Ticaret savaşından 'Büyük Çin Kuşatması'na geri sayım
ABD ve Avustralya savunma ve dışişleri bakanları arasında Temmuz ayının son haftasında gerçekleşen ikili görüşmeler neticesinde ABD-Çin ilişkileri, soğuk bir savaştan ziyade çatışmalı boy ölçüşmeleri de içerebilecek bir sürece evrildi.
İstanbul / AA / Mehmet A. Kancı / Analiz
Amerika Birleşik Devletleri ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında yeniden alevlenen "Soğuk Savaş" söylemleri, ABD ve Avustralya savunma ve dışişleri bakanları arasında Temmuz ayının son haftasında gerçekleşen ikili görüşmeler neticesinde soğuk bir savaştan ziyade sıcak ama çatışmalı boy ölçüşmeleri de içerebilecek bir sürece evrildi. Taraflar Darwin kentini merkez üs olarak kullanarak, ABD tarafından finansmanı sağlanacak, Pekin yönetiminin Güney Çin Denizi’ne dair ihtiraslarına gem vurmayı hedefleyen bir askeri ittifak inşa ediyor.
Bölgedeki gelişmeler, Çin’in 1839’dan 1860’a kadar devam eden Afyon Savaşları’na benzer bir sürece maruz kalacağına işaret ediyor. Yüzyıllarca kendisini dış dünyadan başarıyla izole etmiş olan Çin İmparatorluğu, 19. yüzyılla beraber İngiliz Krallığı’nın önü alınamaz ticari çıkarlarının hedefi haline gelmişti. Londra’nın Afyon Savaşları’nın temelini oluşturan gerekçesiyle bugün Washington’ın Pekin’i hedef alan operasyonlarının temeli aynı hedeflere dayanmaktaydı: Çin topraklarında yapılacak ticarette hiçbir sınırlamaya tabi olmamak, Pekin’den mümkün olduğunca imtiyaz ve kapitülasyon elde etmek.
Müttefiklerini 5G teknolojisi için Huawei ile işbirliği yapmaktan alıkoyacak baskılar uygulayarak Çin’le karşı karşıya gelmelerini sağlıyor ya da Çin kaynaklı Tik Tok uygulamasına savaş açıyor. Çin’in Houston Konsolosluğu’na yönelik kapatma operasyonu da bu kapsamdaki taktiklerden biriydi. Konsoloslukta Çin ordusuyla bağlantılarını gizleyen diplomatlar bulunduğu ve ABD vatandaşlarının telif haklarını ihlal eden operasyonlar yürütüldüğü gerekçesi öne sürülerek operasyona girişildi.
Afyon Savaşları’nda Çin’in maruz kaldığı diplomatik, ekonomik ve askeri aşağılanma, 19. yüzyıldan bugüne Pekin’in Batı dünyası ile ilişkilerini tanzim etmesindeki temel değerleri oluşturdu. Çin, Hindistan üzerinden kendisine afyon satmak uğruna İngiltere ve Fransa’nın uyguladığı baskıyı da Rusya’nın bu durumdan faydalanarak kuzey sınırlarında giriştiği tek taraflı düzenlemeleri ve toprak kayıplarını da unutmadı.
ABD, Güney Çin Denizi’ndeki seyrüsefer özgürlüğü gerekçesiyle Pekin’e karşı başlattığı kuşatmayı son sekiz yılda “Kuşak ve Yol İnisiyatifine” müdahaleye, ticaret savaşına, Çin’in 5G teknolojisi ve Tik Tok sosyal medya uygulamasını ortadan kaldırmaya ve Hong Kong’un statüsünün değiştirilmesi nedeniyle uluslararası baskıya dönüştürdü. Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını ise Çin’in uluslararası toplum nezdinde şeytanlaştırılması yolunda ABD’nin eline etkili bir koz verdi.
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 23 Temmuz’da Nixon Müzesi’nin açılışında yaptığı konuşma ise kuşatmanın Çin’de bir rejim değişikliği hedefini içerdiğini açığa çıkardı. Pompeo, ABD-Çin ilişkilerinin tesisinde önemli bir sembol olan eski Başkan Nixon’ın anıldığı bir ortamda doğrudan Çin Komünist Partisi’ni (ÇKP) hedef aldı. ÇKP’yi Çin’deki insan hakları ihlallerinin baş sorumlusu olarak gösteren Pompeo, Pekin’in Güney Çin Denizi’nde emperyalist hedefler beslediğine sık sık vurgu yapıyor.
