CENNET EHLİNİN VASIFLARI
Allahu Azze ve Celle, cenneti takva sahibi kullarına yaklaştırdığını ve o cennete girmeyi hak eden bu kimselerin şu dört tane vasıfla vasıflandıklarını haber vermektedir:
Doğruhaber
1 - Bunların yönelenler oldukları.
Yani Allah'a karşı isyandan kaçıp O'na itaat etmeye dönenler, gafletten kaçıp, O'nu zikretmeye yönelenler.
Ubeyd b. Umeyr der ki:
"Tevvab (Allah'a yönelen) kimse, günahlarını hatırlayıp onlardan dolayı Allahu Teâlâ'ya tevbe istiğfarda bulunan kimsedir."
Mücahid de şöyle der:
"Tenha yerlerde günahlarını hatırlayıp, onlardan istiğfar eden kimsedir."
Said b. Müseyyeb ise:
"Bu kimse, günah işleyen sonra da tevbe eden, sonra günah işlediği zaman yine tevbe eden kimsedir." der.
2 - Allah'ın emirlerine riayet edenler oldukları.
İbn Abbas şöyle demiştir:
"Allah'ın farzlarına ve emanetlerine riayet eden kimselerdir."
Katade ise şöyle demiştir:
"Allah'ın kendisine gerek haklarından ve gerekse nimetlerinden emanet ettiği şeyleri koruyan kimselerdir."
3 - Allahu Teâlâ'nın şu âyetindeki buyruğu üzere: "görmediği hâlde Rahman olan Allah'tan korkan" (Kaf, 33) kişiler oldukları.
Bu âyet-i kerime; Allah'ın (c.c.) varlığına, rab oluşuna, kudretine, ilmine ve ayrıntılı olarak kulun her şeyine Allahu Teâlâ'nın muttali oluşuna dair durumları içermektedir.
Aynı zamanda O'nun kitaplarına, peygamberlerine, emir ve yasaklarına, vaadine ve karşılaşma gününe de imanlarını içermektedir. Nitekim bunlar olmadan, görmediği hâlde Rahman olan Allah'tan korkmak doğru olmaz.
4 - Allahu Teâlâ'nın şu ayetindeki buyruğu üzere: "O'na yönelen bir kalple gelenler..." oldukları.
İbn Abbas der ki:
"Allah'a isyan etmekten yüz çevirmiş ve O'na itaat etmeye yönelip dönmüş kimseler."
Şu bir gerçek ki; hakiki olan yönelme, kişinin kalbinin Allahu Teâlâ'ya itaat etmeye, O'nu sevmeye ve O'na dönmeye dair durumudur.
Sonra Allahu Teâlâ, bu vasıflara sahip kişilere şu âyet-i kerimede buyurulduğu üzere karşılığını vermiştir:
"Şimdi selâm ve selâmetle oraya girin. İşte sonsuzluk günü budur. Orada onlara ne isterlerse vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." (Kaf, 34-35)
Yüce yaratan bu ayetten sonra onlardan önce kendilerinden daha kuvvetli olan nice nesilleri helak ettiğine dair açıklamasıyla onları korkutmaktadır. Geçmiş nesillerin helak sırasında beldelerde kaçışan ve bir yerlere sığınmaya çalışan kavimler hâline girdiklerini ve kuvvetlerinin, helak olmalarına bir yarar sağlamadığını ve kendilerini Allah'ın azabından kurtaramadıklarını haber vermiştir.
Katade der ki:
"Allah'ın düşmanları öyle şiddet ve sıkıntılarda bulunmuşlardı ki nihayet Allah'ın emrine (helâkına) kendilerinin duçar olduğunu gördüler."
Zeccac ise şöyle der:
"Onlar her yere kaçışıp gitmeye ve sığınacak bir yer aramaya koyulmuşlardı; ancak ölümden kendilerini kurtaramadılar."
Gerçek şu ki, onlar ölümden kaçıp kurtulmayı arzulamışlardı; ancak buna imkân bulamadılar.
