Tarihte Bugün - 16. Mart. 2018
TARİHTE BUGÜN / DOĞRUHABER / İSTANBUL / 16 MART
1878: Rıza Şah Pehlevi doğdu. "Rıza Han", "Rıza Şah", "Büyük Rıza Şah" adlarıyla da bilinen Rıza Şah Pehlevi, İran'da Kaçar Hanedanının son şahı olan Ahmed Kaçar'ı devirerek Kaçar Hanedanını sonlandırıp Pehlevi Hanedanını kurdu. 1796'dan yıkıldığı 1925 yılına kadar İran'da hüküm süren ve asılları Türkmenlerin Kaçar tayfasına dayanan Kaçar Hanedanlığının yerine kurulan Pehlevi Hanedanlığı, Laik, Milliyetçi ve antikomünist bir bir rejim benimsedi. Astsubay olarak girdiği İran ordusunda hızla yükselerek tuğgeneral oldu. 1921'de kansız br darbeyle önce hükümeti ele geçiren Şah Rıza, önce ordu komutanı, sonra başbakan oldu. Bundan sonra 1923'de tüm kontrolü ele alarak Kaçarların son şahı Ahmed Kaçar'ı İran'dan kaçırttı. Kaçar Hanedanının diğer veliahtlarına ve varislerine karşı tahtı koruma kavgası veren Şah Rıza, 1925'de şahlığın Ahmed Şah'tan alınıp kendisine verilmesini meclise kabul ettirdi. Üç gün sonra da Pehlevi Hanedanını resmen ilan etti. Böylelikle 1925 yılından 1941 yılına kadar İran'da Pahlevi Hanedanının ilk şahu olarak tahtta kaldı. 1941 yılında İngilz ve Rus güçleri bir olup İran'ı işgal edince, İngilizler Şah Rıza'yı tahttan indirip yerine oğlu Şah Muhammed Rıza'yı getirdiler. Rıza Şah yanına aldığı bir avuç İran toprağıyla İran'ı terketti ve 1944'desürgünde öldü. Yerine geçen oğlu Şah Muhammed Rıza ise bu tarihten 1979 yılındaki İran İslam Devrimine kadar tahtta kaldı. Ayetullah İmam Humeyni'nin İran'da İslami Cumhuriyeti ilan etmesiyle Pehlevi hanedanı da yıkılmış oldu.
1907: Şeyh Abdurrahman-ı Aktepe vefat etti. Şeyh Abdurrahman-ı Aktepe, 1854 yılında Diyarbakır'ın Çınar ilçesine bağlı Aktepe köyünde doğdu. Şeyh Abdurrahman, Şeyh Hasan-i Nurani`nin en büyük oğludur. Şeyh Abdurrahman ve üç kardeşi babalarının yanında iyi bir eğitim aldılar. Şeyh Abdurrahman, kardeşlerinden farklı olarak daha iyi bir eğitim almak için Irak ve Suriye`ye gitti. Eğitimini tamamladıktan sonra Aktepe köyüne geri döndü. Babası Şeyh Hasan`ın vefatından sonra medresenin başına geçtiyse de kısa bir zaman sonra yerini kardeşi Şeyh Muhammed Can`a bırakarak ilim ile meşgul olmaya başladı. Zamanının büyük kısmını babasının bıraktığı kütüphanede geçiren Şeyh Abdurrahman, sürekli araştırmalar yaparak kendisini geliştirdi. Özellikle Şafii fıkhı konusunda çok iyi bilgiye sahip olunca devrin alimleri kendisinin görüşlerini almaya başladı. Geniş ufuklu, basiret sahibi, keskin zekalı olan Şeyh Abdurrahman, tasavvuf konusunda da parmakla gösterilecek seçkin insanlardan biriydi. Kitap ve makaleler yazdı, kitap çevirileri yaptı. Birçok eser telif eden Şeyh Abdurrahman`ın şu anda mevcut olan 13 eseri var. Onun dışındaki eserleri çeşitli sebeplerden dolayı kayboldu. Dini ilimlerin yanı sıra astronomi, mantık, matematik gibi fen ilimleriyle de meşgul oldu. Astronomi ile ilgili kitap yazdı, tercümeler yaptı, ceviz kabuğundan dünya şekli yaptı, dünya yörüngesi, gezegen sitemleri, bölgesel takvim çalışmaları yaptı. Bu güzide ve değerli İslam alimi 16 Mart 1907'de bazı kayıtlara göre 1910 yılında kalp krizi sonucu vefat etti.