Türkiye Kovid-19 salgını sürecinde küresel tedarik zincirinde Çin Halk Cumhuriyeti’nden boşalan alanlara talip olurken, bir yandan da Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika, Suriye ve Karadeniz’de çıkarlarını tehdit eden ittifaklarla mücadele ediyor. Rekabet, NATO ya da Avrupa Birliği (AB) gibi klasik yapıların dışına çıkarak farklı ittifakların inşa edildiği süreçleri beraberinde getiriyor. ABD’nin terör örgütlerini dahi partner olarak tercih edebildiğine ya da 16. yüzyılda Polonya-Litvanya ortaklığıyla doğan Lüblin Paktı gibi ittifakların bugün Rusya’ya karşı Ukrayna’nın da katılımıyla yeniden doğabildiğine ve Belarus’ta bir yönetim değişikliğini tetikleyecek noktaya geldiğine şahit oluyoruz. Çin’in bugün gerek bölgesinde gerek küresel pazarlarda karşı karşıya kaldığı baskı, düşmanları azaltıp ittifakları ve dostları çoğaltmanın gereğine işaret ediyor.
Çin’in emperyalist hedefleri ve sınırlarını genişletme talebi var mı?
ABD-Çin Halk Cumhuriyeti ilişkilerinin tesisinde Nixon ile beraber önemli pay sahibi olan dönemin ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, ülkesinin Çin politikalarını irdelediği “On China” adlı kitabında Pekin’in kendisini yüzyıllarca dış dünyadan izole ettiği dış politikasının iki temel prensibe dayandığına dikkat çekiyor: Sınırlarında hiçbir güçlü koalisyonun oluşmasına müsaade etmemek; Barbarları (yani, Batı denizinden gelen Avrupalıları) birbirleriyle savaştırmak.
Kissinger’a göre bu iki prensibi uzun süre başarıyla uygulayan Çin, bir yandan da komşu ülkelerin ticaret ve bürokrasi yaşamında yarattığı nüfuz alanlarıyla kendi istikrarını garanti altına almaktaydı. Ancak Avrupa devletlerinin 18. yüzyıldan itibaren ticaret kapasitelerini küresel ölçekte genişletme iştahları, Pekin’in geleneksel politikasının sürdürülebilirliğini imkânsız kıldı.
Çin-Batı ilişkilerinde bitmeyen kavga: “Kowtow Sorunsalı”
“Kowtow Sorunsalı”, 1793-1794 yıllarında Çin’i ziyaret eden ilk İngiliz ticaret misyonu Başkanı Lord George Macartney ile başlayıp günümüze kadar ulaşan, “taraflardan hangisinin diğerine diz çöktüreceğinin” belirlenmesi için yürütülen mücadeledir. Macartney’in Çin ziyareti sırasında gündeme gelen kowtow sorunsalı, Çin imparatorunun İngiliz temsilci tarafından iki dizi üzerine çökerek alnını üç defa yere değdirmek suretiyle Çin geleneklerine uygun şekilde selamlanması tartışmasıydı. Kowtow için haftalarca süren müzakere neticesinde Macartney’in imparatoru İngiliz usulü tek dizi üzerine çökerek ve başını bir kez eğerek selamlaması kabul gördü. Ancak İngiliz ticaret misyonunun tüm talepleri reddedildi. Batı dünyası bugün Çin’le hâlâ yaşadığı kowtow sorunsalını çözebilmiş değil. Kimin diz çökeceğine dair bilek güreşi günümüzde Çin karşıtı bir askeri ittifakın organizasyonunu hayata geçirmiş durumda.
Ufukta üçüncü bir Afyon Savaşı mı var?
