MAZLUMDER Yönetim Kurulu Üyesi Dalaz: Darbe girişimi Türkiye’nin dengelerini bozdu
İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) Yönetim Kurulu Üyesi ve Ankara Şube Genel Sekreteri Ali Dalaz, "insan hakları ihlalleri" ile ilgili İlke haber Ajansı'nın (İLKHA) sorularını yanıtladı.
MAZLUMDER'in öncelikle başörtüsü zulmü ve cezaevlerinde yaşanan hak ihlallerine karşı yani ihtiyaca binaen ortaya çıktığını belirten Dalaz, "MAZLUMDER, Müslümanlar’a insan hakları kavramının varlığını hatırlatmıştır. Geçmişimizde, bugün adına insan hakları dediğimiz unsurları temsil eden değerlerimiz vardı. Günümüzde ise Batı kendine göre bir 'insan hakları' kavramı oluşturmuş ve doğal olarak Müslümanlar da bu kavramın dışında kalamıyor. Ancak içine girdiğiniz zaman Batı’nın insan hakları söyleminin sadece kavramsal düzlemde kaldığını, uygulamaya geçmediğini görüyorsunuz. Diğer yandan 1400 yıl önce uygulamaya konulan Hilful Fudül ve Medine Vesikası ile bizim medeniyetimiz insan hakları alanında ilk sözü söylemekle kalmamış, uygulamalarıyla söylemlerini desteklemiştir. MAZLUMDER, sivil bir oluşumdur. Farklı kesimlerin ve kurumların desteklediği bir kuruluştur. Bu kuruluş, bünyesinde gazeteci, yazar, aydın, akademisyen, hukukçu ve iş adamlarını barındırmaktadır. " dedi.
"İnsan haklarının özü, insan onuruna yakışır bir tazda muameledir"
İnsan hakları ihlallerinin insanlık tarihi kadar eski olduğunu belirten Dalaz, "Şayet Adem aleyhisselam ve İblis (Şeytan) kıssasını saymazsak, ilk insan hakları ihlalini Habil ve Kabil kıssasına kadar götürmemiz mümkün. Adem aleyhisselam’ın çocuklarından Kabil’in Habil’i öldürmesiyle başlayan insan hakları ihlali süreci günümüze kadar süregelmiştir. İnsan hakları sadece insan olmaktan kaynaklı evrensel ve en üstün ahlaki hakları ifade eder. Din, dil, ırk,renk, cins, soy, ideoleji, coğrafya ayırımı yapmaksızın herkes içindir. İnsan onur ve saygınlığının doğal bir sonucu olarak insanlığın yüzyıllar boyunca vermiş olduğu ortak bir mücadelenin sonucunda ulaşılabilmiş haklardır. Bu nedenle insan onuruna ve insanın, insani özgürlüklerine karşı yapılabilecek her türlü müdaheleye karşı bir güvencedir. Yani insan haklarının özü, özellikle devletler tarafından, insanlara özgür ve eşit bireyler olarak aralarında hiç bir ayrım gözetmeden insan onuruna yakışır bir tazda muamele etmektir. İnsan hakları ihlallerinin küresel boyutlara ulaştığı ve dolayısıyla devletler ötesi bir ilgiye mazhar olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Fiili durum yoruma mahal bırakmayacak ölçüde vahim. Fiili durumun vahameti, kavramın kültürel arka plânını örtmekte/gizlemekte ve en azından sağlıklı bir vasatta tartışılmasını engellemektedir. Batı, kendi dışındaki toplumlara, insan hakları düşünce ve pratiğinin Batı’nın modern dönemlerine ait olduğunu; Batı dışı din ve kültür havzalarında bir insan hakları düşünce ve pratiğinden söz etmenin mümkün olamayacağını ve bu nedenle de insan haklarının ancak Batılı değerler dizgesi içerisinde korunabileceği kabul ettirmeye çalışıyor.
"Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır"
Birleşmiş Milletlerde kabul edilen "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" hakkında ise Dalaz, şunları söyledi:
"Birleşmiş Milletler Evrensel Beyannamesi" Birinci ve İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan büyük acılar sonunda ortaya çıkmış, geniş bir katılımla hazırlanmış, çok az bir ülke dışında büyük bir konsenssusla kabul edilmiş, temel insan haklarını ifade eder. En yüksek hukuki ve ahlaki değerleri ifade eder. Hukuki bağlayıcılığı yoktur ama daha sonra gerek Birleşmiş Milletlerde, gerekse oluşan insan hakları ile ilgili bir çok bağlayıcı sözleşmeler ve denetleyici komiteler bu belgenin yol göstericiliğinde ortaya çıkmıştır. Pek çok ülkenin anayasa ve yasalarının hazırlanmasında da temel ilke olarak kabul edilmiştir. Kısaca bazı maddelerinden bahsedecek olursak şöyle sıralayabiliriz; Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır. Hiç kimse köle veya kulluk altında tutulamaz. Hiç kimseye işkence yapılamaz, zalimce, insanlık dışı onur kırıcı ceza verilemez. Herkes yasa önünde eşittir. Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir."
"İnsan hakları, yaşama hakkı yanında kişi özgürlüğünü ve güvenliğini esas alır"
"İnsan hakları, yaşama hakkı yanında kişi özgürlüğünü ve güvenliğini de esas alır, keyfi tutuklama, hapis ve sürgüne gönderilmeden bireyi korur, herkes için bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil bir şekilde yargılanma hakkını tanır ve bu hakların yasalarla güvence altına alınmasını ister." ifadesini kullanan Dalaz, "İnsan haklarının oluşumu insanlık tarihiyle özdeş diyebiliriz. Pek çok dini ve felsefi metinlerde isan haklarına dair emir ve yasakları görmemiz mümkündür. 'Medine Sözleşmesi' ve' Veda Hutbesi'ni bu gruptan sayabiliriz. Modern anlamda insan haklarının oluşumuna zemin hazırlayan siyasi sözleşmeler genel olarak İngiliz kralının yetkilerini sınırlandıran 1215 tarihli 'Magna Carta' (Büyük Ferman) ile başlatılır. 1689 tarihli 'İngiliz Yurttaşlar Bildirgesi', 1776 tarihli 'Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi', 1789 tarihli 'Fransız İnsan Yurttaş Hakları Bildirgesi' ve 10 Ocak 1919 da kurulan 'Milletler Cemiyeti'nin (Cemiyeti Akvam) kuruluş ilkeleri bunlardan önemlileridir. Daha sonra, Birleşmiş Milletler bünyesinde insan haklarını etkin kılacak ve taraf olan devletler nezninde denetleme ve yönlendirme yapacak değişik alanlarda sözleşmeler ve denetleme komiteleri oluşturulmuştur. Bu temel sözleşmeler şunlardır: Kişisel ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi, Her Türlü Irk Ayırımcılığının Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Hertürlü Ayırımın Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi, İşkence ve Diğer Zalimce, İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Muamele veya Cezalandırmanın Önlenmesi Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Tüm Göçmen İşçilerin ve Aile Fertlerinin Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme, Herkesin Zorla Kaybedilmeye Karşı Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme, Engellilerin Haklarına Dair Sözleşme. Avrupa Birliği’de kendi bünyesinde benzer sözleşmeler ve komiteler oluşturmuş, ayrıca taraf ülkeler nezninde bağlayıcılığı olan ve taraf ülkelerdeki insan hakları davalarına bakan 'Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ni de kurmuştur. Türkiye’de taraf ülkeler arasındadır." şeklinde konuştu.
"Dindarlar, kürtler, aleviler en çok hak ihlali yaşayan kesimler oldu"
"Maalesef dünyada bir çok ülkede insan hakları sorunları yaşanıyor." diyen Dalaz, "Türkiye’de tarihi süreçte özellikle uluslararası sözleşmelere imza konması ve uyum yasaları konusunda olumlu gelişmeler olmuştur. Bunun yanında uygulamalarda ve zihniyet bağlamında sorunlarımız hep devam edegelmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren halka müdahele etmeyi ve toplum mühendisliği yapmayı kendisi için vazife bilen bir yaklaşımla karşı karşıya kaldık. Yargının bağımsızlığı gibi temel bir problemimiz hala devam etmektedir. Darbeler döneminde yapılan anayasalarımız dışında bütüncül bir sivil anayasa yapmayı başaramadık. Darbeler, vesayet, yargının baskı altına alınması, ayrımcılık ve ötekileştirmeler yoğun insan hakları ihlalleri oluşturdu. Dindarlar, kürtler, aleviler en çok hak ihlali yaşayan kesimler oldu." dedi.
