerdeki profesörler ile orta ve yüksek okullardaki öğretmenler arasında güçlü ve faal bir mevcudiyete sahipler. Lübnan'daki okullarda bulunan öğrenci ve eğitim grupları arasında en güçlülerinden bir tanesi Hizbullah grubudur. Onlar Hizbullah'ın üniversitelerdeki öğrenci organizasyonlarının faaliyetlerine benzer faaliyetlerde bulunuyorlar. Yani kültürel, entellektüel, medyayla ilgili, siyasi ve bilimsel faaliyetler var. Resmi sınavlarda Hizbullah üyesi olan kız ve erkeklerin her zaman başarılı ve üst sıralarda olduğunu görüyoruz. Farklı gruplar için çeşitli kültürel ve sosyal faaliyetlerimiz var. Örneğin Hizbullah içinde 'Kadınlar Konseyi' adı verilen büyük bir teşkilat var. Bütün köylerde kadın toplulukları bulunuyor. Bütün kadınlarla iletişime geçip dini ve siyasi vesilelerle kültürel dersler ve törenler düzenliyorlar. Sosyal yardımda bulunuyor ve çeşitli alanlarda kadınların eylemlerini yönetiyorlar. Yine gençler için 'İmam Mehdi İzcileri' adını taşıyan bir teşkilatımız daha var. Bu teşkilat erkek ve kız üyeleri ile birlikte Lübnan'daki en büyük izci teşkilatıdır. Bu da başka bir kültürel, entelektüel, dini, sosyal ve tabii ki eğlence faaliyetidir. Bekaa ve Beyrut'un yanı sıra güney de dahil çeşitli bölgelerde İmam Mehdi (a.s.) adını taşıyan, ana okulundan orta öğretime okullarımız var. Birkaç yıl önce de bir dini eğitim üniversitesi kurduk. Bu üniversitenin çeşitli fakülteleri var. Bir de radyo istasyonumuz var. Al Nur radyosu, Lübnan'daki en güçlü radyo kanallarından birisidir. El Menar televizyon kanalı da bize ait ve bu alandaki faaliyetlerimiz televizyonun ötesindedir. Lübnan'da ayrıca İran'a ait olup Hizbullah içindeki kardeşlerimiz tarafından işletilen, sosyal hizmet faaliyetlerinin gerçekleştirildiği kurumlar var. Örneğin Şehit Vakfı, İmam Humeyni Yardım Komitesi ve diğerleri. Bu kurumlar şehit ailelerine, engelli savaş gazilerine ve temel imkanlardan yoksun ailelere hizmet veriyor. İhtiyaç içindeki çok sayıda fakir aile ve yetimi gözetiyoruz.

"Hizbullah olarak ülke yönetiminde söz sahibiyiz"

Hizbullah'ın meclis seçimlerine girdiğini, Lübnan meclisinde üyelerinin olduğunu belirten Nasrallah, diğer faaliyet alanları ile ilgili ise şu bilgileri verdi:

Hastanelerimiz, cerrahi ve tedavi kliniklerimiz var. Ayrıca acil hastalara müdahale eden en büyük sivil savunma teşkilatı bize ait. Bütün bunlar Lübnan hükümeti tarafından değil Hizbullah tarafından yönetiliyor. Bütün bu kurumlar halka sağlık, tıp, sosyal ve maddi hizmet veriyor. Bütün Müslümanların beytülmalı olarak bilinen ve İmam Kazım (a.s.) Karz El Hasan faizsiz finans Kurumu adını taşıyan bir kurumumuz daha var. Bu kurumun pek çok semtte şubeleri var ve şu ana kadar halka on binlerce lira faizsiz borç verdi. Bu da Lübnan'ın önemli ve meşhur meselelerinden birisi. Adı geçen tüm bu hizmet merkezlerinin yanında Hizbullah'ın başka kurumları da var. Bunlardan birisi 'Yapıcı Cihad' adını taşıyan ve kısaca zirai yardımda bulunan kurum. Bu bağlamda insanlara çok yardım ettik. Başka şeyleri de unutmuş olabilirim. Diğer önemli meselelerin arasında Hizbullah'ın belediye seçimlerine katılımı da var. Bugün Hizbullah çoğu belediyede mevcuttur ve belediye başkanlarının önemli bir bölümü bizim kardeşlerimizdir. Bu belediyeler de özellikle halka hizmet etmektedir. Sonuç olarak bugün Lübnan'ın farklı şehirlerine giderseniz durumun 10, 20 ya da 30 yıl öncesine göre önemli ölçüde değiştiğini göreceksiniz. Ayrıca Hizbullah'ın meclis seçimlerine girmesini de sağladık. Lübnan meclisinde üyelerimiz var. Meclisteki temsilcilerimiz kendi bölgelerinin insanlarına hizmet ediyor. Hükümette yer aldık ve bakanlarımız var. Yani askeri boyut bir yana Hizbullah'ın siyasi, sosyal ve kültürel faaliyetleri var. Ayrıca iletişim ve şiir, edebiyat, resim ve müzik alanlarında faaliyetleri olan kurumlarımız da var. Ancak medya genellikle askeri boyuta yoğunlaşıyor. Zira Hizbullah'ın 1982'den bu yana en önemli eylemi israilli işgalcileri mağlup etmek ve Arapların ilk açık zaferini kazanmaktır. Bu büyük ve önemli bir eylemdi. Hizbullah'ın askeri boyutunun sıkça gündeme getirilmesinin sebebi bu. Hizbullah ayrıca tekfircilere ve bütün bölgede yabancı hakimiyeti kurma projesine karşı savaşmak için Suriye'ye gitti. Sonuç olarak onun askeri boyutu büyük ve önemlidir. Ancak Hizbullah'ın diğer faaliyetleri de bazen medyada yeterince tasvir edilmese de güçlü bir biçimde sürmektedir.

