Mukaddes Belde: KUDÜS Mukaddes Direniş: İNTİFADA
Şehrin düşeceğini anlayan Patrik, Hz. Ömer`in gelmesi halinde teslim olacaklarını bildirmişti. Hz. Ömer bunun için düşmüştü yollara. Kudüs`ün sakinlerine eman verildi. Sonra Hz. Bilal`den ezan okumasını istemişti. Resulullah`ın vefatından bu yana ezan okumamıştı Bilal. Ama Hz. Ömer`i kırmamalıydı. Çıktı ve son iki ezanından birini okudu. Kudüs fethedilmişti
Mehmet Emin Özmen / Araştırma / doğruhaber
ARUN ALEYKUM
“Arun Aleykum” diye bağırıyordu küçük kız ekranda. Ellerimin yana, başımın öne düşmesine neden olan bir çığlıktı bu. Utanmıştım kendimden. Uzun süre öylece kala kaldım. Sonraları bir çöp bidonunun arkasına sığınan baba ile evladına şahit olmuştu tarih. Kendimden nefret ediyordum. Yeryüzü çok genişti ama onlar için bir çöp bidonunun arkası kadar daralmıştı. Bir buçuk milyarlık nüfusumuza rağmen bir bölük Yahudi saldırıyordu baba ile oğla. Bütün ümmet bir çöp bidonunun arkasına saklanmıştı. Bağırıyordum ama nafile. Kurtaramadım onları.
MUKADDES ŞEHİR
Oysa böyle değillerdi atalarım. İlk etapta Allah kutsamıştı burayı. İsra suresinde etrafı mübarek kılınmıştı bizler için. Allah, Resulünü buradan kendine çağırmıştı. Burak, buradan almıştı son Resulü, Allah’ın huzuruna. Sonra Resulullah buraya dönüp eda etmişti namazlarını bir süre. Böylece ilk kıblemiz olmuştu. Hz. Ömer durumun farkındaydı. Fethedilmeliydi mukaddes belde.
İLK FETİH VE FATİH
Çok geçmeden önündeydi şehrin İslam orduları. Hıristiyanlar, şehri Hz. Ömer’e teslim etmişlerdi. Hz. Bilal de gelenler arasındaydı. “Haydi ya Bilal, kalk ezan oku.” Haydi ya Bilal kırma Hz. Ömer’i. Say ki Mekke fethedilmişti. Mekke ve Medine’den sonra en kutsal üçüncü beldenin fethine ezan okunmaz mıydı o yanık sesinle. Biliyorum, Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonra ezan okumamıştın. “Eşheddü Enna Muhammede’r-Resulallah” kısmında boğazın düğümleniyordu. Gerisini getiremiyordun. Ama bugün normal bir gün değildi. Miladi 638 yılıydı ve Kudüs fethedilmişti. Bu mesut günde ezan okunurdu elbet. Sen de kırmadın Müslümanları. Son iki ezanından birini okudun. Mekke’nin fethine şahit olup, Kâbe’de okunan ezana şahit olan sahabeler, oturup ağlıyorlardı Kudüs sokaklarında.
HAÇLI SALDIRISI
Uzun süre bahtiyar ve özgür kaldın ey Kudüs. Yeni fatihlerin tüm Peygamberlerin varisleriydi çünkü. En iyi şekilde karşıladın onları. Fakat şeytanlar durmuyordu. Haçlı canavarları sarmışlardı surlarını. Haçlı sürüsü, Kudüs’ü işgal ettikten sonra Mescid-i Aksâ’da yetmiş bin Müslüman’ı kılıçtan geçirdi. Amaçları olan zenginliğe ise camilerdeki sayısız altın, gümüş ve değerli taşlarla bezeli eşyalarla ulaştılar. Böylece hedeflerine ulaşan haçlılar Kudüs’teki ilk Lâtin Devleti’ni kurarak, arkadan gelen aç Avrupalıları zengin etmenin yollarını aradılar.
