• DOLAR 34.536
  • EURO 36.428
  • ALTIN 2878.124
  • ...
HÜDA PAR'dan gündeme dair önemli açıklamalar
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

Genel Merkezimiz tarafından yapılan haftalık iç ve dış gündem değerlendirmesinde; işgal rejiminin Suudi Arabistan’da kurmak istediği askeri üs, tanker gerilimi, Libya’da göçmen merkezine saldırı, Akdeniz’de yaşanan insani dram, aydınlanmayı bekleyen iki karanlık nokta; Başbağlar ve Sivas ile kadın üniversitelerinin açılması gibi konu başlıkları ele alındı.

İŞGAL REJİMİ SUUDİ ARABİSTAN’DA ASKERİ ÜS KURUYOR!

İşgal rejimiyle normalleşmede diğer bölge ülkelerine öncülük eden Suudi Arabistan Krallığı, Müslüman kamuoyunda İran’ın bölge ülkeleri için işgal rejiminden daha fazla tehdit oluşturduğu algısını yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Onun siyonist rejimle normalleşme süreci, iş birliğine kadar ilerlemiştir.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Prens Selman için ‘Orada israili korumamıza yardım edecek başka kimsemiz yok’ ifadesi Suudi Arabistan Krallığı’nın işgal rejimiyle normalleşme projesinde öncü ülke olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Siyasi ilişkilerin normalleşmesinin yanı sıra Suudi Arabistan Krallığı’nın işgal rejiminden “demir kubbe” hava savunma sistemi satın almasıyla ilişkinin boyutu ilerlemiş ve bugün askeri hava üssü müzakeresine kadar varmıştır. 

Bölge ülkelerinde yaşanan toplumsal ve siyasi hareketliliğin işgal rejiminin güvenliği lehine yönlendirildiği açıkça görülmektedir. Filistin direnişine askeri ve siyasi desteği kesmeye, işgal rejiminin işgal alanlarını genişletmeye yönelik uygulanan planlara İslam ülkelerinin meşruiyet kazandırması, sadece Filistin davasına değil, İslam ümmetine de yapılmış bir ihanettir. İşgal rejiminin bir İslam ülkesindeki askeri varlığı işgali meşrulaştırmaya dönük bir adım olacak ve tüm bölge ülkelerinin güvenliğini tehdit edecektir. Aynı zamanda işgal rejimini bölgede her anlamda kalıcı kılacak ve Filistin direnişini sona erdirecektir.

Bu adım, Filistin ve Kudüs davasına büyük bir ihanettir. Normalleşme sürecinin sona erdirilmesi için başta Suudi Arabistan halkı olmak üzere dünyadaki bütün Müslümanları harekete geçmeye çağırıyoruz. İşgal rejiminin bölgedeki varlığı bugün gelinen nokta itibarıyla bölgedeki bütün İslam ülkeleri ve bölgenin istikrarı açısından en büyük bir tehdittir. Bu tehdit, en kısa zamanda bertaraf edilmelidir.

TANKER GERİLİMİ!

Cebelitarık yönetimi, yaptırımları ihlal ettiği gerekçesiyle İran’a ait bir petrol tankerine el koydu. İran da tankerin serbest bırakılmaması halinde misilleme kabilinden bir İngiliz petrol tankerini alıkoyma tehdidinde bulundu. İşin esasına bakıldığında, ABD başkanı Donald Trump’ın 2015 yılında imzalanan nükleer antlaşmadan çekilme kararı, çok taraflı bu protokolü tehlikeye atmıştır.  ABD’nin temel amacı, nükleer caydırıcılık değil ekonomik baskıdan politik bir kazanç sağlamanın yanında İran devletinin yalnızlaştırılmasıdır. Çoklu protokolün taraflarından Avrupa ülkelerinin ABD’nin temelsiz gerekçelerine karşı pasif tutumu ise bugün yaşanan gerilimin temel sebeplerindendir. Dünya ülkelerinin güvenliği adeta ABD’ye teslim edilmiştir.