"ABD ve Suudi rejimi Lübnan'ı kontrollerine almak istiyor"

ABD ve Suudi rejimini, Lübnan hükümetini başka ülkelerle ciddi işbirliklerini engellemeye çalışmakla suçlayan Nasrallah, "Aslında problem sadece Suudi Arabistan değil. Esas problem ABD'dir. Örneğin Lübnan hükümeti ile İran İslam Cumhuriyeti arasındaki işbirliğinin bozulmasına ne yol açmıştır? ABD'nin tehditleri. Lübnan hükümeti içindeki bazı kimseler ABD'den ve Lübnan'a yaptırım uygulamasından korkmaktadır. Aslında birkaç yıl önce bir İran heyeti Lübnan'a gelerek yardım ve borç teklifinde bulundu. Ancak Lübnanlılar ABD'nin tehdit ve yaptırımlarından çekindi. İran ile Lübnan arasındaki işbirliğine ABD taş koydu. ABD, Lübnan'ın sadece İran ile değil Rusya ve hatta Çin ile de işbirliği yapmasını engelliyor. Mesela Lübnan hükümeti Rusya'dan askeri techizat ve silah alıp kullanabilir ancak ABD 'Eğer Rusya'dan silah alırsanız Lübnan ordusuna yaptığımız tüm yardımları keseriz.' sözleriyle tehdit ettiği için bunu yapamıyor. Diğer yandan Çin de Lübnan'a pek çok fırsat sunuyor ve işbirliğine istekli. Ancak neden Lübnan'ın kapıları Çin'e açık değil? Ana sebep ABD'nin yaptırım tehdidi. ABD şu anda Lübnan'ı işgal ile tehdit edip askeri güç gönderemiyor. Çünkü Lübnan'a girerlerse işgal edip hakim olamayacaklarını biliyorlar. ABD durumun farkında ve Irak tecrübesi Lübnan'da tekrarlanmayacak. Zaten geçmişte Lübnan'da benzer bir tecrübeyi yaşamıştı. Ancak ABD şu anda yaptırımlara başvuruyor. Bir ülkeyi bankacılık, yabancı para ve ticari yaptırımlarla tehdit ettiği zaman karşı taraf ürküp geri adım atıyor. Ancak biz her halükarda hükümet içerisinde diğer yetkililerle birlikte ve elden geldiğince Lübnan'ın ve Lübnan halkının sorunlarının takipçisiyiz. ABD şu ana kadar güneyde israili destekleyerek Lübnan'ın ülkenin güneyinde petrol ve doğalgaz çıkarmasını engelledi. Zira israil tehdit etmekte. Elbette biz de onları tehdit ediyoruz. Buraya gelen şirketler güvence istiyor ve ABD petrol ve gaz çıkarmak için bölgeye gelen şirketleri cezalandırıyor. Elbette cesaret edip de gelen olursa. Yani ana sorun ABD. Tabii ki Suudi Arabistan da Lübnan hükümetinin başka ülkelerle ciddi işbirliklerini engellemeye çalışıyor. Örneğin şu anda Lübnan'ın Suriye ile iletişim halinde olup birlikte çalışması gerekiyor ancak Lübnan hükümeti içinde özellikle ABD ve Suudi Arabistan ile ilişkilerini hesaba katan bazı kimseler Lübnan'ın çıkarları bunu gerektirse de bundan kaçınıyorlar." dedi.

