Bir dava adamı: Selahaddin Ürük
Adana Tekir Yaylası'nda kaldığı eve 5 Eylül 2001 yılında yapılan baskın sonucu katledilen Hizbullah Cemaatinin önde gelen isimlerinden Selahaddin (Sülhaddin) Ürük, rahmet ve minnetle yad ediliyor.
Hizbullah Cemaatinin önde gelen isimlerinden Selahaddin (Sülhaddin) Ürük, katledilişinin yıldönümünde rahmet ve minnetle yad ediliyor.
25 Nisan 2016 yılında Hakk'ın rahmetine kavuşan Merhum Ürük'ün babası Hacı Mehmet Ürük, biricik evladını İLKHA mikrofonlarına şöyle anlatmıştı:
"Oğlum daha çok küçük yaşlardan itibaren İslami ilimlere yöneldi ve 6 yaşında Kur'an-ı Kerim'i hatmetti. Bölgedeki okullar arasında yapılan sınavlarda ikinci sıradaydı. Bu, bir Allah vergisiydi. Oğlum Ortaokulu bitirdikten sonra Diyarbakır Yatılı Bölge Okulu'nu kazandı. Liseyi de Samsun'da bitirdi.
Oğlum, 1984 yılında Hizbullah Cemaati Lideri Hüseyin Velioğlu ile tanışıyor. Daha sonra dünya işlerini ellerinin tersi ile iterek ömrünü İslami hizmetlere adıyor. 1992 yılında gözaltına alınıyor ve çıkarıldığı mahkemece tutuklanıp Diyarbakır E Tipi Kapalı Cezaevine konuluyor. Yaklaşık 10 ay sonra tahliye oluyor. Ardından 1994 yılında hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkıyor ve muhacir hayatı yaşamaya başlıyor.
Çok güzel bir ahlaka sahipti. Herkes tarafından sevilen ve sayılan biriydi. Şehid, bir yere oturduğu zaman hemen etrafını gençler sarardı. Gençlere İslam'ı anlatır, nasihatlerde bulunurdu. Özellikle bu dünyanın geçiciliğine aldanılmaması, ahiret yurduna hazırlık yapılması gerektiğini söylüyordu. Sürekli, oturma zamanı değil, Allah ve Resulü için çalışmanın zamanı olduğunu söylüyordu. Benimle onun arası çok iyiydi, hiçbir zaman beni üzdüğünü hatırlamıyorum.
Hem Hüseyin Velioğlu hem de oğlum; dünyalık makamları terk ederek sadece rıza-i ilahi için çalıştılar. Kur'an ve sünnete sarılarak insanlığa faydalı olmaya çalıştılar. Bunun karşılığı elbette şehitlik olacaktı, nihayetinde şehid oldular.”
“Şimdi Selahaddin'in Kur'an dersi verdiği çocuklar bana sahip çıkıyorlar”
Halen hayatta olan Anne Sultan Ürük ise oğluna duyduğu büyük özlemi şu sözlerle dile getirmişti:
“Selahaddin, mahallenin çocuklarına Kur'an-ı Kerim dersi veriyordu. 70-80 çocuk evimizde Kur'an dersi alıyordu. Çok seviniyordum, inanın kanatlarım olsaydı uçacaktım. Aradan uzun zaman geçti, oğlum şehit oldu ve ben de ihtiyarlandım. Şimdi Selahaddin'in Kur'an dersi verdiği çocuklar bana sahip çıkıyorlar. Beni nerede görseler elimi öpüyorlar, bir ihtiyacımın olup olmadığını soruyorlar. Beni adeta baş tacı ediyorlar. Bir Selahaddin kaybettim ama binlerce Selahaddin kazandım. Bana sürekli, ‘Ey annem! Sen ne kadar tatlısın, ne kadar güzelsin' diyordu. Allah ve Kur'an yolunda olduğu için onu şehid ettiler. Bizler, Allah ve Kur'an yolundayız, olmaya da devam edeceğiz inşallah.”
“Mükemmel bir eş ve mükemmel bir babaydı”
Elif Ürük de kaybettiği eşini şöyle anlatıyor:
"Onunla 1984 başlarında nişanlandık. Onunla nişanlanmamız, benim İslami yaşam tarzına ilk adımı atmam oldu diyebiliriz. Nişanlılık döneminde beni yavaş yavaş İslami hayata alıştırmaya çalışıyordu. İlk istediği şey, namaz hassasiyetiydi. Namaza başladığımda bana getirdiği hediye ile hem sevindirmiş hem de teşvik etmişti. Evliliğimizin şartları fedakârlık üzerine kuruldu.
