"Dünden Bugüne Toplu Katliamlar ve Halepçe Katliamı" paneli
Diyarbakır'da düzenlenen "Dünden Bugüne Toplu Katliamlar ve Halepçe Katliamı" panelinde dikkat çekici açıklamalarda bulunuldu.
Diyarbakır'da Mustazaflar Cemiyeti tarafından Cegerxwin Kültür Merkezi'nde düzenlenen "Dünden Bugüne Toplu Katliamlar ve Halepçe Katliamı" panelinde konuşan araştırmacı yazar ve gazeteciler, önemli mesajlar verildi.
Geçmişten günümüze yaşanan katliamlarla birlikte Halepçe soykırımına değinilen panelde, emperyalizmin, her dönemde hedefinin İslam ve Müslümanlar olduğuna vurgu yapıldı.
İslam beldelerinin ve Kürdistan coğrafyasının İ'lai Kelimetullah adına nice bedeller ödediği belirtilen panelde, söz konusu durumların Müslümanları ittihada, ittifaka, birlik ve beraberliğe daha da sevk etmesi gerektiği kaydedildi.
Kur'an-ı Kerim tilavetiyle başlayan panelde, Mustazaflar Cemiyeti Yönetim Kurulu Üyesi Üzeyr Yuva, kısa bir açılış konuşması yaptı.
Her sene, "18-23 Mart Dünya Mustazaflar Haftası" kapsamında etkinlikler düzenlediklerini belirten Yuva, etkinlikleri düzenlemedeki amaçlarının mazlumu anmak ve zalimleri de lanetlemek olduğunu belirtti.
Yuva, "Mazlum, hatırlanmayı hak ettiği gibi zalim de lanet edilmeyi hak ediyor. 16 Mart 1988'de Halepçe'de korkunç bir vahşet işlenmiştir. Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan kimyasal bombalardan sonra onlara denk gelebilecek bir vahşet işlenmiştir. Kadın, çocuk, yaşlı demeden 5 bine yakın insan kıyımı gerçekleştirildi. Zalim, hangi dönemde olursa olsun bu vahşetlerini Müslümanların içindeki taşeronlarıyla gerçekleştiriyor. Tabi bu bize daha acı veriyor." dedi.
Gazeteci Olcay Ersoy, hem dünyada hem İslam coğrafyasında hem de bölgemizde dünden bugüne dek bilinen ve bilinmeyen katliamlara değinerek, söz konusu katliamlar üzerinden değerlendirmelerde bulundu.
"Bu ülkenin başına gelenler büyük zulümlere imza attılar"
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş yıllarında yaşanan zulüm ve katliamları anlatan Ersoy, "Emperyalist işgalcilere karşı istiklal harbi verilirken, Anadolu'nun tüm medreselerinden ve köylerinden insanlar akın akın cephelere gittiler. Yeter ki küffar bu toprakları işgal etmesin. Hilafetin merkezini yıktılar, en azından geriye kalanını yok edip talan etmesinler diye bir mücadele gösterdiler. Bu ülke inşa edilirken, kurulurken çok büyük bedeller ödenmişti. Rabbimiz, bu insanlara bir muzafferiyet nasip etti, fakat maalesef bu ülkenin başına gelenler, bu ülkeyi idare edenler, özellikle 1923 ve 1950 yılları arasında büyük zulümlere imza attılar." ifadelerini kullandı.
"Şeriat uygulamalarını toplumun içerisinden kaldırmaya çalıştılar"
Ersoy, "Osmanlı, hilafetin merkeziydi. Fakat yeni kurulan devlette 'Ola ki hilafete dönüş olmasın.' diye İslami ne varsa yok etmeye çalıştılar. Şeriat uygulamalarını toplumun içerisinden kaldırmaya çalıştılar. Bunu devletin kurumlarında yaptılar, yetmedi, 'Halk da yaşamasın.' dediler ve büyük katliamlara imza attılar. Yeni devlet kuruldu ve bu devlet 'Türkçü, ulus' bir anlayış üzerine bina edilmek istendi. İslami bir devlet değil! Biz, bir mücadele gösterdik. Halk, İstiklal Harbi'nde Lazıyla, Çerkeziyle, Türküyle, Kürdüyle bütün olarak bir mücadele gösterdi. Bu mücadele daha müreffeh bir gelecekte yaşamak içindi. Emperyalist ve Batılılara karşı gösterildi. Fakat bu ümmete Batıcıların verdiği zarar, Batılıların verdiği zarardan çok daha fazla oldu." şeklinde konuştu.