Bugün İran’ın uranyum zenginleştirme kararı ve İngiltere’ye yönelik petrol tankerine el koyma tehdidini ABD’nin antlaşmadan çekilmesi ve uyguladığı ağır ambargolar ile kuşatma girişimlerine karşı bir nefsi müdafaa olarak okumak gerekir. Zira 81 milyonluk bir ülkenin meşru ticari hakları engellenmekte ve ülke halkı açlığa mahkum edilmektedir. ABD’nin bu tutumu ile Avrupa ülkelerinin de taahhütlerini yerine getirmemesi, özellikle bölge devletlerinin ticari ve siyasi iş birliğini zaruri kılmaktadır. İran’ın yanı sıra yaptırım tehdidi altında olan Türkiye’ye yönelik tutum da ortaya koymuştur ki İslam ülkeleri uzlaşıyı sağlamalı ve bölge ticari olarak kalkındırılmalıdır. Askeri tehditlerin gündemde olduğu bu süreçte İran’ın Körfez ülkelerine yönelik saldırmazlık paktı teklifini önemli buluyor ve uzlaşının ilk adımı olması temennisinde bulunuyoruz.

LİBYA’DA GÖÇMEN MERKEZİNE SALDIRI

Libya’da göçmenlerin tutulduğu bir merkezi hedef alan hava saldırısında en az 44 kişi hayatını kaybetti. Halife Hafter’e bağlı güçlerle Trablus merkezli Ulusal mutabakat ordusunun birbirlerini suçladığı saldırıyı kimin düzenlediği henüz netlik kazanmazken saldırının savaş suçu olarak değerlendirilebileceği açıklandı. Sivillere yapılan bu saldırıları şiddetle kınıyoruz. Sivillerin katledilmesi, hiçbir zaman, çözüm olmamıştır. Uluslararası güçler, bu tür sivil katliamların önüne geçebilmek için daha etkin tedbirler almalıdır. Ülkede korsan yönetimler ilan eden çeşitli gruplar ABD, Avrupa ve bazı bölge ülkelerinden askeri ve siyasi destek alarak ülkedeki kaosu daha da derinleştirmekte, sivil merkezler bilinçli olarak hedef alınmakta ve bedel her zaman olduğu gibi halka ödetilmektedir.

700 bin göçmenin bulunduğu tahmin edilen ülkede, göçmenlerin tutulduğu merkezler riskli bölgelerdir. Ülkedeki iki başlı yönetim, savaş hali, denetim zorluğu ve insan kaçakçılarının yoğun faaliyetleri göçmenleri birçok tehlikeli durumla karşı karşıya bırakmaktadır. Daha önce, göçmenler için güvenli bir bölge oluşturulması önerisi de karşılık bulmamıştı. 

Geçici çözümler üretmek yerine ülkedeki gruplara yapılan uluslararası askeri teçhizat desteğinin kesilmesi sağlanmalıdır. Bununla birlikte siyasi müzakere süreci güçlendirilmeli ve devlet denetim mekanizmasının işleyişi sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde göçmen merkezlerinin daha güvenli alanlara dönüşümü sağlanabilir. Bunun yanında tehlikeli yasa dışı göçü engelleyecek ve göç alan devletlerin güvenlik sorununun değil, göçmenlerin kalıcı refahının ön planda olduğu uluslararası bir konferans düzenlenmeli ve göçmen sorunu ciddi olarak tartışılmalıdır.

