Üstad Bediüzzaman Said Nursî - Birinci Cilt-Eserlerden Esintiler – 7
Üstad Bediüzzaman Said Nursî - Birinci Cilt
Bismillahirrahmanirrahim...
Kitabımızın birinci cildinde yazar, Üstad’ın hayatını iki bölüme ayırıyor. Birinci bölümde Üstad’ın tahsil hayatı, irşad faaliyetleri ve bu uğurda kat ettiği yolculuklar; ikinci bölümde dışı sürgün, içi büyük bir tohum olan Barla’yı işliyor. Anlatılabilecek o kadar pasaj ve aktardığı o denli derin mesaj var ki eserde… Biz bir deste sunup, kitabın geniş malumatlı feyzine yönlendirelim. Önce bir sahne ile başlayalım.
İngiliz Müstemlekeler Nazırı Lord Curzon… Elinde Kur’an-ı Kerim… “Beyler!” diye seslenir:
“Müslümanlara hakim olmak için iki yolu takip etmeliyiz. Ya bu kitabı Müslümanların elinden almalıyız -ki bu imkansız- ya da bu kitabı işlevsiz kılmalı, Müslümanları ondan soğutmalıyız.”
Bediüzzaman o sıralar Van’da bir konakta... Bu haberi okur okumaz ruhunda şimşekler çakar. Kuvvetli bir niyet ve berrak bir ümitle haykırır: “Ben de Kur’an’ın sönmez ve söndürülemez manevi bir güneş olduğunu dünyaya ispat edeceğim!”
Üstad, o demlerde de ilmî donanımı yüksek bir şahsiyettir. Bitlis’in Nurs köyünde ilim aşığı ve mütedeyyin bir ailenin çocuğu olarak doğmuş, medreselerde dönemsel okutulan dersleri ve kitaplarını kısa sürede ezberlemiş, genç yaşta birçok âlimi ilzam edecek donanıma sahip, etki gücü yüksek, sosyal ve kültürel anlamda tanınmış, devrin hem dini hem de fenni ilimlerine vakıf bir âlimdir, bu sözleri sözlerken. Hem bu hayâsız akına karşı çaresi de vardır: Mısır El Ezher’in kardeşi hükmündeki Medresetü’z-Zehra… Büyük güç, büyük sorumluluk ister. Bu sebeple İstanbul yollarını arşınlar, padişahla görüşmeye çalışır. Fakat yazarın ayrıntılarıyla bahsettiği çalkantılar sebebiyle fıtrî ve gerekli bir çözüm olan eğitim talebini iletemeden baskı ve yıldırmalarla karşı karşıya kalır. Sesini kısmak için tımarhaneye atılır, yılmaz, Müslümanların sesine ses olmak adına İttihad-ı Muhammedî’yi kurar. 31 Mart Vakasında Divan-ı Harb-i Örfi’de hukuksuzca yargılanır. İdam sehpası manzaralı mahkemede hakikatli belağatiyle, resmen hâkimleri mahkûm konuma düşürür. Ve mahkemeden çıkar çıkmaz İstanbul meydanlarını “Zalimler için yaşasın cehennem!” naralarıyla doldurur. Şu an elimizde bulunan-bulunmayan birçok eser telif eder. Ama anlar ki, Doğu’nun derdine derman aramak için geldiği İstanbul’un hali, Doğu’dan da beter. Gelin libasını giymiş ihtiyar bir acuze imiş. Bu sebeple memleketine geri döner.