"Bu halk, inancından ve etnik aidiyetinden ötürü katliamlara uğradı"
Ersoy, konuşmasını şöyle sürdürdü:
"Bu halk, kimi zaman inancından kimi zaman da etnik aidiyetinden ötürü katliamlara uğradı. Ve maalesef, sözüm ona yazılmış tarih de bunları hiç anlatmadı. Anlattı, ama nasıl anlattı biliyor musunuz? Hep, 'isyan' diye anlattı. 'Kim, niçin ayaklanmış?' Herkesin hali vakti yerindeyken isyan eder mi? Etmez elbette. Bunu da çocuklarımıza 2019 yılına kadar da kitaplarda okuttular. 'Şeyh Said haşa İngilizlerle işbirliği yapmış, Seyyid Rıza, bilmem kimlerle iş tutmuş.' diyerek hem insanları katlettiler hem de itibarlarını zedelemeye çalıştılar. Bu katliam, cinayet ve soykırımlara direnenlerin tek gayesi vardı: İslam'ı ve İslam'ın şiarlarını ayakta tutmak. Başta Şeyh Said Hazretleri olmak üzere."
Şeyh Halid 'isyanının' perde arkası
Ders kitaplarında 'isyan' diye nitelendirilen başkaldırıların gerçekleri yansıtmadığına dikkat çeken Ersoy, söz konusu isyanların perde arkasındaki gerçeklerine bakıldığında, isyancı kabul edilen insanların aslında İslam'ın mukaddesatlarına sahip çıktığının görüleceğine işaret etti.
Konuya ilişkin bir örnek veren Ersoy, şöyle konuştu:
"1927 yılında Muş'un Garni Çök diye bir köyü var. 1923'te başlayan zulmü inşa süreci 1927'e gelindiğinde artık öyle bir hal almıştı ki bölgedeki asker o kadar pervasızlaşmıştı ki İstiklal Mahkemelerinin kararlarıyla atılmış cinayet ve katliamların dışında, bir de askerlerin başına buyruk yapmış oldukları olaylar ve hadiseler vardı. O kadar tolere edilmişlerdi ki bu zulmü yapmak için kendilerinde bir cesaret bulup bu zulmü yapıyordular. Kürdistan coğrafyasında insanlarımızın çoğu hayvancılık veya çiftçilikle geçimlerini yaparlar. Yine bir sonbahar mevsimi, bir onbaşı ve yanında iki er. Garni Çök köyüne gelirler ve sözde bu köyleri denetlerler. Halkı, haraca bağlarlar, olmadık vergiler tahsil ederler. Hava yağışlı ve hayvan tezeği yerlerde mevcut. Köyün fiziğinde bu var. Tezeğe basa basa Şeyh Halid Ağa'nın evine gelirler. Köyün önde gelenlerinden biridir. Halit Ağa'nın evine geldikleri gibi direk evin en hususiyetli odasına çıkarlar. Halit Ağa'nın pencerenin önüne bıraktığı kitapları ve kitaplarının üstünde de Kur'an-ı Kerim'i var. Onbaşı, kirli botunu alır ve Kur'an'ın üzerine bırakır. Tabi Halit Ağa'da bunları seyretmekte ve onbaşının üstteki kitabı normal kitapmış gibi zannettiğini sanmakta. Halit Ağa, öfkelenir ve onbaşıya, 'Sen galiba bu kitabın mukaddes Kur'an olduğunu bilmiyorsun.' der ve kirli botu Kur'an'ın üzerinden kaldırıp yere bırakır. Bunun üzerine onbaşı hiddetlenir ve botunu giyerek Kur'an'a basar ve ezmeye başlar. İki er de ona eşlik eder. Halit Ağa, artık olup bitene dayanamaz. Hemen diğer odaya gider, silahını alır, gelir. Hem onbaşıyı hem de iki eri oracıkta öldürür. Tabii, bu hadise Ankara'ya, 'Halit Ağa isyanı' diye haber edilir. Şeyh Halid'in köyü ve akrabası, hışmı olan diğer çevre köylere de büyük bir operasyon başlatılır. Şeyh Halid ve akrabalarının hepsi, bugün ismi 'Korkut' olan, o dönem ise ismi 'Til' olan Muş'un ilçesine çoluk, çocuk, kadın 131 kişi toplanır ve bu ilçede 'Newala Çeleka' diye bir meydanda hepsi kurşuna dizilir. İsyan dedikleri şey budur aslında. İttihad ve Terakki zihniyetinin zerk ettiği fikir… Onun inşa etmek istediği devlet… Şeyh Halid, neye isyan yapmış? Şeyh Halid, İ'lai Kelimetullah için Kur'an için bir direniş ve bir dik duruş sergilemiştir. Bu, her Müslümanın yapabileceği bir iştir. Ama çocuklarımıza okutulan tarih kitaplarını karıştırdığımızda Şeyh Halid, 'asi' diye tanıtılır."