1924: 3 Martta Tevhid-i Tedrisat Kanunu'nun kabulünden sonra medreseler kapatıldı.
1935: Adolf Hitler, Versay Antlaşması'nı iptal ettiğini açıkladı. Versay Antlaşması, Almanlar ile İtilaf Devletleri arasında Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanmış bir anlaşma olup savaştan yenik çıkan Almanlar açısından çok ağır şartlar içermekteydi. Almanlar arasında "İhanet" olarak kabul edilen bu anlaşma, birçok tarihçiye göre, Nazilerin iktidara gelişine ve İkinci Dünya Savaşına sebep olmuştur. Çünkü bu anlaşmayla tahkir edilip aşağılanan Almanlar, bir tepki olarak ırkçılığa yönelmişlerdir.
1968: Vietnam Savaşı sırasında Amerika askerleri My Lai katliamını gerçekleştirdi.
1988: Halepçe katliamı: Saddam Hüseyin'in emriyle Halepçe'ye zehirli gaz saldırısı yapıldı. 5000 binin üzerinde Kürt katledildi.
1999: Kosova'daki Sırp güçlerine karşı, 70 gün sürecek hava harekâtı başlatıldı. Sırplara göre 2.000 Amerikalılara göre ise 5.000 kişinin öldüğü savaşın sonunda Sırp kuvvetleri Kosova'dan çekildi.
2003: Rachel Corrie (Riçıl Kori) İsrail tankları tarafından ezilerek öldürüldü. Rachel Corrie, ABD'li barış gönüllüsü, Uluslararası Dayanışma Hareketi üyesiydi. Amerika'nın Irak'ı işgale hazırlanmasıyla tüm dikkatlerin orada toplanmasını fırsat bilen işgalci İsrail, Gazze'de kıyıma başlayacaktı. Bunu duyan bazı vicdanlı Barış gönüllüleri, İsrail'in bu kıyımının ancak dikkatleri Filistin'e toplamakla engellenebileceğini varsaymış ve Filistin'e geçmişlerdi. Bunlar arasında Rachel Corrie de vardı. 1979 doğumlu olan bu genç kız, 16 Mart 2003 tarihinde Filistinlilerin evlerini yıkmak isteyen İsrail buldozerlerinin önüne dikilerek engel olmak istedi. Ama tüm Batı Dünyası gibi Rachel Corrie de Yahudi Siyonistlerin onu bulzdozerle ezip geçecek kadar insanlıktan yoksun, vahşi ve hunhar olduğunu tahmin etmemişti. Siyonistler buldozerle üzerinden geçerek onu öldürdüler. ölümü tüm dünyada yankı uyandırırken kendi vatandaşının öldürülmesine sessiz kalan iki Amerika, söz konusu Yahudiler olunca iki yüzlülüğün daniskasını sergiledi.
2011: İran'ın başkenti Tahran'dan havalananan ve Suriye'ye askeri malzeme taşıdığı belirtilen bir kargo uçağında, nükleer silah bulunduğu ihbarı yapıldı. İhbar üzerine uçak Türk hava sahasına girdikten sonra Diyarbakır Kaplaner Havaalanı'na zorunlu iniş yapması için uyarıldı. İran uçağı, Diyarbakır 2'nci Hava Kuvvet Komutanlığına bağlı 2 F-16 savaş uçağı eşliğinde saat 01.00 sıralarında Diyarbakır'a indirildi. Diyarbakır 7'nci Kolordu Komutanlığı, 2'nci Hava Kuvvet Komutanlığı ile Emniyet Müdürlüğü'nden uzmanlar uçakta arama yaptı. Ankara'dan nükleer silah konusunda uzman ekipler de Diyarbakır'a gelerek, uçaktaki arama ve inceleme çalışmalarına katıldı. Arama sonunda uçakya herhangi bir şey bulunmadığından uçağın hareketine izin verildi. Buna benzer bir ihbar 2006'da da yapılmış, bir İran uçağının Hizbullah'a silah taşıdığı iddia edilmi ve İran uçağı yine Diyarbakır'a indirilmişti.