AKDENİZ’DE İNSANİ DRAM DEVAM EDİYOR

Akdeniz'de Tunus açıklarında sığınmacıları taşıyan bir tekne geçen hafta alabora oldu. 81 kişi kayboldu. 2018 yılında açlık, salgın hastalık ve savaş sebebiyle Akdeniz’i kullanarak Avrupa’ya göç etmek isteyen 2 bin 262 kişi yaşamını yitirdi. Akdeniz suları 2019’un ilk ayında 117, Mayıs ayında 50 ve geçen hafta da 80 göçmene daha mezar oldu. Geçtiğimiz günlerde göçmenleri kurtaran gemilere para cezası verileceğini açıklayan İtalya gibi diğer Avrupa ülkelerinde de göçmenleri iyi yaşam şartları beklemiyor. Göçmenler Avrupa ülkelerinde ırkçılık, kötü muamele, geri gönderme gibi birçok problemle karşı karşıya kalmaktadır. Avrupa ülkelerinin ekonomik sömürüde büyük payının bulunduğu Afrika ülkelerinde istikrarın ve refahın hâkim olması, eğitim ve sağlık koşullarının iyileştirilmesi bugün yaşanılan faciaların önüne geçecek ve Akdeniz suları göçmen mezarlığına dönüşmeyecektir.

Göçmen facialarının yanı sıra Suriye’nin kuzeydoğusundaki kamplarda kalan yaklaşık 70 bin kişinin durumu yeni bir insani felakete zemin hazırlıyor. Kızılhaç tarafından yapılan çağrıda, kamp koşullarının çok kötü olduğu ve her türlü tehlikeyle karşı karşıya olunduğu ifade edildi. Kamplarda bulunan 11 bin kadın ve çocukla ilgili ülke hükümetlerine sorumluluk alınması çağrısında bulunuldu.

Bugün dünya çok ciddi bir mülteci sorunu ile karşı karşıyadır. Suriye, Suriye’nin komşu ülkeleri, Afrika ülkelerinin batıya ulaşmaya çalışan göçmenleri, Libya ve Avrupa ülkelerinde milyonlarca mülteci, çok ağır şartlarda, insani yaşam şartlarından mahrum bir şekilde yaşamaya çalışmaktadır. Her yıl binlercesi savaşlarda, Akdeniz sularında veya sağlıksız mülteci kamplarında can vermektedir. Özellikle Avrupa ülkelerinin mültecilere karşı uyguladığı gayrı insani tutumları utanç vericidir. BM ve diğer uluslararası kuruluşlar, gerekli tedbirleri almak ve insani koşulları oluşturmakta çok yetersiz kalmaktadır. Başta Türkiye olmak üzere İslam ülkeleri, dünya çapında gündem oluşturma noktasında harekete geçmeli ve bu soruna yönelik ciddi bir insiyatifin gelişmesi sağlanmalıdır.

AYDINLANMAYI BEKLEYEN İKİ KARANLIK NOKTA; BAŞBAĞLAR VE SİVAS

05 Temmuz 1993 günü Başbağlar köyünü basan yüz civarındaki katil güruh, köylüleri meydana topladıktan sonra kimisini kurşuna dizerek, kimisini de evlerinin içerisinde yakarak büyük bir vahşete imza attı. Vahşiler köyden ayrıldıklarında geride 33 ceset; okul, cami ve köy misafirhanesiyle beraber yakılmış 191 ev ve dört araç enkazı bırakmışlardı. Katil güruh, köylüleri meydanda toplarken “Sivas’ın intikamı” naralarını atmış, sonradan malum örgütün başı, kendisiyle ihtilafa düştüğü için infaz edilen Dr. Baran tarafından katliamın merkezden habersiz bir şekilde gerçekleştirildiğini itiraf etmişti.

Sahipsiz kalan Başbağlar, katillerden hesap sorulmasını beklerken, yargı süreci büyük bir ucubeye dönüştürülerek dosya “Faili meçhul” olarak kapatılmıştı. Yargı sürecinde katliamı kabul eden itirafçıların bir türlü duruşmalara getirilmemesi, çevre köylerden katliama katıldıklarını itiraf eden milislerin kısa bir yargılama sürecinden sonra salıverilmeleri, Başbağlar sakinlerine göre dönemin siyasi iradesinin baskıları sonucunda gerçekleşmiş ve zanlılar aklanmıştır. Dönemin siyasi iradesi ve yargısının el ele vererek üstünü örtmeleri, kamu vicdanı ve maktüllerin aileleri açısından ikinci bir katliam kadar elem verici olmuştur.