İlk iki Afyon Savaşı Batılı devletlerin galibiyeti ve şartlarını Çin İmparatorluğu’na kabul ettirmeleriyle noktalanmıştı. İngiltere’nin yerini ABD’nin aldığı bugünkü askeri mücadelede Çin karşıtı ittifakın diğer üyeleri ise Avustralya ve Filipinler. Güney Çin Denizi’nin paylaşımında Çin’le ihtilaf yaşayan Filipinler, 2014 yılında dönemin ABD Başkanı Obama’nın ziyareti sırasında imzalanan 10 yıllık savunma işbirliği anlaşmasıyla bu ittifakın temelini atan taraf olmuştu. ABD’nin Pasifik-Hint bölgesinde inşa ettiği bu ittifak Türkiye’yi de yakından ilgilendiren ABD politikalarının son ürünlerinden biri. ABD’nin son 10 yılda üzerinde baskı kurmak istediği ülkelere karşı klasik ittifak örgütlerine ya da BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmak yerine bölgesel partnerleri tercih ettiği netleşti. Venezuela’ya karşı Kolombiya ile, Rusya’ya karşı Almanya’daki askerlerini sevk ettiği Polonya ile, Esed rejimi ve İran’a karşı, havada İsrail karada PKK-YPG ile, İran’a karşı yine Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan ile inşa ettiği ittifak zincirleri anlayışı bugün Çin sınırlarında da kendisini gösteriyor. ABD, Filipinler ve Avustralya ile kurduğu ittifakla Çin’in 18. yüzyıla ve hatta günümüze kadar başarıyla yürüttüğü, sınırlarında güçlü ittifaklara müsaade etmeme anlayışına da son veriyor. Japonya, Güney Kore ve Vietnam’ın da bu ittifakın potansiyel üyeleri olması Çin için tehlikenin büyüdüğüne işaret ediyor. ABD’nin, Çin’in 5G teknolojisine duydukları ilgi nedeniyle Avrupalı NATO müttefiklerine de tam anlamıyla güvenmediği ve Çin’in bu teknolojiyi “barbarları birbirleriyle savaştırmak” amacıyla kullandığı düşüncesinde olduğu anlaşılıyor. Türkiye’nin potansiyel çatışma bölgesinden uzak olması, Çin’e karşı yürütülecek operasyonların askeri boyutuna katılmasının önüne geçecek olsa da 5G teknolojisi ve Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne duyduğu ilgi kaçınılmaz olarak bir çıkar çatışmasına yol açacaktır.
Konvansiyonel güçlerini küresel ölçekte uzak mesafelere taşıma kapasitesine erişmiş olsa da Çin donanması ve nükleer silahları, Pekin’i henüz ABD karşısında arzu ettiği caydırıcılık seviyesine ulaştırabilmiş değil. 2019 yılının son çeyreğinde küresel ekonomide başlayan yavaşlamanın, Kovid-19 salgınıyla daha da yıkıcı bir etki kazanması ve tedarik zincirlerinin gördüğü zarar da Çin’in elini zayıflatan diğer faktörler. Pekin yönetimi rasyonel bir yaklaşımla ABD’yi ticaret müzakerelerinin devamına ve Güney Çin Denizi için müzakerelere davet ederek Mao’nun “uzatılmış savaş” konseptine benzer bir platforma çekmeye çalışıyor. Çin İmparatorluğu 18 ve 19. yüzyıllarda benzer bir yöntemi İngiliz diplomatik heyetlerine de uygulamış, reddedecekleri en baştan belli olan taleplerin yalnızca görüşmelerinin protokol ayrıntılarını aylarca uzatarak muhataplarını bezdirme ve zaman kazanma yoluna gitmişlerdi. ABD ise kendisiyle çatışmaya girmekten kaçınan Çin’i çatışmaya çekmek için her enstrümanı değerlendiriyor.