Allahu Teâlâ ardından bunun:
"Şüphesiz ki kalbi olan ve hazır bulunup kulak veren kimse için elbette bir öğüt olduğunu" (Kaf, 37) bildirmiştir.
Daha sonra Allahu Teâlâ, onları tasallutu altına almadığını, onlara zorlama yapmadığını ve onları zorla İslâm'a sokmadığını da haber vermiştir. Tehdidinden korkan kimselere karşı sadece sözünün hatırlatılması gereğini emretmiştir. Bu da kuşkusuz öğütten fayda alanlaradır. Allah ile karşılaşacağına inanmayan, O'nun tehdidinden korkmayan ve sevabını ummayan kimseler öğütten asla fayda almazlar.
O, SİZE YERYÜZÜNÜ BOYUN EĞER KILDI AYETİNİN TEFSİRİ
Yüce Allah'ın:
"O size yeri boyun eğer kıldı. Haydi, onun omuzlarında (dağlarında, tepelerinde) yürüyün ve Allah'ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır." (Mülk, 15) âyeti...
Allah (c.c), yeryüzünü, üzerinde yürümek, kazmak, yarmak, evler inşa etmek için boyun eğdirdiğini ve bunları gerçekleştirmek isteyenlere yeri zorlaştırmadığını haber vermiştir.
Bununla beraber yeryüzünü bir beşik ve bir döşek kıldığını, karar yeri olarak ve onu yeterlilik olarak takdir ettiğini, yeri yayıp döşediğini, ondan suyunu ve merasını çıkardığını, dağları onda sabit kıldığını, onda yollar ve tepeler yarattığını, nehirler ve pınarlar akıttığını, onu bereketli kılıp, azıkları takdir ettiğini haber vermiştir. Yerin bereketlerinden birisi de hayvanların ve kendilerinin yedikleri azıkların hepsinin yerden / topraktan çıkmasıdır. Bir bereketi de şudur:
Sen bir daneyi ekiverirsin ve sana fazlasıyla kat kat geriye döner. Bir diğer bereketi de; yeryüzü, sırtında eziyetleri taşır ve sana da içindeki / altındaki en güzel ve en yararlı ürünleri / nimetleri çıkartır. Kendisine bayağı olan şeylerden ekilse bile en güzel ve en hoş nimetleri çıkarır. Bir bereketi de; kulların ayıp ve çirkin yerlerini örtmesi, bedenini muhafaza etmesi, kendisini koruması ve barındırmasıdır. Kullara yemeğini ve içeceğini çıkarmasıdır. Kuşkusuz eza ve cefayı en iyi biçimde taşıyan ve en yararlı ürünler sergileyen yeryüzünün bizzat kendisidir. Dolayısıyla topraktan daha hayırlı, ezalardan daha uzak ve hayra daha yakın olan başka bir nimet yoktur.
Maksat şudur ki:
Allahu Teâlâ, bizim için yeryüzünü tıpkı istenilen yere yularını çekip de gitmesini sağladığımız itaatkâr ve boyun eğen bir deve gibi kılmıştır. "O'nun omuzlarında" ifadesi; yollarda ve tepelerde boyun eğen olarak" diye tabir edilmiştir. Burada da geçtiği gibi yerin boyun eğmesi, ondaki vasfı ile ilgilidir. Yürüyen kimseye bakarsak, o yerin omuzlarında yürür. Omuzlar ise, en yüksek yeri ifade eder. Zaten bundan dolayı da omuzlar "dağlar" diye tefsir edilmiştir. İnsan omuzlarında olduğu gibi...
Nitekim omuz, insanın en yüksek yeri sayılır. Kimisi şöyle demiştir:
"Âyet-i kerimede geçen "yerin omuzlarında" sözünden maksat, ovalarında yapılan yürüyüştür; çünkü bunun daha kolay olduğuna dikkat çekilmektedir."