"Harika, benzersiz bir istihbaratımız var"

Siyonist işgal rejimine yönelik istihbari çalışmaları hakkında da bilgiler veren Nasrallah, "Şu anda israil hakkında birçok bilgiye sahibiz. Onların üsleri ve kışlalarını biliyoruz. Ordusunun güçlü yanlarını, zayıf yanlarını ve yeteneklerini biliyoruz. Bu da bizim gücümüzü teşkil ediyor. Bu enformasyonu çeşitli yöntemlerle toplayabiliyoruz. Düşmanı vurmak için ihtiyaç duyduğumuz şey bugün sahip olduğumuz enformasyondur ancak onlardan üstün olduğumuzu söylemek doğru olmaz. Bizim düşmana karşı psikolojik savaş başlatmayı ve onların toplumunu etkilemeyi başarmamız gösterdi ki hakkında konuştuğum enformasyon, haber ve konular gerçek ve doğrudur. İsrailliler 'Vaay... ne kadar çok istihbaratları var.' dedi. Harika, benzersiz bir istihbaratımız var. Hizbullah gereken istihbaratı çeşitli yöntemlerle elde ediyor. En önemli istihbaratımız gelecekteki bir savaş ya da çatışma için veya israilden gelecek muhtemel bir tehdidi karşılayabilmek için ihtiyacımız olandır. Harika bir istihbarat keşif sistemimiz var ve düşman tarafındaki her bir gelişmeyi izleyebiliyoruz. Açık ya da gizli yöntemlerle bilgi elde edip düşmanla ilgili gelişmeler hakkında istihbarat topluyoruz. Ancak esas nokta bu istihbaratı analiz edebilmek. Yani, bir neticeye ulaşmak için, bu istihbarat açık yöntemlerle elde edilmiş olsa bile, değerlendirip araştırmak. Bu önemli. Hizbullah'ı güçlü yapan şey onun israil ile ilgili gelişmelerin yanında ideoloji, kültür, gelenekler, adetler, zayıflık ve güçlükleri incelemesidir. Bu da Hizbullah'ın her zaman siyonist rejimde neler olduğunu bilmesini sağlamaktadır. Yani onların nasıl düşündüğünü, neyi sevip neyi sevmediklerini, onları neyin etkilediğini ve karşılaştıkları problemleri biliyoruz. Ayrıca mevcut rejimde hangi siyasi, dini ve partisel ayrılıkları ve anlaşmazlıklar olduğunu ve şahıslar arasında hangi sorunların yaşandığını da biliyoruz. Düşmanın siyasi ve askeri yöneticilerini de değerlendiriyoruz ve haklarında enformasyonumuz var. Bu da bizim gücümüzü önemli oranda artırıyor ve çeşitli stratejiler geliştirip düşmanla yüzleşmemize ve çatışmamıza yardım ediyor." ifadelerini kullandı.

"Komutan müstesna kişilik özelliklerine sahip"

Ayetullah Hamaney ile neredeyse kırk yıldır temas halinde olduğunu belirten Nasrallah,  "Komutan'ın müstesna kişilik özelliklerine sahip olduğunu söylemeliyim. En önemli özelliklerinden ikisi onun takvası ve dürüstlüğüdür." dedi.

Nasrallah, sözlerine şöyle devam etti:

Bazen birisi hakkında konuşurken onun iyi özelliklere sahip olduğunu ve bu özelliklerden bazılarının mükemmel ve sıra dışı olduğunu söylersiniz. Ancak Komutan'ı düşününce onun pek çok istisnai özelliğe sahip olduğunu söylemeliyim. Örneğin Allah, İslam, Müslümanlar, hakları ellerinden alınmışlar ve mazlumlara karşı yoğun bir içtenliğe sahip olması muhteşem ve göz alıcı bir fedakarlıktır. Belki de bu onun Allah katında makbul bir insan olduğunun göstergelerindendir. Bu samimiyet çok derin ve benzersizdir. Samimiyetten bahsederken sadece onun kişiliğinden bahsetmiyorum. Bunun pek çok kanıtı bulunuyor. Onun samimiyeti kişiliğinde, liderliğinde ve otoritesindedir. Her zaman İslam'ın, Müslümanların ve kamunun çıkarını başka şeylerin üstünde tutar. Örneğin Komutan'ın en önemli özelliklerinden ikisi onun takvası ve dürüstlüğüdür. Komutan'ın ahlaki karakteri ve kişisel özellikleri onun ayırıcı özelliklerindendir. Ne zaman bir araya gelsek tevazuyu yüzünde görüyoruz. İran'a giderek Komutan ile gizli ya da açık görüşmeler yapan bütün Lübnanlılar onun mütevazılığı ve alçak gönüllüğünden hayrete düşüyor. Bugün Lübnan'da küçük bir beldenin belediye başkanında bile Komutan'ın halk ve ziyaretçiler karşısındaki mütevazılığını görmüyoruz. Başkaları bir İmam, bir Komutan ve bir hükümdardan ziyade sevgi dolu, müşfik ve sevgisini gösteren bir babayla görüştüğünü düşünebilir. Onun alçakgönüllü ve babacan davranışı hakkında size daha önce demiştim ki ne zaman kendi fikrimizi ona söylesek bunu ölçüp tartarak 'benim tavsiyem ...' şeklinde cevap verirdi ve değerlendirmemizi isterdi. Bu Komutan'ın mütevazı, nazik ve babacan davranışının işaretlerinden birisidir. Bu, bize nasıl olgun davranıp karar vereceğimizi öğrettiği için babacan ve bizi karar vermek için zor bir duruma sokmak istemediği için de nazik bir davranıştır. Onun başka bir özelliği ise siyaset ve tarih hakkındaki geniş bilgisidir. Bölge ve kompleks gelişmelerine karşın Komutan bölgeyi biliyor. Orta Doğu olarak da bilinen Batı Asya bölgesinden ve özellikle Suriye, Lübnan ve Filistin ama özellikle Lübnan'dan bahsediyorum. Bölge meseleleri aşırı derecede karmaşık ve bölgedeki siyasetçi ve düşünürlerin çoğu durumu değerlendirirken hatalar yapıyor. Son kırk yıldır Komutan'ın her analizinin doğru ve mantıklı olduğunu gördük. Onun bölge ülkeleriyle ilgili her görüşü, bu ülke halklarının kendisi bile kendi meselelerini analiz edemezken, doğruydu. Bu sıra dışı bir şeydir. Bana göre onun ayırıcı özelliklerinden birisi Yüce Allah'a mutlak güvenidir. İnzivaya çekilip ibadet eden ya da öğretim ya da ilim faaliyetleriyle meşgul olup Allah'a mutlak güven duyduğunu iddia eden birisinden bahsetmiyoruz. Gerçek sınav Komutan kadar sorumluluk sahibi olmak, İslam Cumhuriyeti'ne liderlik etmek, ümmete liderlik etmek, ABD ile dünyadaki emperyalistler ile ve kibirli güçler ile karşılaşmak, mazlum ve mahrumlara yardım etmek, en zorlu savaşlara girmek ve 'Ben Allah'a, gerçekten Allah'a güveniyorum.' demektir. Fark budur. Bu, Allah'a gerçek iman ve başkalarını da bu yönde terbiye etmektir. Bunun anlamı sadece bu güveni duyduğunu iddia etmek olmayıp Lübnan Hizbullahı gibi başkalarının gönülleri ve akıllarında da bu güveni yaratıp beslemektir. Bu güvenin gölgesinde Allah rızası için ilerleme, bilinç ve cesaretle zafere ulaşılacaktır. Bu güven sayesinde İran halkı ve İranlı gençler ABD'ye karşı durup zorluklarla yüzleşebilmişlerdir. Eğer Komutan'ın kendisi Allah'a böyle yüksek derecede bir güven duymasaydı bunu başkalarına da aktaramazdı. Komutan'ın konuşmalarını dinleyen, kitaplarını okuyan ve özellikle Ramazan aylarında çeşitli gruplarla bir araya geldiğinde yaptığı açıklama ve verdiği tavsiyeleri dinleyen birisinin onun büyük bir Müslüman entelektüel olduğunu fark edeceğinden şüphe yoktur. Belki de İslam dünyasında onun benzeri yoktur. Yani şu anda hiçbir Müslüman entelektüel onunla kıyas edilemez. İçtihat ve fıkıh alanlarında Komutan'ın ilmi karakteri ile diğer âlimler arasındaki pozisyonu elbette yeterince yansıtılmıyor. Benim âlim olma iddiam yok ancak kendileri de âlim olup Komutan'ın fıkıh derslerine katılan bilgili ve müçtehit çok sayıda kardeşin onun İslam hukukundaki uzmanlığına ve içtihat ile fıkıh konularına hâkimiyetine şahit olduğunu biliyorum. Onun fıkha hâkimiyetini teslim etmek sadece duygusal bir davranış değil. Deneme, araştırma ve ciddi ilmi incelemelere dayanıyor. Bugün mücadele sürüyor. Bilim, bilgi, düşünce, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel, askeri ve güvenlik boyutlarıyla mücadeleyi kim sürdürüyor? Derin bir sezgi ve cesaret gerektiren bu mücadeleyi sürdüren kimdir? Bazılarının sezgisi olabilir ancak cesaretten ve canıyla, hayatıyla ve kanıyla fedakârlık ruhundan yoksundur. Bütün bu özelliklere sahip liderler hangileridir? Bu, Komutan'ın özelliklerinin özetidir. Yine de onun müstesna ve ayırıcı özellikleri üzerine çalışmak isteyenler olursa çok şey öğrenecektir.