2012 : Mustazaf Der Diyarbakır Şubesi Dünya Mustazaflar Haftası Nedeniyle, Açık Alanda Fotoğraf Sergisi Açtı.
Mustazaf Der Tarafından Bir Süre Önce Şeyh Said Meydanı Olarak İlan Edilen Dağkapı'da Açılan Fotoğraf Sergisine Halk Yoğun İlgi Gösterdi.
Fotoğraf Sergisinde Dünyadan Halepçe, Irak, Suriye, Filistin Çeçenistan, Abd, Bosna, Cezayir, Keşmir, Afganistan'daki Dehşet Verici Katliamın Fotoğrafları Sergilendi.
Türkiye'den De 12 Eylül, 28 Şubat Ve Yakın Tarih Bölümünde Ubeydullah Durna Ve Başörtülerinden Dolayı Okula Alınmayan Kız Öğrencilerin Mağduriyetlerini Yansıtan Fotoğrafları Sergideki Yerini Aldı.
2012 : Hamas Lideri Halid Meşal Türkiye'ye Geldi.
Aşbakan Recep Tayyip Erdoğan İle Başbakanlık Resmi Konutu'nda Basına Kapalı Bir Görüşme Gerçekleştirdi.
Gündemde Filistin Uzlaşısı Ve Ortadoğu Barış Süreci Vardı.
2012 : Afganistan`da Bir Helikopterin Düşmesi Sonucu 12 Türkiye Askeri Hayatını Kaybetti. Tsk Afganistan`daki Kazada 12 Türkiye Askerinin Hayatını Kaybettiğini Doğruladı.
Ölenler Arasında 2 Binbaşı Ve 1 Üsteğmen Bulunuyordu.
Helikopterin Teknik Bir Arıza Nedeniyle Düştüğünü Açıklandı
Nato'nun Afganistan'daki Misyonu İsaf Çerçevesinde Bu Ülkede Bin 800 Türkiye Askeri Görev Yapıyor.
MERCEK
16 Mart 1968: Vietnam Savaşı sırasında Amerika askerleri My Lai (May Lay) katliamını gerçekleştirdi.
My Lai katliamı, Vietnam'da 16 Mart 1968'de gerçekleşen katliamdır. Aslında My Lai, My Khe (May Ke) ve Son My (San May) köylerinde gerçekleşen 3 eş zamanlı katliamın ortak adıdır.
1968 yılında ABD Vietnam Savaşı'na boğazına kadar batmıştı. 500.000 askeri, tuzak dolu tropikal ormanların içerisinde, bir görünüp bir kaybolan Vietkong gerillalarıyla çarpışıyor, Vietkong hiçbir yerden tam anlamıyla temizlenemiyor, ABD yönetimi ve özellikle ordu komuta kadrosu giderek sıkışıyordu.
Bölge ele geçirememe, ABD ordusunun en büyük sorunuydu. Vietkong kayboluyor ve yeniden ortaya çıkıyordu. Yürütülen operasyonlarda ne ölçüde başarı sağlandığı bile tam anlaşılamıyordu. Bu durum, Amerikalıları "ceset sayma" adıyla meşhur olan yönteme sürükledi. Böylece, ABD komuta kadrosunun başarıyı ceset sayarak ölçmeye yönelmesi, tek tek Amerikan askerlerine de daha büyük bir öldürme arzusu ve daha geniş bir öldürme serbestisi veriyordu. Çünkü gösterecekleri başarı, öldürdükleri ceset sayısı ile paralel değerlendirilmekteydi. Bunun dışında, tropikal ormanların içinde aniden ortaya çıkıp Amerikan askerlerini öldürmeleri ve kaybolmaları Amerikan askerlerinin psikolojisini bozuyor, daha bir saldırgan ve asabi yapıyordu. Amerikan askerlerinin yaş ortalaması da gittikçe küçülüyordu. Toy ve yeni ergen askerlerin yaşadıkları bu psikolojik sorunlar savaştan sonra da yakalarını bırakmayacak, Amerikan toplumunda sosyal bir sorun ve toplumsal bir buhran olacaktı. Düşünsenize savaşa katılıp da psikolojileri alt üst olmuş yüz binlerce asker bir toplumun içine katılmış olsun.