"Darbe girişimi Türkiye’nin dengelerini bozdu"
"Malesef 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşadığımız talihsiz, kanlı darbe girişimi Türkiye’nin hukuk düzeni dahil bütün dengelerini bozdu." diyen Dalaz, sözlerini şöyle sürdürdü:
Darbe yapan grubun (FETÖ) meşru görünümlü sofistike, bir çok yönüyle gizli ve gizemli bir örgüt olması mevcut durumu daha da zorlaştırdı. Hem darbe girişimi sırasında hem de sonrasında yaşanan süreçte pek çok masum insan mağdur oldu. İçine girdiğimiz OHAL süreci ve sonrasında hukuk sistemimiz ve hukuk anlayışı oldukça sarsılmış ve derin bir yara almıştır. Herkesin kendini suçlu gibi hissettiği, bir şekilde suçlu gibi gösterilebildiği sisli, güvensiz ve ön görülemez bir ortam oluşmuştur. FETÖ ile mücadelede çok geniş bir kitlenin hedef alınması, FETÖ ile darbe ve suç ilişkisi olmayan ve söz konusu yapı ile meşru göründüğü dönemlerde dini ve bir çok nedenle beşeri münasebetler kurmuş pek çok sıradan insan da bu süreçte mağdur olmuştur. Kurumlardan ihraç süreçlerinde ihraç edilen personel hukukun en temel ilkesi olan savunma hakkını kullanamamıştır. KHK ile ihraç edilen personel, avukatlık, öğretmenlik gibi mesleki haklarını özel sektörde de kullanamazken darbe sonrası oluşan psikolojik ortamdan kaynaklı pek çok yasal hakını da kullanmakta zorluklar yaşamıştır. Özellikle kamuya yeni personel alımlarında ve bazı kamu imkanlarını kullanmakta, KHK ile ihraç edilenlerin birinci derece bazan ikinci derece yakını olanlar, 'suçun şahsiliği hukuk ilkesi' ihlal edilerek mağdur edilmişlerdir. İhraç sonrası yasal süreçlerle aklanarak kurumlarına geri dönmeyi hak eden personele hala bir tür sakıncalı personel muamelesi yapılarak değişik şekillerde mağdur edilmeye devam edilmeside ayrı bir sorundur. FETÖ ile mücadelede, örgüt üyeliği ve diğer suç ilişkilerinin, normal hukuk normunda 'kesin delil', 'suçun sabit olması' gibi kabul edilmiş kavramlar yerine 'irtibat' ve 'iltisak' gibi muğlak kavramların kullanılmış olması hukuki anlamda suç işlememiş hatta suç işlemek gibi bir niyeti olmayan pek çok insanı bu süreçten olumsuz etkilenmiştir. Bu durum zaman zaman kişisel husumetler ve menfaat elde etmek isteyenler için fırsata da dönüştürülmüştür. Darbe sürecinin olağan üstü nedenleri ile alınmış kararlar ve acil önlemler belirli makul süreler için belki anlaşılabilir bir durum olabilir. Bu gün, '15 Temmuz Darbe Girişimi' üzerinden üç yıldan fazla bir zaman geçmiş durumda. Türkiye şimdi yaşadığımız bu süreci bütün kurumları ile sakin ve sağduyulu bir şekilde yeniden değerlendirmeli ve gözden geçirmelidir. Darbe ile haklı olarak mücadele ederken, tekrar edecek olursak çok geniş bir kitle hedef alındı, çok hızlı kararlar verildi, tabiki hatalarda yapıldı. Bu durum ayrıca Türkiye’nin yurt dışındaki imajını da son derece olumsuz etkiledi. Olağanüstü dönemde yaşadığımız bu süreçten yine olağan döneme dönerek çıkabileceğimizi düşünüyorum. Hukuktan başka çıkış görünmüyor.
Dalaz, son olarak şunları söyledi:
"MAZLUMDER olarak 2020 yılında ağırlıklı olarak 'Mülteciler Birlikte Yaşam' üzerine faliyetlerde bulunacağız. 7 Mart’ta İstanbulda 2 oturum halinde, Akademisyen ve alanında uzmanlaşmış kişilerin sunacağı bir panel düzenliyoruz. Daha sonra ise Ankara ve diğer illerde bu alanda sempozyum, panel ve konferanslar düzenleyeceğiz. Türkiye’de birbirimizi ötekileştirmeden, farklılıklarımıza saygı göstererek, barış içinde birlikte yaşama kültürünü geliştirmemiz gerekiyor. Buna mecburuz. Başka türlüsü mümkün değil. Barış içinde birlikte yaşamayı başarabilmemiz, başta insan hakları olmak üzre pekçok olumlu gelişmenin zemini olacaktır." (Mehmet Sait Çelik – İLKHA)