İKİNCİ FETİH VE FATİH
Sonra Selahaddin diye yiğit çıktı Kürtlerin arasından. Kudüs’ün Hıristiyanların elinde kalmasına bir türlü hazmedemiyordu. O zamanlar en çok konuşulan konuydu Kudüs’ün kurtarılması. Onu görenler hep kederli, mahzun ve son derece üzüntülü bir halde olduğunu ve hiç doğru dürüst yemek yemediğini, pek gülümsemediğini söylerlerdi. Ona bu halinin nedenini soran birisine şöyle demişti: “Kudüs şehri ve Mescid-i Aksa haçlıların işgali altında olduğu müddetçe, ben nasıl olur da gülebilirim. Nasıl olur da sevinebilirim ve nasıl olur da istediğim gibi rahatça yemek yiyebilirim? Hele hele gözüme nasıl uyku girebilir?”
Kadı Şehauddin ibni Şeddad, Selahaddin’in yakın adamı ve sırdaşıydı. O, Selahaddin’i şöyle anlatırdı: “Selahaddin, Kudüs hakkında öyle gamlıydı ki, onun bu gam ve kederini dağlar kaldıramazdı. O, çocuğunu kaybetmiş bir ana gibi şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koşturup Müslümanları Kudüs’ü kurtarmak için cihada davet ediyordu. İnsan toplulukları arasına dalıp “Ey Müslümanlar! İslam için! İslam için!” diye bağırıyordu. Gözlerinden daima hüzünlü yaşlar dökülüyor ve kuruduğu görülmüyordu. Hele Akka’ya baktığı zaman kendine bir türlü hâkim olamıyor ve halkına yapılan işkence ve zulümleri hatırlamak istemiyordu. Bir türlü boğazına yemek girmiyordu. Durmadan ilaç içip durduğu halde yemek yemiyordu. Hatta doktorlarından biri Cuma gününden Pazar gününe kadar sadece bir günde bir iki lokmalık bir şeyler yediğini söylemişti.”
İşte 461 yıl İslam sancağı altında özgürce yaşayan bu mübarek belde, Haçlılar tarafından böyle işgal edilmiş iken, 88 yıl müddetle İslam ümmetinin gençleri bu işgalin sona erdirilmesi için bütün güçleriyle gayret sarf ederek aralarından Selahaddin diye bir kumandan ve lider çıkarmışlardı. 1187’de Hittin zaferinden sonra Kudüs tekrar fethedildi. Hıristiyanlar bir katliam bekliyorlardı Selahaddin’den. Çünkü kendileri 70.000 Müslüman katletmişlerdi burada. Ama onların medeniyeti ile bizim medeniyetimiz arasında bir fark olmalıydı. Selahaddin ve Müslümanlar bu kutsal şehre girerken düşmanlarına ne kadar da farklı davranmışlardı.
OSMANLILAR VE KUDÜS
Kudüs 1291 yılında Memluklerin (Kölemenler) eline geçti. 1517’ de ise Osmanlılar burayı ele geçirdiler. Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar Osmanlıların elinde kaldı. İngiliz ordusu 9 Aralık 1917’de Kudüs’ü Osmanlı ordusunun elinden aldı. İngiliz General Allenby: “Türkler, ürküten, delice bir mücadele gücüne sahipler. Savaş kabiliyetlerini tamamen yitirmelerine karşı; hala çarpışmaya devam ediyorlar. Bir avuç Türk siperlerde mahpus kaldıklarını bilmelerine rağmen savaşı ısrarla sürdürüyorlar. Bu yüzden zaman kaybediyoruz” dedikten kısa bir süre sonra 11 Aralık 1917’de Kudüs şehrine girmişti. Böylece İsrail’in kuruluşunda ilk temel atılmış oluyordu. Haçlı seferlerinin amacına ulaştığını da belirten General Allenby ‘Haçlı Seferleri bitti’ diyordu.
