Rusya Astana sürecini çökertebilir(!)
Rusya, son aylarda gördüğümüz gibi İdlib’deki nüfusu kuzeye, yani Türkiye’ye doğru sürmeyi amaçlayan tedhiş saldırılarına daha fazla müsaade edecek mi? Soru burada düğümleniyor.
Suriye savaş haritasının son iki yılı incelendiğinde, harp yorgunu ülke haritasının en azından renkler bakımından bir konsolidasyona ulaştığı görülebilir. Ülke topraklarının yaklaşık yüzde 60’ını açık kırmız renkle gösterilen (Rusya ve İran destekli) rejimin, yüzde 30’unu sarı renkle gösterilen (ABD himayesindeki) Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı verilen ve aslında PKK’nın Suriye versiyonu olan örgütün, yüzde 10’unu ise yeşil renkli (Türkiye ile işbirliği halindeki) Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) elinde tuttuğu görülüyor. Aynı haritanın son iki yıllık serencamına göz atıldığında ise diğer bölgelerdeki çatışmaların giderek azaldığı, aksine İdlib bölgesindeki çatışma ve saldırıların ise sürekli bir artış gösterdiği gözlemlenebilir.
Bu husus daha önceki analizlerimizi okuyanlar açısından hiç yadırgatıcı olmayacaktır. Zira Rusya ve İran, ABD ve Türkiye destekli bölgeler, hiçbir ülke diğeriyle çatışmayı göze alamadığından, de facto olarak her ülkenin nüfuz alanı (en azından harita üzerinde) tebellür etmiş durumda. Bunun tek istisnasını ise İdlib bölgesi oluşturuyor. İdlib’in bu zamana kadar neden bekletildiği ve bugünlerde neden yoğun bir saldırı altında kaldığı meselesini anlamak için Suriye’deki savaş tarihini biraz hatırlamak gerekiyor.
Rejimin İdlib’i neden mutlaka ele geçirmek istediği çok açık. Şam yönetimi İdlib’deki üç milyonluk muhalif kitleden de kurtularak Suriye’nin batısında etnik-mezhebi ve siyasi açıdan “dikensiz bir gül bahçesi” oluşturmak istiyor.
“Faydalı Suriye” olarak bilinen, Suriye’nin Halep Hama, Humus, Şam ve Lazkiye gibi önemli şehirlerinin ve ana yol arterlerinin yer aldığı, şehirleşmenin nispeten yüksek olduğu ve nüfusun önemli bir kısmının yaşadığı batıdaki muhalif bölgeler Türkiye, Rusya ve İran arasındaki Astana Süreci gereği çatışmasızlık bölgeleri olarak adlandırılmıştı. Batı’daki bu muhalif cepler ise Halep, Lazkiye, Hama, Şam (Doğu Guta), Dera ve Kuneytra idi. Bu bölgeler rejimin idaresindeki bölgelerdeki cepler olduğundan ve herhangi bir yardım alamadıklarından, zaman içerisinde tek tek Esed rejimi tarafından ele geçirildi. Buralardan tahliye edilen muhalifler ve radikal gruplar ise bilinçli ve kasıtlı bir şekilde, o dönemde bir “güvenli bölge” olan, Türkiye sınırındaki İdlib’e gönderildiler. Böylece hem muhalif gruplar kuzeye doğru sürülüp istenmeyen unsurlar elimine edilerek demografik değişiklik gerçekleştirilirken hem de sınırında olması sebebiyle Türkiye’ye karşı bir baskı aracı olarak kullanılabilecekti. Özel bir durumu olan, 1973 Arap-İsrail savaşından beri İsrail sınırındaki metruk, küçük Kuneytra’yı bir yana bırakacak olursak, Batı Suriye’de muhaliflerin hâkim olduğu tek bölge olarak İdlib kaldı. Deyim yerindeyse, İdlib Suriye’nin batısında Rusya destekli rejim tarafından “bütün problemlerin süpürüldüğü bir halı” haline getirildi.