"Hedef İslam ve Müslümanlardı"
"Şeyh Said Hazretleri ve 46 yareninin nasıl acımasızca ve nasıl vicdansızca idam sehpasına götürüldüklerini hepimiz biliyoruz." diyen Ersoy, "Götürülmüşler idam sehpasına, şehid edilmişler, bu da kalmamış, yine 'itibari zedeleme operasyonu' onlar için de yapılmış. Bu olaydan sonra Kürdistan coğrafyasında binlerce Müslüman kurşundan geçirildi. Hamile kadınlar, karınlarındaki çocuklarıyla beraber süngülendi. Binlercesi Anadolu'nun farklı kentlerine sürgün edildi. Binlercesi Suriye'ye tehcir edildi. Mazlum, Mustazaf, Müslüman Kürd halkı bunu yaşadı. Niye yaşadı? Şeyh Said, bir direniş gösterdi. Niçindi o direniş? İ'lai Kelimetullah içindi. Yeni bir devlet, yeni bir sistem inşa ediliyor, fakat İslam'ın şiarlarını çiğneyerek! Şeyh Said bunu kabul etmiyordu. Sadece Şeyh Said mi, hayır. Tüm âlimlerimiz bunu kabul etmiyordu. Hiç kimse sistemle işbirliğine girmedi. O yüzden Doğusundan Batısına birçok âlim, İstiklal Mahkemeleri tarafından idam sehpasına çıkarıldı. İnsanın, insafsızca katledilmesinden bahsediyoruz. 1923 ile 1950 yılları arasında, İstiklal Mahkemelerinin vermiş olduğu kararların dışında 50 bine yakın insan katledilmiş. İç Anadolu'da, Rize'de, Eskişehir'de, Konya'da, Kayseri'de Yozgat'ta, Kur'an dersi verdikleri için hocaların ve çocukların kurşuna dizildiğini daha anlatmadık. Bu zulüm ve baskı, belki Kürdistan'da kendini çok daha fazla hissettirdi ama Anadolu'da da yaşandı. Hedef İslam ve Müslümanlardı. İslam'a sahip çıkan, ona muhafız olan, olmaya çalışan bir topluluk vardı. Yeni devlet, öyle bir güç, öyle bir zulüm göstermeliydi ki herkesi sindirmeli, bu yeni sistemi böyle inşa etmeliydi. Ve maalesef bunu başardılar." ifadelerini kullandı.
"Birlik ve bütünlüğü yakalamadığımız müddetçe saldırılar devam edecektir"
Ersoy, son olarak şunları kaydetti:
"Biz, tarihimizi iyi bilmeliyiz. İslam tarihini iyi bilmeliyiz. İçinde yaşadığımız toplumun tarihi değil sadece. Bu tarih bizim için geçmiş değildir. Hiçbir şey geçmiş değildir. Bu tarihi tecrübe edeceğiz. Gelecekte benzer hadiseleri yaşamamak için tedbirler alacağız. Geleceğimizi sağlam temeller üzerine inşa etmek istiyorsak tarihte yaşanmışları hiçbir zaman gözümüzün önünden ayırmayacağız. Bu bizi, İslam coğrafyasında ittifaka, ittihada, birliğe, bütünlüğe sevk etmelidir. Birlik ve bütünlüğü yakalamadığımız müddetçe, ona ulaşamadığımız müddetçe saldırılar hep devam edecektir. Gerek yerli işbirlikçilerin, kukla rejimlerin eliyle bu olacaktır, gerek küresel emperyalizm, gelecek ve topraklarımızı işgal edecektir. Afganistan'da Sovyet işgali bitti, 2001'de ABD işgali başladı. Binlerce kardeşimiz bu işgallerde hayatını kaybetti, katledildi. Bir buçuk milyon Müslüman kardeşimiz sadece Cezayir'de Fransızlar tarafından katledildi."
Araştırmacı Yazar Sidar Ergül de Halepçe katliamının doğru anlaşılması adına Irak Kürdistanı'nda Irak Kürdlerinin siyasi ve bağımsızlık mücadelelerine, İran – Irak Savaşı'na ve Saddam'ın gerçekleştirdiği "Enfal" operasyonuna değinerek çıkarımlarda bulundu.