İŞGAL
1917 yılında Osmanlı Devletinin egemenliğinden çıkmış olan Kudüs şehri, 50 yıl sonra 1967’de Yahudilerin eline geçti. İsrail, Kudüs’ü İsrail devletinin sonsuza kadar bölünmez başkenti ilan etti. Yıllarca sürgün yaşayan İsrail halkı, Filistinlileri sürgüne göndermeye başladı. İsrail bir süre sonra Filistin’deki toprağını yüzde 55’ten yüzde 78’e çıkardı. 700 bin kadar Müslüman Filistinli Arap ise ülkelerini terk ederek komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı.
Yahudilerin Kudüs’ü işgalinden sonra yaşandı tüm bunlar. İslam coğrafyalarının tam ortasında, bizlere reva gördükleri bunca işkencelere nasıl da katlanıyordu ümmet. “Arun Aleykum” feryadını duymayan bu ümmet. Ne olmuştu bilmiyorum amma bu böyle gidemezdi. Ümmet yeni bir Selahaddin çıkarmalıydı bünyesinden.
MUKADDES DİRENİŞ
7 Aralık 1987 yılında başladı İntifada. Bu tarihte Filistinli işçileri taşıyan arabaya bir Yahudi’nin kamyonetiyle çarparak dört Filistinlinin ölümüne dokuz Filistinlinin de yaralanmasına sebep olması üzerine başladı. Olayda ölen ve yaralanan Filistinliler Gazze Şifa Hastanesi’ne getirildi. Üyelerinin tamamı İslâmi Hareket mensubu olan Gazze İslâm Üniversitesi Öğrenci Meclisi de Şifa Hastanesi’ne giderek yaralılarla ve ölenlerin aileleriyle ilgilenmeyi kararlaştırdı. Bu kararlarını hoparlörlerle duyuran öğrenciler, halkı da Şifa Hastanesi’nin etrafında toplanmaya çağırdılar. Halk, Gazze İslâm Üniversitesi Öğrenci Meclisi’nin çağrısına uyarak 8 Aralık 1987 sabahı erken saatlerden itibaren Şifa Hastanesi’nin etrafını sarmaya başladı. Arkasından Yahudi askerler gelerek kalabalığın dağılmasını istedi. Kalabalık dağılmamakta direnince askerler üzerlerine ateş ettiler. Ama halk yine dağılmadı ve Yahudi askerlere taşlarla saldırdı. İşte bu olay İntifadanın başlangıcı oldu. Bu olaydan sonra Filistin’in ve özellikle Gazze bölgesinin her tarafında işgalci askerlere taşlarla saldırıldı.
ŞEYH AHMED YASİN’İN YAKARIŞI
Biliyordum bu böyle gitmezdi. Bir avuç Müslüman dünyanın en güçlü silahlarına karşı küçük taşlarla karşılık veriyordu. Bir avuçtular ama tüm dünya emperyalistlerini ayağa kaldırmışlardı. İslam ümmetinin bakışları arasında yaşanıyordu tüm acılar. Filistinliler direnişe devam ediyordu, Yahudiler ise katliama. Öyle ki Şeyh Ahmet Yasin şöyle haykırıyordu Rabbine:
Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu Sana şikâyet ediyorum!
Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah!
Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrünün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belalarının estiği biriyim! Tek isteğim benim gibi, Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!
Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helak olmuş ölüler!
Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felaketler karşısında?
Bir halk yok mu? Hiç mi kimse yok, Allah için ve ümmetin namusu için kızacak?
Şerefli direnişçilerken, bizleri katil teröristler olarak ilan edenlere karşı duracak! Bu ümmet utanmaz mı, şerefi çiğnenirken?
…
Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsat edilmiş ekinler aşkına sana şikâyette bulunuyorum… Şimdi anladınız mı “Arun Aleykum” feryadı karşısındaki acizliğimi. Kulaklarımı tıkayarak, gözlerimi kapatarak, kalbimi örterek içine girdiğim çaresizliği. Daha önce Hz. Peygamberin torununun imdadına da koşmamıştık. Onu ve yarenlerini Kerbela’da yalnız ve susuz bırakmıştık. Şimdi de Müslümanları Gazze’de Yahudilerin karşısında yalnız bırakıyoruz.
Arun Aleykum…