Daha önceki analizlerimizde İdlib’in eninde sonunda rejimin hedefi olacağı öngörülmüştü ve son zamanlardaki saldırılar bunun zamanının gelmekte olduğunu gösteriyor. İdlib gibi stratejik bir bölgenin rejim ve Rusya’nın ilgisi dışında kalması beklenemezdi. Ancak diğer çatışmasızlık bölgelerinin ele geçirilmesinin ardından, bir gün mutlaka sıra, henüz geleceği belirsiz olan İdlib’e gelecekti. Zira tahminlere göre burada yaklaşık üç milyon bir insan yaşıyor. Suriye rejimi tarafından gözden çıkarılmış bu muhalif bölgede sadece savaşçılar değil, hem bölgenin savaştan önce mukim olan halkı hem de savaş nedeniyle İdlib’e sığınmış çoluk, çocuk, kadınlar ve ailelerden müteşekkil bir nüfus yaşamakta. Suriye nüfusunun savaştan evvel 20 milyonun üstünde olduğu ve bu nüfusun savaş esnasında 6 milyonunun yurtdışına sığındığı, bir o kadarının da Suriye içinde yer değiştirdiği düşünüldüğünde, İdlib elân toplam Suriye nüfusunun yüzde 15’ini barındırıyor. Rejimin bu muhalif unsurlardan kurtulmayı amaçladığı aşikâr. Böylece Suriye’nin (en azından batısı) etnik, mezhebi ve demografik olarak rejimin isteğine göre şekillenmiş, bütün muhalif unsurlardan “kurtarılmış” olacak.
Rejimin İdlib’i neden mutlaka ele geçirmek istediği çok açık. Bunun için, tıpkı diğer çatışmasızlık bölgelerinde olduğu gibi, İdlib çevresini sürekli bombardıman altında tutarak şehir sakinlerini göçe zorluyor. Yukarıda zikrettiğimiz demografik değişikliği sağlamanın dışında, rejimin bir diğer hedefi İdlib’den geçen ve Lazkiye’yi Halep’e bağlayan M4 karayolu ile Şam’ı Halep’e bağlayan ve Türkiye’den başlayıp Ürdün ve Suudi Arabistan’a kadar uzanan M5 karayollarının tamamını ele geçirmek. Zira Suriye’nin atardamarı konumundaki bu karayolları, İdlib’in Serakib ilçesinde birleşiyor. Ticareti canlandırmak isteyen rejim batıda bu iki önemli karayolunu ele geçirmek istiyor. Elbette bir de muhaliflerin son büyük kalesi olan İdlib’i. Şayet burası rejimin eline geçerse, Türkiye destekli Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtı bölgeleri hariç, Fırat’ın batısında muhalif bir bölge kalmayacağından, psikolojik üstünlük de sağlanmış olacak.
İdlib aslında Rusya destekli rejim tarafından şimdiye kadar ele geçirilebilirdi. Fakat bu noktada Türkiye’nin çabaları ve Astana çatışmasızlık anlaşması bunu bir dereceye kadar engellemiş görünüyor. Türkiye ile S-400 anlaşmasını yapan Rusya, rejimin topyekûn bir saldırı yapmasına bugüne kadar yeşil ışık yakmadı. Fakat radikal grupları ve teröristleri bahane ederek bölgeye yapılan saldırılara da engel olmadı. Bundan sonra İdlib Türk-Rus ilişkilerinde önemli bir test unsuru olacak. Bu noktada rejimin şehre topyekûn saldırısına Türkiye ile ilişkiler ve uluslararası toplumun baskıları nedeniyle izin vermeyen Rusya, son aylarda gördüğümüz gibi İdlib’deki nüfusu kuzeye, yani Türkiye’ye doğru sürmeyi amaçlayan tedhiş saldırılarına daha fazla müsaade edecek mi? Soru burada düğümleniyor. Zira rejim İdlib’deki üç milyonluk muhalif kitleden de kurtularak Suriye’nin batısında etnik-mezhebi ve siyasi açıdan “dikensiz bir gül bahçesi” meydana getirmek istiyor.
Yazımızı her zaman olduğu gibi bir son sözle bitirelim: “Önce demografi (nüfus), sonra toponomi (yer adları), en son da hudutlar değişir”.
(Prof. Dr. Cengiz Tomar Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Vekili olarak görev yapmaktadır)