Çin’in kapılarını Batı ticaretine hesapsızca açmak zorunda kaldığı Afyon Savaşları’nın vuku bulduğu 1839-1860 süreci, Osmanlı Devleti üzerinde benzer baskıların uygulandığı bir süreçti. Fransa ve İngiltere, Osmanlı Devleti’ni arzu ettiği biçime sokmak için Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın başlattığı isyanı kullanıyordu. 1833’te II. Mahmut’un Kavalalı isyanına karşı Rusya’dan yardım istemesi ve Hünkâr İskelesi Anlaşması’nın imzalanması, İngiltere ve Fransa’nın tepkisine yol açmıştı. İngiltere’nin baskısı 1838’de Balta Limanı Anlaşması’nın imzalanmasına yol açtı ve Avrupa devletlerine sınırsız ticari imtiyazların tanınma süreci başladı. İngiltere Afyon Savaşlarıyla Çin ile doğrudan çatışmaya girerken, Osmanlı’dan aynı ticari imtiyazları koparmak ve Osmanlı limanlarında vergi vermeden ticaret yürütmek için Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Mısır merkezli isyanını manipüle etmişti. Asya ticaret yolu üzerindeki iki büyük devlet aynı zamanlarda aynı yöntemlerle bertaraf edilmiş, hammadde kaynakları ve topraklarındaki ticaret hakları Batılı devletlere sınırsız şekilde açılarak Asya-Pasifik bölgesi, Ortadoğu, Anadolu ve Kuzey Afrika’nın sömürülme süreci yeni bir boyut kazanmıştı.
Bu şartlar altında Osmanlı Devleti’nin Çin’deki Afyon Savaşları’na ilgisi, afyon fiyatlarındaki değişimi takip ederek bundan azami şekilde faydalanmanın yollarını aramakla sınırlı kaldı. İkinci Afyon Savaşı’nın başladığı 1856 yılında ise yine dikkat çekici bir tesadüf olarak Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile beraber Rusya’ya karşı Kırım Savaşı’na sürüklendi. Kırım Savaşı’nın bitiminde Osmanlı Devleti galip devletlerin safında yer almasına rağmen kapitülasyonları kaldırtmayı başaramazken, Karadeniz’deki Rus donanmasının imhası ile Doğu Akdeniz ve Hindistan ticaret yolu üzerindeki Rus tehdidi de İngiltere ve Fransa’nın yararına bertaraf edilmiş oldu. 1856’daki Paris Anlaşması, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’daki hakimiyetinin son bulacağı sürecin temellerini atarken, İkinci Afyon Savaşı sonunda 1860 yılında imzalanan “Pekin Konvansiyonu”, İngiltere’nin Hong Kong limanına el koyarak bölgede uzun yıllar sürecek kalıcılığını ve Çin’de İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam edecek kargaşa dönemini beraberinde getirdi. Doğu Akdeniz’de bugün Türkiye’yi hedef alan kuşatma ile Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı Güney Çin Denizi sıklet merkezli olarak oluşturulan ittifaklar, 160 yıl önce yaşanmış bir tecrübenin tekrarı ile karşı karşıya olunduğu izlenimini kuvvetlendiriyor.
Soğuk Savaş mı yoksa imparatorlukların pazar rekabeti savaşı mı?
On dokuzuncu yüzyıldaki ticaret ve pazar elde etme mücadelesinin sonucu olarak Çin İmparatorluğu ve Osmanlı Devleti’ni hedef alan çatışmalar günümüze Doğu Akdeniz ve Güney Çin Denizi’nin paylaşım mücadelesi kisvesiyle taşınmış durumda. Güney Çin Denizi’nde tartışma konusu olan adaların geçmişine baktığımızda 1970 yılına kadar bu adaları sahiplenen kimse olmadığını görüyoruz. Ancak 1969’da Birleşmiş Milletler Ekonomi Komisyonu tarafından yayımlanan bir raporda Doğu Çin Denizi’nde önemli miktarda petrol rezervi bulunduğunun duyurulmasıyla beraber şartlar değişiyor. Doğu ve Güney Çin Denizi’nde adaların sahiplenilmesi ve sınırların çizilmesine yönelik rekabet 1986 yılına kadar ivme kazanıyor. 1989 yılına gelindiğinde ise Varşova Paktı’nın çöküşü ve SSCB’nin dağılacağına dair artan işaretler Pekin’de özgürlük rüzgarları estiriyor. Ancak Çin yönetimi Moskova’dan esen rüzgarla ulaşan demokrasi taleplerini Tiananmen Meydanı’nda ordu müdahalesiyle bastırırken, bugün Çin’deki insan hakları ihlallerini sürekli uluslararası gündeme taşıyan hatta yaptırımları devreye sokan ABD yönetiminden hiç tepki gelmiyor. Hatta dönemin ABD Başkanı “Baba Bush”, Çin lideri Deng Şiaoping’e gizlice bir mektup yazarak, Tiananmen’deki katliam görüntülerinin iki ülke ilişkilerini bozmayacağını teyit ediyor.