Biz katliama geri dönersek;
16 Mart 1968 günü, Americal (Amerikal) tümeninin Charlie (Çarli) bölüğü, Son My (San May) yöresindeki My Lai köyü ve çevresine yönelik bir operasyon için helikopterlere bindirildi. Görevleri, Vietkongluları bulmak ve yok etmekti.
Sabah saat 08.00 sularında helikopterler Charlie bölüğünün askerlerini My Lai köyünün biraz uzağına indirdiler. Köy önce topa tutuldu. Sonra 1. ve 2. müfrezeler ateş ede ede köye daldı.
Hiç bir Vietkonglu bulamadılar. Onun yerine, insan, hayvan, canlı kimi buldularsa onları yok ettiler. Yaralıları süngülemek, kızların ırzına geçmek, insanların çocuklarını saklamaya çalıştığı barakalara el bombası atmak, 100'den fazla insanı bir hendeğe doldurup taramak gibi caniyane işler yaptılar. Dört saat süren katliamın sonunda 504 insan öldürdüler. Öldürdükleri, kadınlar, çocuklardı ve çok yaşlı erkeklerdi.
Ortalıkta ne Vietkong gerillası ne gerilla olabilecek yaşta erkekler ne atılmış bir silah vardı. My Lai'de Vietkongluların bulunduğu istihbaratının nereden çıktığı, oraya gönderilen birliklere gerçekte ne emirler verilmiş olduğu, bugün bile hâlâ tam açığa çıkmadı. Bilinen, Amerikan ordusunun prestijine büyük darbe indiren işkenceler, ırza geçmeler, başka hunharlıklar ve 504 insanın katledilmiş oluşu.
My Lai Katliamında havadan destek veren bir helikopter pilotu olan Hugh Thompson (Hag Tamson) şunları anlatır. Bu pilot, katliama engel olmak istemiş ama başaramamıştır.
"Helikopter pilotuydum. O sabah, kendi aramızda daha çok 'Pinkville' (Pinkvil) diye söz ettiğimiz My Lai'deki bir kara operasyonuna destek sağlamakla görevliydik. Büyük bir operasyon olması bekleniyordu. Görevim, dost kuvvetlerin cephe hizasında uçup ateş açmak, düşmanın yerini saptayıp onlara bildirmekti... Köy, birliklerimiz oraya yaklaşmadan önce top ateşine tutulmuştu... Bir ara elinde silahla köyün güneyine koşan 20 yaşlarında bir erkek gördüm. Vurmaya çalıştık ama nişancımız yeniydi, vuramadık. O da kaçtı. Gün boyunca gördüğümüz tek düşman oydu.
...Birliklerimizin üzerinde ileri geri uçmaya koyulduk. Ve kısa süre sonra her tarafta cesetler görmeye başladık. Nereye baksak ceset doluydu. Çocuklar vardı, 2, 3, 4, 5, yaşlarında... kadınlar, çok yaşlı adamlar... Ama genç erkekler yoktu aralarında. Genç erkekleri arıyor olmamız gerekiyordu.
Nişancım, 'Silahları nerede bunların?' diye sordu...
Dolaşıyor ve yaralı insanları görüyorduk. Yolun kenarında yaralı bir kadın vardı, onu görünce, yanlış bir şeylerin olduğunu düşündük... Dolaşıyor, her yere bakıyor ve neler döndüğünü anlayamıyorduk... Birkaç dakika sonra dönüp geldik ve yaralı kadını tekrar gördük. Çıplak gözle iyice bakınca, hemen yanındaki öbür nesnenin ne olduğu da seçilebiliyordu: Beyniydi. Hiç hoş değildi. Başka bir yaralı kadın gördük. Telsize sarıldık, yardım istedik... Birkaç dakika sonra bir yüzbaşı geldi, kadına bir tekme attı, geri çekildi ve onu vurdu.