Halepçe katliamı öncesi Enfal operasyonu
Halepçe katliamı öncesi bölgede gelişen hadiseleri aktaran Ergül, "Enfal operasyonu, Irak'taki Baas rejimi ve Saddam iktidarının Müslüman Kürdlere yönelik olarak tertiplediği, genel olarak, 1970 – 1988 yılları arasında yürütülen, devlet tarafından organize edilmiş sistematik, planlı, programlı, Kürdleri, asimile etmek, yozlaştırmak, Kürdleri Kürdlükten ve İslam'dan uzaklaştırmak, Araplaştırmak olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu plan çerçevesinde Saddam rejiminin yürüttüğü politika, Kürdlerin yoğun yaşadığı bölgelerde Kürdler alınacak, Irak'ta Arap nüfusunun yoğun olduğu yerlere farklı ve dağınık şekillerde yerleştirilecek ve iskân edileceklerdir. Eğitim ve kültür politikalarıyla Kürdler, Araplaştırılacaktır." diye konuştu.
"Soykırım faaliyetlerine meşruiyet kılıfı üretmeye çalıştılar"
Saddam'ın Halepçe katliamı öncesi gerçekleştirdiği operasyonlara "Enfal" adının verilmesinin çok manidar olduğunu söyleyen Ergül, "Burada ilginç olan bir husus; operasyona verilen isim. 'Enfal', Kur'an-ı Kerim'de bir Sure'nin adıdır. Kelime anlamı, 'Savaşta elde edilen ganimet.' demektir. Burada, Saddam Hüseyin ve ekibinin, İslami, dini terim ve kavramları kendi şeytani amaçlarına, zulümlerine, asimilasyon faaliyetlerine kılıf yaparak, bir nevi batılı Hak gibi ters yüz ederek, yapmak istediği soykırım faaliyetlerine, bir meşruiyet kılıfı üretmeye çalıştığını görmekteyiz. Bu operasyonda 180 bin Müslüman Kürd, Saddam rejimi tarafından katledilmiştir. 60 bin çocuk yetim ve 35 bin kadın, dul kalmıştır." değerlendirmesinde bulundu.
"Hiroşima'da kullanılan atom bombasından oluşan gazdan 4 kat daha fazla tesir uyandırmıştır"
Halepçe'de katliama giden süreci anlatan Ergül, son olarak şunları söyledi:
"Halepçe'ye, 'Kürdlerin Hiroşima'sı' diyebiliriz. 16 Mart 1988 günü, katliam tanıklarının ifadesiyle, 'Yanmış et kokusundan başımızın döndüğü, çocuğuna sarılı bir şekilde can veren baba ile çocuğu bir fotoğraf karesinde buluşturan, tarifi imkânsız trajik hadisenin feryadıdır Halepçe! Bir görüşe göre Halepçe katliamı, Enfal operasyonunun bir parçasıdır. Bir başka görüşe göre ise Halepçe İran – Irak Savaşı nedeniyle spontane, lokal, özel olarak gelişmiş ve o anda Saddam'ın karar vererek tertiplediği bir olaydır. Halepçe, yaklaşık 70-80 bin nüfusa sahip, bugünkü Irak'ın İran sınırına yakın bir kasabası. Halepçe'nin İran'a sınırının olması, o dönem Irak ve İran arasında savaşın yaşanması, Halepçe'nin Kürdlerin 2 büyük şehri olan Erbil ve Süleymaniye'nin kara yolu bağlantısını sağlaması, o dönem Marksist Celal Talabani'nin Peşmergelerinin Halepçe'yi merkez üssü bir yer olarak kullanması… Bütün bu sebepler Halepçe'yi önemli kılıyordu. 16 Mart 1988'de savaş uçaklarıyla bombardıman başlıyor ve Halepçe semalarında yaklaşık 3 saat süren kimyasal, zehirli gaz saldırısı gerçekleşiyor. 6 bin 357 Müslüman, zehirlenerek ya da yanarak can vermiştir. 14 bin 765 kişi de farklı şekillerde yaralanmıştır. Saddam'ın kimyasal saldırısı sadece Halepçe'ye yapılmamıştır. Irak – İran savaşı sırasında da kimyasal saldırılar nedeniyle 80 bin kişi katledilmiştir. Halepçe'de kullanılan gazın tesiri, Hiroşima'da kullanılan atom bombasından oluşan gazdan 4 kat daha fazla tesir uyandırmıştır."
HÜDA PAR Diyarbakır Merkez Sur İlçe Başkanı Ercan Şenol ise konuya ilişkin Kürtçe değerlendirmede bulundu.
Şenol, Müslümanların tarihten ders ve ibret alarak artık uyanma çağrısında bulundu.
Panale; HÜDA PAR Diyarbakır İl Başkanı Osman Aktaş, birçok STK temsilcisi ve vatandaşlar katıldı. (Muhammed Said Aksoy, Ramazan Zeren – İLKHA)