John Hopkins Üniversitesi’nden Ho-Fung Hung, bu mektubu takiben 1993 yılında yaşanan gelişmelerin ABD-Çin ilişkilerinin bugünkü durumunu izah eden sürecin başlangıcı olduğuna işaret ediyor. Hung’a göre 1993’te derin bir ekonomik krize sürüklenen Çin, ihracat odaklı büyümeye yönelirken, kamu iktisadi teşebbüslerini de Wall Street aracılığıyla dünya piyasalarına sundu. Bu adeta Afyon Savaşları sonrası Çin pazarının Batıya açılmasına eş değer bir etki yaptı. Ancak ABD sermaye çevreleri bu süreci 2008 küresel ekonomik krizine kadar sömürebildi. Çin aradaki süreçte bir yandan kendi teknoloji markalarını geliştirerek dünya pazarlarını ele geçirirken, diğer taraftan yabancıların özelleştirilen KİT’ler içindeki paylarını küçülterek Çin pazarındaki yabancı yağmasına son verdiler.
2010 yılında ABD’deki sermaye çevrelerinde ilk Çin karşıtı ayaklanma belirtileri görülmeye başlandı. Bunun siyasete yansıması da fazla gecikmedi. 2011 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, ABD politikalarının Asya-Pasifik bölgesine odaklandığını açıkladı ve Çin, “Ulusal Güvenlik Belgelerinde” öncelikli tehdit olarak değerlendirilmeye başlandı. Bunu 2014 yılında ABD Başkanı Obama’nın Filipinler’le imzaladığı savunma anlaşması izledi. 2012 yılında Şi Cinping’in Çin’de liderlik koltuğuna oturmasını takiben Kuşak ve Yol İnisiyatifi’nin ivme kazanması da rekabetin şartlarını sertleştirdi. ABD, Pasifik Donanma Komutanlığı’nı Hint okyanusunu da kapsayacak şekilde genişletirken “Seyir Özgürlüğü” kavramı kapsamında Güney Çin Denizi’ndeki donanma varlığını güçlendirdi. SCSPI (South China Sea Strategic Situation Probing Initiative – Güney Çin Denizi Stratejik Durum Araştırma Girişimi) adlı düşünce kuruluşunun verilerine göre ABD donanmasının Güney Çin Denizi’ndeki faaliyetleri 2009 yılına göre yüzde 60 artmış durumda. ABD Hava Kuvvetleri’nin Güney Çin Denizi’ndeki yıllık sorti sayısı ise bin 500’e yükseldi. 2009 yılı ile kıyaslandığında bu rakam iki kat artışa işaret ediyor. Ve Amerikan keşif-gözlem uçaklarının Kovid-19 salgını süreciyle beraber Çin kıyılarına yaklaşma mesafeleri 40 deniz miline (yaklaşık 70 kilometre) kadar indi.
Bölgedeki gelişmeler, Çin’in 1839’dan 1860’a kadar devam eden Afyon Savaşları’na benzer bir sürece maruz kalacağına işaret ediyor. Yüzyıllarca kendisini dış dünyadan başarıyla izole etmiş olan Çin İmparatorluğu, 19. yüzyılla beraber İngiliz Krallığı’nın önü alınamaz ticari çıkarlarının hedefi haline gelmişti. Londra’nın Afyon Savaşları’nın temelini oluşturan gerekçesiyle bugün Washington’ın Pekin’i hedef alan operasyonlarının temeli aynı hedeflere dayanmaktaydı: Çin topraklarında yapılacak ticarette hiçbir sınırlamaya tabi olmamak, Pekin’den mümkün olduğunca imtiyaz ve kapitülasyon elde etmek.
Çatışma kaçınılmaz mı?