Memleketinde iman tohumlarını ekmekle de kalmaz, Şam’a da gider. Emevi Camii’nde çok ses getiren Arapça bir hutbe irad eder. Ve ikinci kez İstanbul’a hareket eder. Menfi milliyetçiliğin boy gösterdiği İstanbul’da, İslamî ruhla donanmış bir çözüm sunmayı da ihmal etmez. Medresetü’z Zehra için ilk merhaleyi tamamlar ve memleketine giderek medresenin temelini atar. Sonra Horhor Medresesi’ne gider ve altmış cild olarak yazmayı düşündüğü tefsiri, İşârât-ul İcaz’ın sadece Fatiha ve Bakara Suresinin 33. Ayetine kadar olan bölümünü yazmaya muvafık olur. Zira o sırada I. Dünya Savaşı patlak verir. Hem alim, hem mücahid bir vaziyette sürdürdüğü bu savaşta at sırtında dahi ilim aşkına şahitlik ederiz. Ruslara esir düşer ama orada da i’sar ruhuyla donanmış örnek bir İslam mücahidinin portresini görürüz. Hem kardeşlerini, hem de İslam’ın izzetini koruduğu sahnelerle dolu Rus esaretinden bir yolunu bulup İstanbul’a firar eder. İstanbul, bu sefer daha bir sıkıntılıdır. Zira İngiliz işgali altındadır İstanbul. Üstad ise Dar-ül Hikmet-il İslamiye’de görevlidir o vakit. İngilizlerin 6 sualine karşılık 6 cevap olan ve işgalin sosyal-siyasal-psikolojik tahlillerini yaptığı ve işgalcileri mantık ilmiyle ilzam ettiği Hutuvat-ı Sitte eserini irad eder. Daha sonra TBMM’de vekilleri cesaretlendirmesi ve mücadeleye dini anlamda yol gösterici olması için Ankara’ya davet edilir. Ankara’ya gelir gelmez dikkatini çeken ilk şey, vekillerin namaza karşı lakaytlığı olduğundan, bu konuda bir risale yazar. Milletin vekili, milletin hilafına bir davranışta bulunmamalı, aksine örnek olmalı, der. Bu konuda baştakiler ile tartışmaya girer, ilzam eder onları. Kitapta yazarın daha ayrıntılı aktardığı mantalite farklılığı gibi sebeplerden ötürü anlaşamayacaklarını ama onlarla uğraşmanın da fayda vermeyeceğini de anlayarak Van’a geçer ve inzivaya çekilir. Her şeyden el etek çektiği İkinci Said dönemi başlar.
O sıralar hilafet kaldırılır. Doğu’da ise buna muhalif hareketlenmeler başlar. Yönetici erk, olaya çok kanlı bir şekilde müdahale eder... Üstad ise Erek Dağı’na inzivaya çekilirken, meseleye dahli olmamasına rağmen Doğu’daki tüm asılmayan, geri kalmış alimlere reva görülen toplu cezadan nasiplendirilir. Sağ kalan âlimlerle beraber ona da sürgün uygulanır. Önce İstanbul’a gönderilir, sonra da kuş uçmaz, kervan geçmez Barla’ya… Barla’ya gönderiliş amacı, sesinin susturulması, tecrit ve sindirme… Ama Allah, hiç umulmayan bir yerden bir nimet verir ve Üstadın azim ve kararlı duruşu, mütevekkil ruh hali, teşkilatçı yapısı ve kalbî itminanının meyvesi olarak Barla, toprağın altına atılan tohum nevinden bir cennete dönüşür. Önceleri Üstad’dan kaçan, sonra da kalpleri ısınan ve ona alışan Barla’da her ev, bir Nur Mektebi olur. Eserlerin yazımı, neşri, dağıtımı aşamalarında her biri güzide örnekler barındıran tablolarla ve büyük kahramanlıklarla karşı karşıyayızdır. İşin garip tarafı, Van ve İstanbul’da, Dar-ul Hikme’de onca ilmî donanımı yüksek yardımcıya, bolca imkana, çokça teveccühe rağmen yeteri derecede inkişaf etmeyen nur; Barla’nın o ümmi, ilim tahsili zayıf, ama tam bir ihlas ile azmeden o bir avuç insanının eliyle büyük bir esere dönüşür. Bu ancak, fazl-ı ilahi ve tam ihlasla açıklanacak bir vaziyettir. Fakat bu güzel vaziyet, karanlık sevdalılarınca hoş karşılanmaz ve orman kanunlarına bile merhamet okutan Barla sürgünü ve tarassudatından sonra Üstad’a yeni bir sürgün yolu gözükür: Isparta…