Açık olarak ortaya çıkan şudur ki; omuzlardan maksat, yüksek yerlerdir. Nitekim canlılar yürürken daha çok yerin yüksek yerlerinde yürürler; buna ters olan istikamette değil. Çünkü küre-i arzın tam düz çizgisi, yerin en yüksek yerleridir. Yürüyen canlılar ise, yeryüzünün tam düz çizgisinde bulunurlar.
"Yerin omuzları" olarak buyrulması ve onun özelliklerinden birisinin de boyun eğici olması, ne de güzel tabir edilmiştir.
Sonra Allahu Azze ve Celle, kendilerine yerden çıkardığı, onlara musahhar ve emirlerine amade kıldığı rızıklarını yemelerini ve kendilerine açmış olduğu yollar ve tepeler üzerinde yürümelerini emretmiştir. Kendilerine yerden rızıklar bitirdiğini haber vermiştir. Yararlanmak için meskenlerin durumundan, oralarda yaşamaktan, gezip dolaşmaktan, meskenlerde yaşayanların yiyeceği nimetlerden bahsetmektedir.
Sonra "Dönüş ancak O'nadır" ayetiyle de şunlara dikkatleri çekmektedir:
Bu meskenlerde devamlı olarak kalmayacak, buraları ebedi yurt edinemeyeceksiniz. Bilakis biz sizleri oraya bir yolcu konumunda soktuk. Sizleri oraya ebedi olarak bırakmak zaten güzel ve doğru olmaz. Sizleri ancak oraya kıyamet gününe kadar geçinmeniz için soktuk. O meskenleriniz ölümlüdür, ölümsüz daimi yerler değildir. İbret yerleri ve geçici gidiş geliş / misafir yerleridir. Vatan da değildir, daimi karar kılacağınız yerler de değildir.
Bu ayet-i kerimenin delaleti; Allahu Teâlâ'nın rabbliğini, tek oluşunu, kudretini, hikmetini ve cömertliğini içermekte, O'nun nimetlerini ve ihsanını hatırlatmakta ve dünyaya bel bağlayıp onu daimi vatan ve yurt edinmekten sakınmayı ortaya koymaktadır. Hatta ayet-i kerime, bizlerin dünyada iken O'nun (âhiret) yurduna ve cennetine hızlıca koşmamızı da ortaya koymaktadır.
Dolayısıyla bu ayetin içeriğinde; Allah'ın var ve bir olduğunu, O'nun nimetlerini düşünmenin ve yaratana doğru yürümenin teşvik edildiğini görmekteyiz.
Yine Allah ile karşılaşılacağının, O'nun huzuruna çıkılacağının ve O'nun bu diyarı olmamış gibi dürüleceğinin, yaşayanların da öldükten sonra diriltileceğinin ve dönüşün ancak kendisine olacağının da bilgisi bulunmaktadır.
-------------------------------------------------------------------------------------------
FATİHA SURESİ VE İÇERİĞİ
İnsanda iki kuvvet bulunur:
- İlmî-nazarî kuvvet ve
- Amelî- iradî kuvvet.
Eksiksiz mutluluğu ise; ilmî ve iradî iki kuvvetin tam olmalarına bağlıdır.
İlmî kuvvetin tam olması ise; ancak kişinin yaratanını, isim ve sıfatlarını, kendisine ulaşılacak yolları ve bu yolları yıkacak afetleri, bizzat kendisini ve kusurlarını bilmesinden geçer.
İşte kişi bu bilinmesi gereken temel kurallara vakıf olmasıyla ilmî kuvvetini tam kazanmış demektir. İnsanlar içerisinde en bilgili kimse, işte bunları en iyi bilen ve bunları en iyi anlayan kimsedir.
Kişinin ilmî-iradî kuvvetinin tam olması, ancak Allahu Teâlâ'nın haklarına riayet etmesi, ihlâs ve doğrulukla yerine getirmesi, istikamette ve ihsanda bulunarak ve nankörlük yapmayarak ve haklarını yerine getirirken O'nun huzurunda aciz olduğunu bilerek yerine getirmesiyle ortaya çıkar. Şu var ki, kendisi bu hizmeti yerine getirmeyi asla vazgeçilmez bir ilke olarak görür. Çünkü kendisi de biliyor ki, Allah'ın hakları, kendi hakları gibi değildir...
