ZİNDAN İÇİMİZDE
Saadet konulu yazıları genellikle‘Huzur İçimizde` veya ‘Mutluluk İçte` başlıklarıyla okuya geldik. Hal böyle olunca böyle itici bir başlık da nereden çıktı denilebilir.
Huzur, mutluluk mevzusu insanlığın tüm varidatıyla birlikte uğruna başını da koyduğu bir mevzudur. Hak ya da batıl ne kadar semavi veya beşeri dava varsa, dava ettiklerini söyledikleri şeydir, o. Anlayacağınız hayatın kıblegâhı gibi bir şey bu konu. Böyle olunca da hep işlenmiş, gah söz gah yazı gah name olup dile getirilmiştir. Ama bu arada bazı kavramlar öyle tekrarlanmış ki sıradanlaşmışlar. Bu yüzden klişeleşmiş her şey gibi onlar da eski güç ve cazibelerinden kaybedecekleri kadar kaybetmişler. Peki, üzerinde insanlığın deli divane olduğu böyle bir konuya nasıl dikkat çekilebilirdi. İşte ‘Zindan İçimizde’ levhası, yazının başına bu yüzden asıldı. Tabi dikkat çekiciliğinin yanında da hakikatin de ta kendisi. Anlaşılacağı üzere bu defa huzur yurduna arkadan dolanıp arka kapıdan girmeye çalışacağız.
Bilmiyorum, belki herkes öyledir. Ben ısmarlama yazı yazamıyorum. Yani eğer konu ile ilgili bir maceram, bir ağrım, bir bayramım olmamışsa ne yapsam da yazamıyorum. İşte bu yazı da suyunu, bir arkadaşla yaptığım bir telefon görüşmesinden almaktadır. Şöyle ki;
Adıyaman’da olalı üç yıl oluyordu. Osmaniyeli bir arkadaşla aynı okulda öğretmeniz. İkimiz de ortamdan yakınıyoruz. Aslında benzer şikayetler yüzünden farklı yerlerden oraya tayin istemişiz. Ama burada da aynısını yaşıyorduk. Sonunda ikimiz buradan da tayin istedik. Nihayet ikimizin de tayini istediğimiz yerlere, memleketimize çıkmıştı. Aradan biraz zaman geçti. Tabi, bu arada telefonlaşıyoruz. Baktım ki arkadaş gittiği yerden de memnun değil, yine sitemler, yine şikayetler… Hani benim durumum da pek farklı değildi. O zaman arkadaşa şu fıkrayı anlattım.
Temel bir gün Dursunlarda gece misafirliğine kalır. Geceleyin sıkışır. O zamanki şartlarda evin dışına çıkıp def-i hacet yapması gerekir. Korkar, dışarı çıkmaz. Odada bulduğu bir saksının toprağını biraz eşeler, def-i hacetten sonra yine aynı toprakla üstünü kapatır. Sabah olur, gerekli ağırlanmalardan sonra Temel evine gider. Bir süre sonra evin koktuğunu gören Dursun her tarafı yıkar, temizler ama koku yine berdevamdır. Dursun ‘herhalde koku evin kendisinden geliyor’ diyerekten başka bir eve taşınır. Tabi saksıyı da beraberinde götürür. Fakat malum sebepten ötürü orda da koku berdevamdır. Dursun bir iki ev daha değiştirir. Kokunun kesilmediğini görünce Temel’in misafirlik gecesini de hatırlayınca bir şeyi çakar gibi olur. Hemen telefona sarılıp ‘Ula Temel söyle nereye yaptın?’ der.
Fıkradan sonra arkadaşa şunları söylemiştim. Ardından koştuğumuz mutlulukla ilgili sorun, bulunduğumuz yerlerden kaynaklanmıyor. Sorun bizim kendimizde. Bak, yerler değiştiği halde bir şey değişmiyor. Çünkü gittiğimiz yere saksıyla birlikte gidiyoruz. Korkarım biz kendimizi değiştirmedikçe ne kadar yer değiştirsek de değişen bir şey olmayacak.
Gerçek de öyle değil midir? Harici şeylerin değişmesiyle kendi huzur ülkesine şah olacağını sananların kaçı harici sebep kalktığı halde muratlarına erdi. Bir zamanlar o harici şey küçüklüğümüzdü, bir büyüsek diyorduk; bazen bu paradır, bir param olsa deriz; bazen zindandır, ah bir özgür olsam deriz. Deriz de bütün bunlar değiştiği ve bunların değişimi noktasında hedefi on ikisinden vurduğumuz halde o matlub ve mahbup ülkenin çok ama çok uzağında kalabiliyoruz. Demek sorun harici değil, dâhilidir. Yani bizim zindanımız içimizde. Sahi siz dışarıdakiler, tahliye olanlar durumunuz nasıl? Zindan duvarlarının hemen ötesi huzur ve mutluluk diyarı mı? Hu hu! Sesleniyorum, kimse yok mu?
El- hasıl şu anda zindanda olan veya azat olup da herhangi harici bir sorunla boğuşanlar şunu iyi bilmelidirler ki: Gönlün hayal ve duygularını, vücudun azaları ile aklın fikirlerini bahaneler kaçmadan ıslaha çalışmayanlar yarın söz konusu problem ya da zindan duvarları kalksa da selva mülkünde yaşamaya devam edeceklerdir. Rıza mülkünün Kamuran ve Şaduman sakinlerinden olmak istiyorsan ‘Men amene bil kederi, febed emine minel kederin’ hadisini kulağına küpe yapacaksın. Evet, kederi inanacaksın ama kerhen değil! Rıza ile gönül hoşnutluğu ile… Bir şeyi yüceler yücesi Allah azze ve celleden almanın edebi ile onu alacaksın. Kaderi tenkit sayılacak emareler göstermeyeceksin. Rıza göstermesen ne olur? Üstadın bahsettiği kırık elle düşmanına saldıran kişinin ciğerleri parçalayan acıklı haline düşersin ki hem kendini hem de seninle ilgili olanları müteellim edersin.
Evet, dedik ki zindan içimizde. Bakın semavi fermanlar da bu meydanda. ‘Qed eflehe men zekkaha’ (nefsini temizleyen muhakkak kurtulmuştur) Kimler kurtulmuştur? Renkli medeniyetin şatafatını yaşayanlar mı? Dışarıda azad olan mı? Zindandan tahliye olan mı? Hiç biri değil! Azalarını, gönlünü ve fikrini temizleyenler, ki ayet ‘men zekkaha’ lafzı celilesiyle onları zikrediyor. İşte kurtuluşa erenler bunlardır. Kur’an bunlardır diyor, rivayetler bunlardır diyor, tecrübeler bunlardır diyor. Bu içsel temizliği-saksıyı hatırlatmayın. Yapamadığınız takdirde anımız zehirlenir, geleceğimiz de ölüdür. Çünkü gelecek, anın kucağında büyür. Anı olmayanın geleceği de yoktur. Affedersiniz anlamadım yoksa siz ‘leyse lil insani illa ma sea’ ayetinden farklı bir şeyi mi anlıyorsunuz? Hayır, hayır hakikat bu. Geriye kalan hepsi şeytanın vehim ve kuruntuları. İlahi ferman ‘Onların amelleri düz yoldaki bir serap gibidir. Susuz olan onu su sanır. Yanına geldiğinde de hiçbir şey bulamaz.’ kelamı ile bu bahtsızları tasvir ediyor. İşte sözün bittiği, kalemin durduğu yer.
Sait Burak / Diyarbakır D Tipi Cezaevi