Üstâd’ın Barla sürgünüyle ilgili yazarın önemli tespitlerine gelecek olursak… Öncelikle Üstad, tüm yaşantısıyla kadere imanın kamil örneğini sergiliyor. Zira her şey Hakk’tandır. Her şeyin ölümlü olduğu bu alemde Allah’ın (Celle Celaluhu) dostluğuna tam iman etmek, kişiyi kurtuluşa erdiren yegane yoldur. Zira O’dur tek sığınak. Öte yandan burada mücadele hukukunun mantığını ve ahlakını ortaya koyuyor ve mevzu bahis edilen İslam’ı anlatma suçunun (!), hukuka göre değil, totaliter bir zihniyete muhalefetinden dolayı işlenmiş olduğunu belirtiyor. Böylesi bir durumda haksızlığı hak iddia eden ve hukuku elinde bulunduran bir güruha karşı hakkı dava edinmenin mantıksızlığına vurgu yapıyor. Peki ona reva görülen bu kadar eziyetin kaynağı nedir? Dine olan bağlılık ve bu uğurda hizmeti… Müslümanların mevcut sıkıntı, ihtilaf ve manevi hastalıklara ilişkin tedbir ve tedavi yollarını göstermesi, İslam düşmanlarının can damarına bastığından dolayı, onların bu kadar eziyet ve işkencelerine maruz kalmıştı Üstad. Bu sebeple istikamet üzere olmak ve İslam’ın şerefini üzerinde taşıyacak bir sorumluluk bilinciyle donanmak ve saldırılara karşı metin bir iradeye sahip olmak gerekti ve Üstad bunu başardı. Başarmakla kalmadı, bu yolda yürüyenlere önder oldu.
Yazarın da dediği gibi, rahatlık anında kahramanlardan adım atılamayacak kalabalıklar bulunur. Ama zor ve zahmetin hüküm sürdüğü meydandır, insan-ı kâmil basamaklarını kat ettirecek olan. Bu vesileyle Üstad’ın baş döndüren yolculuğu, sahabeler devrinden bu yana bizlere akseden “Kurban nesil” tabirinin de bir yansımasıdır. Allah, en sevdiği kullarını, en büyük imtihanlara tabi tutar ve onları, insanlara numune-i imtisal olacak bir halde sunar. Büyük insanlar bazen kitaplarıyla, bazen ilimleriyle, bazen duruşlarıyla, bazen çektikleri çile ve sıkıntılarla tanınır. Üstad’ın en önemli özelliği, Kur’an’ın nuruyla aydınlanmış bir hayatla yoğrulması ve eserlerini bu yolda gideceklere bir azık etmesidir. Belâğatin burçlarında seyreden Risale-i Nur’un feyzinden ışık alan ve Üstad’ın Medrese-i Yusufiye âlemini soluyan yazarımızın eserinde de bunun güzel örneklerini görebiliriz.
Yazarla özellikle bazı olaylara yaklaşım tarzımız farklı olsa da çoğu yönüyle etkileyici ve yol gösterici, ders ve ibretler bercestesi olan bir eserle karşı karşıya olduğumu belirtmek isterim. Hatta eseri yazarken Üstad’ın yaşantısına mı, yazarın tespitlerine mi yoğunluk verme konusunda kararsız kaldığımı da itiraf etmeliyim. Nasip olursa gelecek bölümlerde diğer ciltlerinden aldığım hisselerle karşınızda olacağım inşallah.
Rabbim kitaptan ayırmasın!
Selam ve dua ile…
Abdullah Yıldız