Söz konusu bu iki kuvvetin tam olması da ancak Allah'ın yardımı ile mümkün olur.
Allah'ın bazı veli ve özel kullarına hidayet ettiği gibi, kendisinin de dosdoğru yola iletmesine ve doğru yoldan çıkartmamasına ihtiyacı vardır.
İlmî kuvvetin bozulmasıyla sapıklığa kayar; amelî kuvvetin bozulmasıyla da Allah'ın gazabına duçar olur.
Dolayısıyla insanın ve mutluluğunun eksiksiz oluşu; ancak bunların hepsini bulundurmakla tamamlanır. Şüphesiz ki Fatiha sûresi bunları içerisinde bulundurmuş ve muntazamlığını eksiksiz olarak gözler önüne sermiştir.
Nitekim ayet-i kerimede:
"Hamd âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim, din gününün maliki Allah'adır." diye buyrulmuştur ki, bu ilk olan aslı içeriyor. Yani Rab Teâlâ'nın varlığını, isimlerini, sıfatlarını ve fiillerini bilmeyi içeriyor.
Bu sûrede zikri geçen isimler ise, "el-Esmaü'l-Hüsna"nın kökleridir. Bunlar da "Allah", "Rab" ve "Rahman" isimleridir.
"Allah" ismi; ulûhiyetine dair olan sıfatları içerir.
"Rab" ismi; rububiyetine dair sıfatları ve
"Rahman" ismi de; ihsanına, cömertliğine ve iyiliğine dair sıfatlarını içerir. O'nun isimlerinin anlamları, işte bu minvalde dönüp dolaşır.
"Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım isteriz." âyetine gelirsek; bu da kendisine ulaşılacak yolu bilmeyi içerir. Bu, kuşkusuz Allah'ın istediği ve sevdiği doğrultuda, sadece tek O'na kulluk etmek ve O'na ibadet ederken sadece O'ndan yardım istemektir.
"Bizi dosdoğru yola ilet" ayeti ise; kulun ancak bu dosdoğru yolda istikamet üzere bulunduğu zaman saadete ulaşacağını ve istikamette de ancak Rabbi Teâlâ onu hidayete ulaştırdığı zaman olacağını beyan etmektedir. Tıpkı Allah yardım etmese, Allah'a ibadet edemeyeceği ve O'nu hidayete sokmasa, istikamet bulamayacağı gibi.
"O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil." âyeti ise; her iki tarafın da dosdoğru yoldan saptıklarını ortaya koymaktadır. Bir taraf sapıklığa girmiş ki bunlar ilmi ve inancı fesada uğratmışlardır, diğer taraf da gazaba uğramıştır, onlar da gayelerini ve amellerini fesada uğratmışlardır.
Sûrenin baş kısmı rahmet, ortası hidayet ve sonu da nimettir.
İşte kul, nimetten aldığı haz kadar hidayetten de o ölçüde haz alır. Hidayetten aldığı haz kadar da rahmetten haz alır. Dolayısıyla işlerin hepsi O'nun nimetine ve rahmetine dönmüş oluyor. Nimet de rahmet de O'nun rububiyetinin gereksinimlerinden sayılır.
Dolayısıyla O'nun, rahmet eden ve nimetler bahşeden olduğunda şüphe yoktur. Bu aynı zamanda O'nun ilâh olduğunun da göstergesidir. İnkârcılar O'nu inkâr etseler ve müşrikler de O'na ortaklar koşsalar bile O, hak olan tek ilâhtır.
Öyleyse her kim Fatiha süresini, anlamlarını gerek ilim ve marifet olarak ve gerekse amel ve hâl olarak anlamış ise, en şerefli ve yüce nasibin hepsini elde etmiştir. Bununla beraber o kimsenin ibadeti de, avamın ibadetinden çok yüksek bir konuma yükselmiş demektir.
Cennet ehlinin özelliklerini ayet ve hadisler ışığında anlatır mısınız?
