• DOLAR 34.447
  • EURO 36.303
  • ALTIN 2837.002
  • ...
Ahlaki realizm ve dış politika: AB`nin mültecilerle sınavı
Google News'te Doğruhaber'e abone olun. 

İSTANBUL - AA

Uluslararası ilişkilerde dış politika davranışlarını açıklamada kullanılan iki temel yaklaşımdan biri olan realizm, daha doğrusu onun literatüre hakim olan yapısalcı versiyonu, dış politikada ahlak temelli davranışların aranmaması gerektiğini varsayar. Varlığını sürdürme ve daha fazla güç edinme motivasyonları ile hareket eden devletler sınırları dışındaki anarşik ve kaos üreten sisteme bakarken maddi çıkarlarını merkeze koyarlar ve insanlar arası ilişkilerde söz konusu olabilecek ahlaki değerleri hesaba katmazlar.

Ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda sosyal ilişkiler düzleminde ahlak dışı tanımlanabilecek birçok eylem devletler tarafından kolaylıkla icra edilir. Eğer bir ahlaktan bahsedilecekse bu ünlü sosyal bilimci Max Weber`in tanımladığı ‘sorumluluk ahlakı` olabilir. Buna göre devleti yönetenlerin temel sorumlulukları kendi vatandaşlarının ekonomik refahını, fiziksel güvenliklerini ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bu ihtiyaçları karşıladıkları oranda ahlaklı davranmış olurlar. Dış politikada ahlakın temel referans öznesi devlet olup, ‘sorumluluk ahlakı` sınırların dışında biter.

DEVLET DIŞI-DEVLET İÇİ AYRIMI ORTADAN KALKIYOR

İçinde bulunduğumuz küreselleşme sürecinde realizmin bu ahlak anlayışı artık ne ‘reel/gerçekçi` ne ‘ahlaki` ne de ‘milli çıkarlarla uyumlu`dur. Gerçekçi değildir çünkü dünya artık ulus devletlerin başat aktör oldukları bir dünya değildir. Devlet dışı bir sürü aktör ulusal çıkarların tanımlanmasında ve dış politikanın icra edilmesinde etkilidir. En önemlisi küreselleşme süreci devlet dışı ile devlet içi alanlar arasında var olduğuna inandığımız ayrımları ortadan kaldırmakta ve dış politika ile iç politikayı ‘aynılaştırmaktadır`.

Ülke dışında yaşananlara gözleri kapamak ve diğer devletlerin iç işlerinde nasıl yönetildikleri konusunda umursamaz tavır almak günümüzde hiç ‘gerçekçi` değildir. Dünyanın giderek küçüldüğü, zaman ve mekan farklılıklarının anlamını yitirmeye başladığı ve karşılıklı bağımlılık odaklı ilişkilerin ivme kazandığı bir zaman diliminde gerçeklik tanımımızı değiştirmemiz gerekir.

Ahlaki değildir, çünkü toplumsal temasların hızlandığı bir ortamda toplumsal kimlik ve toplumsal değer tanımlarımız değişmektedir. Başka uluslara ait insanların giderek kendi toplumlarımızın parçası olmaya başladıklarını gördükçe homojenlik ve tek kültürlülük esasına dayanan ahlak anlayışları değişmektedir. Ahlaken neyin doğru neyin yanlış olduğuna cevap verirken bize benzemeyenleri de artık dikkate almak gerekiyor. Küreselleşme ile birlikte kimliksel aidiyet gruplarımız çeşitlenmekte ve sınırları daha esnek hala gelmektedir. Liderlerin ahlaki sorumlukları artık kendi ülke vatandaşlarıyla sınırlı değildir. 2005 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilen ‘koruma sorumluluğu` prensibi ve devletlerin dış yardımlara daha fazla kaynak ayırmaya başlamış olmaları ahlak tanımlarımızı daha evrensel, daha ‘diğerkâm` ve daha ‘insani` düzlemde yeniden düşünmemiz gerektiğini gösteriyor.

Milli çıkarlarla uyumlu değildir çünkü artık sınırların dışında olanlar milli çıkarları yakından etkilemektedir. İzolasyon ve kendi sınırlarına çekilme artık milli çıkarlara uygun bir dış politika tercihi olamaz. Ülkeler sınırları dışında cereyan eden olaylara yön verebildikleri oranda milli çıkarlarını gerçekleştirebilirler.