Başbağlar katliamının “Sivas’ın intikamı” olarak icra edildiği realitesini kimse inkâr edemez. Herkes tarafından malum şahısların tavırları bu olayda önemli tahrik faktörü olmuştur. Bu tahrik nedeniyle Madımak oteli önünde binlerce kişi toplanarak gösteri yapmış, mahiyeti bugün bile anlaşılmamış bir şekilde olay büyümüş ve otel yakılmıştır. Göstericiler ile oteldekilerden karşılıklı olarak 37 kişinin ölmesiyle sonuçlanan olayın faturası, trajikomik bir yargı süreci sonunda 33 kişiye kesilirken, bunun intikamı olarak icra edilen Başbağlar katliamı alelacele kapatılarak meçhul bırakılmıştır. Oysa ceza alan sanıkların bir kısmı olay günü Sivas şehrinde olmadıklarını belgelerle ispat bile etmişlerdi.

Sivas ile Başbağlar davaları, hem olayların yaşanması hem de skandallarla dolu yargı süreçleri açısından yeniden ele alınmalıdır. Faili meçhul olayların yoğun olduğu ve çetevari odakların devlet adına hareket ettiği bir dönemde yaşanan bu iki katliam, geçirdikleri yargı süreçleriyle birlikte yeniden araştırılmalı, karanlığa terkedilen olaylar zinciri aydınlığa kavuşturularak gerçek failler ortaya çıkarılmalıdır.

KADIN ÜNİVERSİTELERİNİN AÇILMASI BİR İHTİYAÇTIR

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a Japonya’nın Makogawa kadın üniversitesi tarafından fahri doktora ünvanı verildi. Bu vesile ile yaptığı açıklamada kadınların eğitimine öncelik veren ve sadece kadınların kabul edildiği 80 kadın üniversitesinin bulunduğu Japonya’nın, Türkiye için de örnek oluşturabileceğini söylen Erdoğan; “Ben şimdi bu üniversiteyi inceleyeceğim. Büyükelçime de diğer 80 üniversiteyi incelemesi talimatını verdim. YÖK başkanıma da buradan sesleniyorum. Bizim de böyle üniversiteler açmamız lazım. Hazırlıklarını buna göre yap” diyerek eğitim sisteminin en önemli açmazı olan karma eğitime alternatif oluşturulması umudunu oluşturdu.

 İran, Ürdün, Kuveyt, Sudan, Pakistan gibi Müslüman ülkelerin yanında Avusturya, İngiltere, Kanada Japonya, Güney Kore, Çin ve Hindistan gibi diğer dünya ülkelerinde de yaygın olarak kadın üniversitelerinin bulunmasına karşın Türkiye’de bu imkânın oluşturulmaması büyük bir eksikliktir. Öteden beri HÜDA PAR olarak biz, karma eğitimin hem pedagojik olarak hem de insanın yaratılış özellikleri itibarıyla büyük sıkıntı olduğunu ifade ediyor ve alternatif okul sisteminin oluşturulmasını istiyoruz. Bu açıdan kadın üniversitelerinin Türkiye’de de kurulması sürecinin başlatılmasını gecikmiş ancak önemli bir adım olarak görüyor ve destekliyoruz.

Dünyada eğitimde söz sahibi ülkeler, öğrencinin başarısını düşürdüğü ve disiplinsizliğe neden olduğu için karma eğitim sistemini sorgularken ülkemizde karma eğitim sistemi üzerinde ısrar edilmesini anlamakta güçlük çekiyoruz. Velilere karma eğitim sisteminin dayatılmasından vazgeçilmelidir. Alternatif olarak ayrı okul tercihinin de verilmesi, insani ve fıtri bir gerekliliktir. Sayın Cumhurbaşkanının bu açıklamalarının sözde kalmaması ve bir an önce somut adımlara dönüşmesini temenni ediyoruz.

HÜDA PAR GENEL MERKEZİ

Bu haberler de ilginizi çekebilir