"Amerikan projesine karşı savaşan Komutan"

Ayetullah Hamaney'in, 11 Eylül saldırılarından sonra bölgenin 200 ya da 300 yıl sürecek bir Amerikan hâkimiyeti altına gireceği ve kimsenin ABD'nin karşısına çıkıp onu yenemeyeceğinin iddia edildiği bir zamanda bölgedeki meselelerle ilgili çok cesur kararlar verdiğini belirten Nasrallah, "ABD'de 11 Eylül olaylarının ardından George Bush ve yeni muhafazakârlar çok kızgındı. Onlar Amerikan halkının öfkesini bütün yasal sınırları ve uluslararası normları yıkmak için istismar ettiler. George Bush o günlerde dünyaya 'yanımızdasınız ya da karşımızda' açıklamasını yaptı. ABD askerlerini İran'ın komşularına gönderdi. ABD askerlerinin mesela Brezilya'ya konuşlanmasından bahsetmiyoruz. Amerikan askerlerinin Afganistan, Irak ve İran'ı çevreleyen komşu ülkeler ile denizlere konuşlanmasından bahsediyoruz. Bush bunu kaba ve kızgın bir düşmanlık gösterisi olarak yaptı. Önüne çıkan herkesi ortadan kaldırmak istiyordu. Bölgedeki çoğu kimse büyük bir endişe ve korku içindeydi zira ABD'nin gelip bölgeyi ele geçireceğini düşünüyordu. Hatırlıyorum, o zaman yazılan makalelerde bölgenin 200 ya da 300 yıl sürecek bir Amerikan hâkimiyeti altına gireceği ve kimsenin ABD'nin karşısına çıkıp onu yenemeyeceği iddia ediliyordu. Kim ABD'nin karşısına çıktı? Lider. Bu duruş sadece tarihi bir erdem, siyasi bilgi, takva ve samimiyet gerektirmiyor. Aynı zamanda büyük bir cesaret gerektiriyor. Dünyadaki yegâne kibirli emperyalist gücün karşısına çıktı. Öfkeden tutuşmuş ve hiçbir kurala boyun eğmeyen bir gücün. İtaatkâr değil saldırgan bir duruşla onların karşısına çıktı. Sonuç olarak son yıllarda bölgedeki Amerikan projesine karşı savaşan Komutan olmuştur." dedi.

"Ben Arapça konuşuyorum o da Farsça"

Ayetullah Hamaney ile yaptıkları görüşmlerde kendilerinin Arapça, Ayetullah Hamaney'in ise Farsça konuştuğunu belirten Nasrallah, "Ancak bazen toplantının başında Arapça bazı sorular soruyor. Örneğin bizim nasıl olduğumuzu, ailemiz ve kardeşlerimiz hakkındaki soruları Arapça soruyor. Sonra da Farsça devam ediyor. Aslında bu, onun liderliğinin başında ve hatta cumhurbaşkanlığı döneminde ama çoğunlukla liderliği sırasında olan bir anlaşmaydı. Zira ben Farsça anlıyorum. Konseydeki bazı kardeşlerim de bir dereceye kadar Farsça anlıyor. Bu sebeple Komutan ile görüşmelerde tercüman kullanıyorlardı. Komutan ilk başlarda tercüman kullanmamızı istedi. Ancak Lübnanlı ve bazı İranlı kardeşlerimizin hazır bulunduğu bir toplantıda şöyle söyledi: 'Artık tercüman kullanmayacağız. İranlılar sizin ne söylediğinizi anlamak için Arapça ve Lübnanlılar da Farsça öğrenmeli. Böylece tercümana ihtiyaç duymasınlar.' O zamandan bu yana Komutan ile görüşmelerimizde tercüman bulunmuyor." ifadelerini kullandı.