Bir hendeğin üstünden geçerken, bir sürü insanın oraya doluşmuş olduğunu, kıpırdaştıklarını gördük. Aşağı indim ve bir çavuşa, onları oradan çıkarmak için yardım edip edemeyeceğini sordum. Yaralılar vardı aralarında. Çavuş bana onlara yardım etmenin tek yolunun onları ızdırablarından kurtarmak olduğunu söyledi. Sanıyorum şok geçirmiştim. Şaka yapıyor sandım, söylediğini şaka kabul etmiş olmalıyım. Tekrar havalandığımızda, mürettebatımın ekip başı, 'Aman Allahım, hendeğe ateş ediyor!' diye bağırdı. İki defa daha yardım istedik. Yani toplam üç defa... Her seferinde insanlar öldürüldü. Yardım istemekle bu insanlara yardım etmiş olmuyorduk.
Biraz sonra, ahşap bir sığınak gibi bir yere sığınmış bir kadın, bir yaşlı adam ve yanlarında da çocuklar gördük. Yukarıdan baktık, onları ve dost kuvvetleri gördük, ben de helikopteri tekrar indirdim. Kara birliklerine doğru yürüyüp, o sığınakta siviller var, onların oradan çıkmasına yardım edin, dedim. Biri, 'Bir el bombası atalım, çıkarlar,' dedi. Onları durdurdum, gidip insanlara çıkmalarını işaret ettim, çıktılar.
Fakat zor durumda kalmıştım. Sandığımdan daha çok insan varmış orada. 9-10 kişi kadardılar. Peki, onları bu bölgeden nasıl çıkaracaktım sağ salim? Onları burada bırakırsam ölecekleri kesindi. Amerikalılar hazır bekliyordu. Hiç duraksamıyorlardı. Oysa bu 9-10 insan kimse için bir tehdit oluşturmuyorlardı. Mürettebatım da ben de o sırada çılgına dönmüştük. Tam hatırlamıyorum ama Amerikalılar ateşe başlarsa ne yapmamız gerektiğini söyledim ekibimdekilere. Neyse ki ateş etmediler, işimiz rast gitti.
Ama bu insanları ne yapacaktım? Burada bırakırsam öldürülecekleri kesindi. Helikoptere yürüdüm, hepsini etrafıma topladım. Telsizle başka bir helikopteri kullanan arkadaşımı aradım. Gelip bu insanları buradan götürmesini istedim. 'Nereye götürmemi istiyorsun?' diye sordu. 'Buradan götür de, nereye olursa,' dedim. Geldi, onların ancak yarısını alabildi, götürüp 10 mil öteye bıraktı. Geri döndü. Sonra hepsini toparlayıp kalktık.
Dönüp tekrar hendeğin üstünden geçtik. İçinde hâlâ biraz hareket vardı. Yere indik. Ekip şefi hendeğe indi, biraz sonra kucağında kanlar içinde bir çocukla geldi. Onu ne yapacağımızı da bilemiyorduk, ama helikoptere aldık, yetim hastanesine götürürüz diye düşündük. Helikopterde onun her yerine iyice baktık, yaralı değildi, herhangi bir yara yoktu vücudunda, üzerine bulaşan kan başkasınındı. O gün o çocuğu hastaneye götürüşümüz hayatım boyunca unutamayacağım bir olaydır. Üzüntü dolu bir gündü, çılgın bir gündü. Müthiş hayal kırıklığına uğramıştım, dahası da var. Hastaneye uçup çocuğu bıraktık. Hemşireye, ne yapacaksın bilmem, ama ailesinden kimsenin hayatta kaldığını sanmıyorum, dedim."
Böylelikle 3 ayrı Vietnam köyünde katliamlar takvimine bir yaprak daha ekleyen Amerikalılar bu katliamdan sadece 1 askeri cezalandırdılar. Bu askerin de aldığı ömür boyu hapis cezası bizzat Amerika başkanı tarafından affedilerek 3 yıl ev hapsine çevrildi.
*********************************------------------*******************************
16 Mart 1988: Halepçe katliamı: Saddam Hüseyin'in emriyle Halepçe'ye zehirli gaz saldırısı yapıldı. 5 binin üzerinde kişi katledildi.