Onun istediği ve üzerinde en çok durduğu noktalar, İslami hizmet ve misafir kabulüydü. Onun şahsında İslam’ın güzellikleriyle tanıştım. Öylesine mükemmel bir kimliğe sahipti ki, İslam’ı ondan dinleyip de kabul etmemek mümkün değildi. İslam’ı tatlı diliyle anlatarak ve yaşayarak insanlara kabul ettirme yeteneğine sahipti.
Yıllarca hicret hayatı yaşadı. Onu az görürdüm. Çocuklarını, evini, yurdunu, anne, babasını, makam ve mevkiini, maaşını kısacası her şeyini feda etti. Yıllarca anne, baba, evlat hasreti çekti. Hicret yıllarında büyük çocuklarımızı kayınvalidemizde bırakırdık. Onların yüzünü görmeye hasret kalırdı. Kelimelerin anlatmaya yetmeyeceği acılar ve hasretler yaşadı. Sürekli şöyle derdi: ‘Allah’ın davası için olmasaydı her şey bir yana asla çocuklarımı geride bırakmaz, onlardan ayrılmazdım.’
Birlikte kaldığımız zaman zarfında bana daima zorluklara hazırlanmamı söylerdi. Tekrar tekrar söylediği sözlerden biri şöyleydi: Bu zamanda evde oturmak haramdır. Bazen yoğun çalışmalarından sonra eve geldiğinde o kadar yorgun olurdu ki kendisine yemek getirilinceye kadar oturduğu yerde uyuya kalırdı. Bu esnada, ‘Bu gençlerin eğitime ihtiyacı var’ şeklinde sayıklamasına defalarca şahit oldum.
Bazen gece yarısına kadar çalışırdı. Bize Arapça dersi verirdi. Sabah namazından sonra Arapça Kur’an tefsirini Türkçeye çevirerek bize öğretirdi. ‘Şimdi yatma zamanı değil çok az zamanımız var, bu imkânlar yarın elimize geçmeyebilir’ diyerek tembelliğe asla razı olmazdı. Kadınların ve kızların eğitimi konusunda azami gayret sarf ederdi.
Çok hassas olduğu noktalardan biri de kadınların ve kızların tesettürüydü. Kız çocuklarımız küçük olmalarına rağmen onların açık kıyafetler giymelerine asla izin vermezdi. Evin içinde dahi kıyafetlerin özellikle bol ve tam tesettürlü olmasını ister, aksi takdirde çok kızardı.
En çok sinirlendiği noktalar, kadınların dar giyinmesi ve seslerinin erkeklere gitmesiydi. En çok karşı olduğu bir şey de israftı. İki çeşit yemek yaptığımızda kızar ve bir çeşit yemek yapmamızı isterdi. Zaman israfı noktasında da çok hassastı. Fazla uyku, gereksiz ev işleri, uğraştırıcı yemekler konusunda bizi uyarırdı.
Çalışmalarını lise öğrencileri üzerinde yoğunlaştırır, onlarla düzenli ve programlı çalışmalar yapardı. Haftanın bir gününde onları evinde ağırlayarak sohbet ederdi. Bir hafta boyunca okudukları kitaplar hakkında onlardan malumat alırdı. Onlara da tebliğ çalışmaları yapmalarını öğütler ve her hafta yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi alırdı. Evinde gençleri ağırlaması ve onlara saygı göstermesi anne ve babasının dikkatini çeker ‘Oğlum! Şu çocuklardan ne istiyorsun? Yaşıtlarınla, kendin gibi mevki sahibi olanlarla gezsen daha iyi olmaz mı?’ sorusuna muhatap olur. Yıllar sonra babasına o küçük çocukları göstererek ‘Bak baba! Çocuk dediklerin bugün kocaman adamlar oldular’ diyerek çalışmasının semeresini babasına anlatmaya çalışırdı.
Mükemmel bir eş ve mükemmel bir babaydı. Şehadetinden iki gün önce hayatını baştan sona bize anlattı. ‘16 yıldır evliyiz bu zaman yeter de artar bile, artık ben şehadeti hak ettim’ dedi. Ben de ‘Bizi bırak da ümmetin senin gibilere ihtiyacı var’ dedim. O da ‘Biz bir çığır açtık geride kalanlar da o çığırda yürüsünler. Allah’tan tek dileğim, onun açtığı çığırda yürümek ve bu yola feda olmaktır.’ derdi.”