"Dostlardan kaynaklanan zorluk daha ağır ve acıtıcıdır"

Nasrallah konuşmasını, Ayetullah Hamaney ile yaşadığı bir anı ile noktaladı:

"1990'ları biliyorsunuz yani 1997 ya da 1998 yıllarıydı. Zorlu bir döneme giriyorduk zira tüm zorluklar, meydan okumalar ve bir sürü tehlike sebebiyle çok yorulmuştuk. Hem Lübnan'da hem de dış meseleler ile israil ve komşularımızla ilgili konularda zor bir durumdaydık. Elbette o zamanlar gençtim, sakalım tamamen siyahtı ve omuzlarımdaki yük kapasitemin üzerindeydi. Bazen İran'a seyahat ederdim. Komutan'a şöyle söyledim: 'Komutanımız! Ne yapayım?' O zaman Komutan şöyle cevap verirdi: 'Sen hala gençsin ve sakalın tamamen siyah. Sakalım tamamen gri iken ben yorgunluktan nasıl şikâyet edeyim?' O şunu da söyledi: 'İnsanların bazen düşmanlarından bazen de dostlarından kaynaklanan meydan okumalar, zorluklar ve tehlikelerle karşılaşması doğal. Dostlardan kaynaklanan zorluk genellikle düşmanlardan kaynaklanandan daha ağır ve acıtıcıdır. Sonuç olarak pek çok şey bizi kısıtlar. Bazen bir insan zihnen yorulur ve ona rehberlik edip yol gösterecek birine ihtiyaç duyar. Bazen bir insan elini tutacak birine ihtiyaç duyar. Bazen onu sakinleştirip ona manevi ve ahlaki dinginlik verecek birisine ihtiyaç duyar. Bazen onun gücünü artırıp kararlılığını destekleyecek birine ihtiyaç duyar. Aslında ihtiyaç duyduğumuz bütün bu şeyler için Yüce Allah'tan başka kimseye ihtiyacımız yok. Yüce Allah'ımız var. Yüce Allah, Kerem ve Rahmati ile ona seslenmemize ve her yer ve zamanda onunla konuşmamıza izin verir.' Bu sözlerin hepsi Komutan'ın formalite olmadan söyledikleriydi. Şöyle devam etti: 'Bu yüzden ne zaman yorgun ya da bitkin hissetsen şunu yapmanı tavsiye ediyorum. Yalnız bir odaya gir ve 5, 10 ya da 15 dakika Yüce Allah ile konuş. Allah'ın mevcudiyetine, duyduğuna, gördüğüne ve bildiğine, onun gücü yeten, gani ve âlim olduğuna inanıyoruz. Yani Allah bizim ihtiyaç duyduğumuz her şeye sahiptir. Yani onunla konuş. Bunu yapmak için Peygamber (Sallallahu Aleyhi Vesellem) ya da masum İmamların dualarına ihtiyaç yok. Hayır, kendi dilinle. Kalbinde ve aklında söyleyeceklerini tartarak kendi dilinle konuş. Allah duyacak ve görecektir. O cömert, müşfik, affedici ve rahmandır. Rehberlik ve bilginin kaynağıdır. Eğer bunu yaparsan Allah sana huzur, güven ve güç verecektir. Senin ellerinden tutacak ve yol gösterecektir. Bunu tecrübemle söylüyorum. Dene ve neticeyi gör.' Sonra ona Allah'ın izniyle tavsiyelerini izleyeceğimi söyledim. O zamandan beri zaman zaman bunu yapıyorum ve Komutan'ın bu tavsiyesinin ve rehberliğinin nimetlerini görüyorum. Zorluklar ne kadar büyük olursa olsun bu vasıtalara sığınırsak büyük ilahi lütfun kapıları bize açılacaktır. 33 gün savaşında yaptığımız en önemli şey buydu. Gerek ben gerekse kardeşlerim bir köşeye çekilip Yüce Allah'a sığınıyoruz ve ondan bize yol göstermesini, yardım etmesini, azim, güç ve cesaret vermesini istiyoruz. Yüce Allah çok cömerttir." (İLKHA)



Bu haberler de ilginizi çekebilir