Halepçe Katliamı, 1986'da başlatılan ve 1989 yılına kadar devam eden "Enfal Operasyonunun" bir parçasıydı. Saddam, Kur'an'daki Enfal suresinden esinlenerek isimlendirdiği Enfal Operasyonuyla Iraklı Kürtler başta olmak üzere, Süryani ve Irak Türkmen azınlıklarını hedef almıştı. Enfal Operasyonunun liderliğini Kimyasal Ali lakaplı Ali Hasan El Mecidi yürütmüş ve toplamda 100 bin ila 150 bin arasında insan katledilmişti. Operasyon özellikle 1988 yılında doruğuna ulaşmıştır. Enfal Operasyonu kara harekatları, havadan bombalamalar, yerleşkelerin sistematik bir şekilde yıkılması, toplu zorunlu göçler, idam mangaları ve kimyasal silah kullanımı içermiştir.
Halepçe Katliamı konuşulurken mutlaka tablonun bütünü de ele alınmalıdır. Bunun içinde Enfal Operasyonunu ve Halepçe'nin Enfal'in sadece bir kesiti olduğunu ve Saddam Rejiminin Iraklı Kürtleri, İran'a yakın durdukları için; Diğer bir deyimle İslami bağları esas alıp Irak İran savaşında İran'a destek verdikleri için katlettiğini belirtmek gerek. Bununla beraber geçmişi hatırlayıp günümüzle özdeşleştirmek ve ibret almak şarttır. Zira İran İslam Devriminden sonra Saddam'ı silahlandırarak tasmasını açan Batı ve Amerika, Enfal Operasyonu sırasında, özelde de Halepçe'de kullanılan kimyasal silahları vermiş, tepe tepe kullanmasını zevkle seyretmişti. Halepçe'de Kürtleri Saddam'a öldürten ve Saddam ile baş başa resimler çeken, Saddam'ın sahip olduğu tüm silahları hediye paketi içinde armağan edenler, işleri bitince Saddam'ı bir hallaç pamuğu gibi bir kenara attılar. Hatta konuşup da eteğindeki taşları dökmesin diye bir an önce idam ettiler. Bundan ibret almak lazım ki, dün Saddamla tokalaşanlar bugün Kuzey Irak'ta, Kuzey Iraklı Kürtlerin temsilciliğini gasp eden sözde liderlerle tokalaşmaktadır. 1988'de Kürtlerin üzerine kimyasal bomba attıranlar, çok değil 2 yıl sonra 1990'da binlerce peşmergeyi Amerika'ya götürüp devşirdiler. 2003 işgalinden sonra da bu Amerikan Devşirmeleri, Kuzey Irak'ta köşe başlarını tutmaktadırlar. Mossad Ve CIA'nin bugün oraya kazık çaktıklarını, İran başta olmak üzere Ortadoğu istihbarat akışını burdan sağladıkları ve dev kulaklarını buraya diktiklerini dünya alem bilmektedir. Halepçe'nin her yıldönümünde miadını doldurmuş ve tarih olmuş müsebbiplerini konuşarak bu dosyayı diğer sene açmak üzere kapamamak gerek. Şunu soralım; Kuzey Irak ağırlıklı Enfal Operasyonlarını yürütüp de bugün tarihin kara sayfalarına giren liderleri bugün yaşamıyor. Peki onların indirildiği raflarda kimler yerini aldı. Irak'ın işgal edilmesiyle ilgili şu bilgiyi herkesin alında tutması lazımdır ki, olaya geniş bir perspektiften bakılabilsin. O bilgi de şudur: Amerika isteseydi Saddam ile ikili ve iyi ilişkilerini devam ettirebilirdi. Zira İran'da İslami bir devrim kaldıkça Saddam, Amerika için miadını yitirmeyecekti. Bu manada Saddam'ın son kullanım tarihi açık bırakılmış ve İran'a göreceli kılınmıştı. Peki ne oldu da Saddam, birden bire Amerika'nın devrilmesi gerekenler listesine konuldu?