Değerli kardeşimiz,
Cennet Kur’ân-ı Kerîm’de genellikle “iman ve sâlih amel” sahiplerine vaad edilmiştir. Bir âyette ebediyet nimetlerinin peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlere ait olacağı ifade edilirken (Nisâ, 4/69) cennetin semâvât ve arz kadar geniş olduğunu belirten başka bir âyette, kötülüklerden sakınma yanında bollukta ve darlıkta başkalarına yardım etme, öfkeyi yenme, insanların kusurlarını bağışlama ve işlediği günahlarda ısrar etmeyip Allah’tan af dileme hasletleri sıralanır (bk. Âl-i İmrân, 3/134-135).
Birçok hadiste cennete gireceklerin vasıfları farklı şekillerde dile getirilmiştir (bk. Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Hz. Peygamber (asm) cennetin üst derecelerini tasvir ettiği bir sırada yanında bulunan sahâbîler, cennetin bu seçkin yerlerine olsa olsa peygamberlerin yerleşebileceğini söylemiş, Resûl-i Ekrem ise şöyle demiştir:
“Evet öyle; bir de Allah’a inanan ve peygamberleri tasdik eden kişiler bu derecelere nâil olabilir." (Buhârî, Bedü’l-halk, 8; Müslim, Cennet, 11).
İslâmî naslar, cehenneme girmeye müstahak olanları kaba, kibirli, cimri, katı yürekli gibi vasıflarla, cennetlikleri de bunun tam aksi niteliklerle tasvir eder. Bir hadiste cennet ehli, adaletli ve cömert hükümdar, yakınlarına ve bütün müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli insan, bir de aile fertleri kalabalık olduğu halde başkasına el açmayan kişi olarak belirtilmiş; bir diğerinde de cennete kalpleri kuşlarınki kadar ürkek ve hassas olanların gireceği ifade edilmiştir (Müslim, Cennet, 27, 63).
Hz. Peygamber (asm)’den, cennete giremeyecek tipleri tasvir eden birçok hadis rivayet edilmiştir. Bu tipler arasında, kalbinde zerre kadar da olsa kibir bulunan, kovculuk yapan, hısım akraba ile ilişkisini kesen, komşusuna eziyet veren insanlar ile halkına karşı samimi davranmayan öğüt dinlemez devlet adamı da vardır (Miftâhu künûzi’s-sünne, “el-cenne” md.). Ehl-i sünnet âlimleri bu tür hadislerin terbiyevî amaçlar taşıdığını, imanı olan kişilerin bir süre cehennemde azap görseler bile eninde sonunda cennete gireceklerini kabul ederler. Cennet kapısının ilkin kendisi tarafından açılacağını ifade eden hadisinin bir rivayetinde Hz. Peygamber (asm) şöyle der:
“Cennet kapısını ilk açacak olan benim; ancak bir kadın benden önce onu açmaya çalışır. Kendisine, ‘Ne yapıyorsun, sen kimsin?’ diye sorarım. Şöyle cevap verir: 'Ben yetimlerine bakmak için evlenmeyen dul bir kadınım.'” (Müslim, Îmân, 333; Heysemî, VIII, 172).
Buhârî ile Müslim’in eserleri de dahil olmak üzere çeşitli hadis kaynaklarında, Muhammed ümmetinden azımsanmayacak bazı grupların hesaba tâbi tutulmadan cennete gireceklerini ifade eden hadisler bulunmaktadır. Bu gruplar için sayılan özelliklerin başlıcaları şunlardır: Vücutlarına dövme yaptırmamak, üfürükçülükle uğraşmamak, uğursuz nesne ve olayların mevcudiyetine inanmamak ve yalnız Allah’a tevekkül edip başkasından korkmamak (İbn Kesîr, II, 147-160). Burada sayılan hususların, İslâm’dan önceki dönemde puta tapıcılık çerçevesinde yer alan inançlara işaret ettiği anlaşılmaktadır.
(Kaynak: Bekir Topaloğlu, DİA, Cennet Md., VII, 384-385)