Konvansiyonel güçlerini küresel ölçekte uzak mesafelere taşıma kapasitesine erişmiş olsa da Çin donanması ve nükleer silahları, Pekin’i henüz ABD karşısında arzu ettiği caydırıcılık seviyesine ulaştırabilmiş değil. 2019 yılının son çeyreğinde küresel ekonomide başlayan yavaşlamanın, Kovid-19 salgınıyla daha da yıkıcı bir etki kazanması ve tedarik zincirlerinin gördüğü zarar da Çin’in elini zayıflatan diğer faktörler. Pekin yönetimi rasyonel bir yaklaşımla ABD’yi ticaret müzakerelerinin devamına ve Güney Çin Denizi için müzakerelere davet ederek Mao’nun “uzatılmış savaş” konseptine benzer bir platforma çekmeye çalışıyor. Çin İmparatorluğu 18 ve 19. yüzyıllarda benzer bir yöntemi İngiliz diplomatik heyetlerine de uygulamış, reddedecekleri en baştan belli olan taleplerin yalnızca görüşmelerinin protokol ayrıntılarını aylarca uzatarak muhataplarını bezdirme ve zaman kazanma yoluna gitmişlerdi. ABD ise kendisiyle çatışmaya girmekten kaçınan Çin’i çatışmaya çekmek için her enstrümanı değerlendiriyor.
Müttefiklerini 5G teknolojisi için Huawei ile işbirliği yapmaktan alıkoyacak baskılar uygulayarak Çin’le karşı karşıya gelmelerini sağlıyor ya da Çin kaynaklı Tik Tok uygulamasına savaş açıyor. Çin’in Houston Konsolosluğu’na yönelik kapatma operasyonu da bu kapsamdaki taktiklerden biriydi. Konsoloslukta Çin ordusuyla bağlantılarını gizleyen diplomatlar bulunduğu ve ABD vatandaşlarının telif haklarını ihlal eden operasyonlar yürütüldüğü gerekçesi öne sürülerek operasyona girişildi.
Ancak istihbarat kaynakları ABD’nin topraklarındaki Çin operasyonlarından gerçekten rahatsız olması halinde hedef alınması gereken diplomatik misyonun San Francisco’da bulunduğuna dikkat çekiyorlar. Bu iddialara göre San Francisco’daki Çin Konsolosluğu, ülkedeki Uygur Türklerinin takibi, Çin vatandaşı üniversite öğrencilerinin baskı altında tutulması ve Çin Komünist Partisi ile doğrudan bağlantılı, nüfuz ajanı olarak kullanılan sivil toplum kuruluşlarının yönlendirilmesinde aktif rol oynuyor. “Birleşik Cephe Çalışma Departmanı” ve “Barışçıl Yeniden Birleşmeye Teşvik için Çin Konseyi” gibi kuruluşlarla Konfüçyüs Enstitüleri’nin San Francisco’daki Çin Konsolosluğu tarafından ticari casusluk gibi faaliyetler amacıyla yönlendirildiği de iddialar arasında. ABD’nin Güney Çin Denizi’nde aradığı çatışma ortamını bulamaması durumunda kendi topraklarında ve Avrupa’daki Çin çıkarlarını hedef alacak girişimlerde bulunması sürpriz olmayacaktır.
Türkiye Kovid-19 salgını sürecinde küresel tedarik zincirinde Çin Halk Cumhuriyeti’nden boşalan alanlara talip olurken, bir yandan da Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika, Suriye ve Karadeniz’de çıkarlarını tehdit eden ittifaklarla mücadele ediyor. Rekabet, NATO ya da Avrupa Birliği (AB) gibi klasik yapıların dışına çıkarak farklı ittifakların inşa edildiği süreçleri beraberinde getiriyor. ABD’nin terör örgütlerini dahi partner olarak tercih edebildiğine ya da 16. yüzyılda Polonya-Litvanya ortaklığıyla doğan Lüblin Paktı gibi ittifakların bugün Rusya’ya karşı Ukrayna’nın da katılımıyla yeniden doğabildiğine ve Belarus’ta bir yönetim değişikliğini tetikleyecek noktaya geldiğine şahit oluyoruz. Çin’in bugün gerek bölgesinde gerek küresel pazarlarda karşı karşıya kaldığı baskı, düşmanları azaltıp ittifakları ve dostları çoğaltmanın gereğine işaret ediyor.
***Kaynak: Bu analiz “AA”dan alıntıdır. Tüm “alıntı analizler” gibi yazıdaki ifadeler ve görüşler sahibine aittir.