“28 Şubat sürecinin en karanlık gecesinde şehid edildi”
Merhum Ürük'ün dava arkadaşlarından Mehmet Bahattin Temel, onu şöyle tanımlıyor:
“Şehid Selahaddin son gününe kadar İslam'a ve Müslümanlara hizmet etti. Dindar bir neslin yetişmesi için gecesini gündüzüne kattı. Bu uğurda ciddi manada çabalayan değerli bir Müslümandı. Ama maalesef Türkiye Cumhuriyetinin evrakları içerisinde bir ‘terörist' olarak öldürüldü. Bu asla doğru olamaz. 28 Şubat'ın o dönemin mahkûm ettiği Müslümanlara yönelik olan bir ithamdır bir saldırıdır. Bunun bir an önce düzeltilmesi lazımdır. Selahaddin Ürük bir terörist değildi bir Müslümandı bir mümindi bir kahramandı. O, toplumun ıslah edicisiydi. Şehid Selahaddin, 28 Şubat sürecinin en karanlık gecesinde şehid edildi.”
Şehadet anı
Şehit edildiği anları aktaran Temel, “Selahaddin daha önce tutuklanmış, gözaltına girmiş, vahşi işkenceler görmüş ve sonra haksız bir yere zindana konulmuş. Bundan dolayı bir daha o vahşi işkencelere tanıklık yapmamak için bulunduğu evin arka tarafından kaçmak istemiş. Elinde bir şey yok, sade bir şekilde kaçmak istemiş. Zaten evin etrafını kuşatıldığını bilmektedir ama bunu da sadece son bir hamle olarak görüyor. Binadan ayrılmak isteyince 'dur' ihtarı bile yapılmadan ağır silahlarla MG3 silahıyla ile taranmış. Onun üzerindeki derin ve büyük yaralar MG3'ten çıkan büyük kurşunlara aittir. Siz bu insanın ayağına sıkabilirdiniz, bir vesileyle tutabilirdiniz, bir şeyler yapabilirdiniz ama kesinlikle o dönemde bilinçli bir şekilde Müslümanların içerisinde böyle aktif çalışan kişilikli şahsiyetleri ortadan kaldırmak için bir program olduğunun inancındayız. Bilinçli olarak bu yapıldı.” dedi.
Babasının şehit olduğu geceyi çok iyi hatırladığını belirten Sümeyye Ürük ise o meşum geceyi şöyle anlatıyor:
"5 Eylül 2001 yılında ben 13 yaşındaydım, her şeyi olduğu gibi hatırlıyorum. Bulunduğumuz yerde babamların ve evde bulunan misafirlerin çatışmaya girecek ve yahut bir olaya sebebiyet verecek derecede kendilerini savunacak bir mühimmatları bir askeri araç gereçleri yoktu. Biz gece yarısı gözlerimizi silah sesleri ile açtık. Yani babam hala dışarı çıkmamış, yukardan aşağı inmemiş bile. Silah seslerinden sonra gaz bombalarını bahçeye attılar. Onlar saldırıya ilk geldikleri anda zaten öldürmek niyetiyle gelmişlerdi. Bu onun ana delilidir, çünkü biz uykudayken ve dışarıda kimse yok iken onlar ateş etmeye başlamışlardı. Babam evin balkonuna çıktı. Biz onun balkona çıkışından başka bir şey görmedik. Sonra şehit edildiğini öğrendik. Sonra bizi tuttular ve polis araçlarına götürdüler. Kadınların ve çocukların bulunduğu eve babamı infaz etmeye gelmişlerdi.”
Sümeyye Ürük, merhum babasının İslami davayla tanışmasını ise şöyle anlatır:
“Bölgedeki İslami çalışmaların ilk tohumları ziyaretlerle atıldı. Çalışmanın öncüleri köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşarak müspet gördükleri insanlara ulaşıyorlardı. 1983 yılının sonlarına doğru Mazıdağı’nda İslami davanın öncüleri Selahaddin (Sülhaddin) Ürük ile görüşürler. Merhum Ürük, tanıştığı insanları Allah’ın bir nimeti görerek onlara eşlik eder. Etibank Fosfat İşletmeleri’nde muhasebe şefi olarak çalışan Merhum Ürük, Mazıdağı’nın değer verilen insanlarından biri olup mal, makam ve mevki sahibiydi. Cemaatle tanıştıktan sonra işini bırakarak tüm vaktini İslami hizmete adadı. Zindan, hicret ve fedakârlıkla geçen bir hayat yaşadı.” (İLKHA)