1990'ların başında Sovyet Blok'un çökmesiyle beraber İslam küresel emperyalizmin düşman listesinde birinci sırayı aldı. Nato bile İslam'ı birinci tehlike olarak deklare ederek "İslami köktendincilik Komünizm kadar tehlikelidir" açıklamasını yaptı. Bunlar İslam ülkeleri için yapılacak işgallere zemin hazırlığıydı. Amerika, sadece İslam düşmanlığından değil, ekonomik sebeplerle de halkları müslüman olan ülkelere göz dikti. Bunları tek tek, bir bir işgal etmeyi uzun vadede projeleri arasına koydu. Bu manada Irak'ın işgali nihayet değil, başlangıçtı. Amerika Irak'a yerleşerek diğer işgallerine ilk basamağı kurmuş oluyordu. Başka bir tabirle, Irak, Amerika'nın işgal edeceği diğer ülkelerde operasyon merkezi olmak üzere işgal edildi. Saddamlı bir Irak'ta bunu gerçekleştirmek mümkün olmayacaktı. Saddam o onulmaz kibri ve gururu ile buna müsaade etmezdi. Amerika'nın da işgal pergelinin ayağını oturtacak bir zemine ihtiyacı vardı. Ortadoğu'da buna en müsait yer Irak idi. Hem Irak, 1990'da 1. körfez savaşıyla iyice yıpratılmış ve o tarihten 2003 işgaline kadar sürdürülen ağır ambargolarla kolu kanadı kırılmıştı. Asker sayısı olarak dünyanın en büyük ordularından biri olmasına rağmen elindeki silahlar çağın ve teknolojinin gerisinde kalmıştı. Zaten 1. Körfez savaşında Baba Bush ile amaçlanan şey buydu. Irak'a yaralayıcı darbeyi vurmak ve zamanı gelip de operasyon başlatılacağı zaman güçsüz bir Irak oluşturmak amacıyla 1. Körfez Savaşı yapıldı. Baba Bush, Saddam'ı yaraladı, oğul Bush gelip son noktayı koydu. Belirtmekte fayda görüyoruz ki, 1. Körfez Savaşında Irak'ın vurulması, ardından gelen ambargolar ve 2003 işgali arasında ilişki kuran çok sayıda siyaset analisti vardır.
Halepçe'de her yıl Saddam, Kimyasal Ali ve mazlumen katledilen 5000 insanı konuşup bununla yetinmek yeterli değildir.
Saddam kullanımı yasak olan kimyasal silahlar kullanmakla öldürebileceği kadar insan öldürmeyi amaçladığını göstermiştir.
Saddam Hüseyin'in 23 Şubat - 16 Eylül 1988 tarihleri arasında El-Enfal Harekâtı'nı şiddetlendirdiği dönemde Mart ayının ortasında İran ordusu Zafer-7 Harekâtı adlı genel taarruzu başlattı. Kürtler de İran Ordusu ile işbirliği yaparak Halepçe kasabasına girdi ve isyan başlattı. Saddam Hüseyin İran ordusunun ilerleyişini durdurmak için Irak Ordusunun Kuzey Cephesi Komutanı olan Korgeneral Alî Hasan al-Majîd al-Tikritî'ye (batı medyası tarafından 'Kimyasal Ali' lakabı ile bilinir) zehirli gaz bombaları kullanmayı emretti.
16 Mart 1988'de zehirli gaz bombalarını taşıyan sekiz MiG-23 uçağı tarafından Halepçe kasabasına bombardıman düzenlendi. Halepçe sakinleri , İran askerleri ve Peşmergelerle birlikte 5.000'den fazla insanın öldüğü, 7.000'den fazla insanın da yaralandığı tahmin ediliyor. Ancak Irak Savaşı'ndan sonra bölgeye giren yabancılar tarafından bu rakamın daha da büyük olduğu tespit edildi.
Halepçe'de katliam yapan kimyasal silahları tedarik eden Amerika ve Batı dünyası 2004 yılında bir rapor yayımlayarak zehirli silahların İran'a ait olduğunu iddia ederek günah çıkarmaya çalıştılar.
"Sakın zalimlerin yaptıklarından Allah'ı gafil sanma! Ancak Allah, onların cezalarını, gözlerin dışa fırlayacağı güne erteler" (İbrahim Suresi 42. ayetin meali)