TÜRKİYE'NİN MÜLTECİ POLİTİKASI İDEAL ÖRNEK

Bu arka plandan bakıldığında Türkiye`nin Suriyeli mülteciler başta olmak üzere dünyanın bir çok farklı bölgesinde takip etmeye çalıştığı dış politika ahlaki realizmin yeniden tanımlanması çerçevesinde ideal bir örnek sunarken, Avrupa Birliği`nin göçmenler ve mülteciler bağlamında takip ettiği politika bu konuda Avrupalıların geride kaldıklarını gösteriyor.

AB`nin mülteci ve göçmen politikası küreselleşmenin dayattığı gerçekler bağlamında ‘gerçekçi` olmaktan uzaktır çünkü gerek yaşam garantisi elde etmek için Avrupa`ya gelen ‘mültecilerin` gerekse de daha iyi ekonomik şartlarda bir gelecek arayan ‘göçmenlerin` Avrupa`da geçici olduklarını varsayar. Bu insanların göç etmelerine zemin hazırlayan siyasi, güvenlik ve ekonomik şartlar değişmedikçe bu göç hareketlerinin devam edeceği gerçeği görmezden gelen AB ülkeleri sınır güvenliklerini garantiye almayı ve bu insanları sınırların dışında tutmayı önceleyen politikalar izliyorlar. Türkiye ile Mart 2016`da imzalanan anlaşma benzeri düzenlemelerle Avrupa Birliği`nin hedeflediği şey AB ülkelerine yönelen göçmen dalgasını minimum düzeyde tutmaktır.

Ortak Avrupa Mülteci Politikası özünde Avrupa`nın ‘kale Avrupası` anlayışı temelinde yerinden üretilmesini öngörüp, AB ile çevresi arasında aşılmaz sınırlar olduğunu ve bu sınırların daha etkin şekilde nasıl korunabileceğini hedefler. Göçmen hareketlerine neden olan yapısal şartlar ortadan kalkmadan bu insanların Avrupa`ya göçlerinin kesilmeyeceği, göçmen dalgalarının kaynaklandığı ülkelerin yönetimlerine yapılan yardımların daha çok kısa vadeli ve faydacı bir perspektiften olduğu ve bu yardımların bataklığı kurutmaktan ziyade sinekleri öldürmeyi hedeflediği ve göçmen ticaretinden ekonomik menfaat elde eden insan tacirlerinin bu trafiği farklı rotalar bularak sürdüreceği gerçeklerini Avrupalılar görmezden geliyorlar.

AB, 'KALE AVRUPASI' FİKRİNDEN VAZGEÇMİYOR

Türkiye`nin Suriyeli mülteci ve göçmenler özelinde benimsediği politika ne kadar gerçekçi ise AB`nin politikaları o kadar gerçekçi olmaktan uzaktır. 3 milyondan fazla Suriyeli mülteci ve göçmen Türkiye`de kalmayı hedefliyor ve hâlihazırda sosyal ve ekonomik hayatın parçası olmuş durumdalar.

Türkiye`nin Suriye`nin dahili şartlarının düzelip bu insanların kendi ülkelerine dönmelerini mümkün kılacak yönde politikalar takip etmesi ne kadar gerçekçiyse, halihazırda ülkemizde bulunan Suriyelilerin toplumsal yaşama katılmalarını kolaylaştıracak ve bunu da eşit haklar ve sorumluluklar zemininde mümkün kılacak adımların atılması da o kadar gerçekçidir. Türkiye`nin gerçeği bu insanların çoğunun gereken şartlar sağlanmadan kendi ülkelerine dönmeyecekleriyse, Avrupa`nın gerçeği de bu göçmenlerin çoğunun aslında Türkiye üzerinden Avrupa`ya geçmeye çalıştıklarıdır. AB bunu görmezden gelip bütün sorumluluğu aralarında Türkiye, Lübnan ve Ürdün`ün de bulunduğu kendi yakın çevresindeki ülkelere atıp, bu ülkelerin AB`ye yönelen göç hareketlerini absorbe etmesini bekleyemez. Bu durum gerçeklerle bağdaşmaz.

AB`nin mülteciler politikası ‘ahlaki` olmaktan da uzak. Örneğin İtalya`nın önderliğinde başlatılan Mare Nostrum projesi kapsamında AB Akdeniz bölgesinde arama kurtarma faaliyetlerini artırıp göçmen ve mültecilerin yaşadıkları insani trajedileri azaltmaya çalışmıştı. Ahlaki denebilecek bu projeden göç hareketlerini daha güvenli yapabilir ve özendirebilir gerekçeleriyle 2013 yılında vazgeçildi. Bu projenin kaldırılıp yerine daha sınırlı projelerin konması AB`nin ‘kale Avrupası` fikrinden kolayca vazgeçemediğini ve dış politikasına yön veren ahlak anlayışını hala eski düzlemde tanımlamaya devam ettiğini gösteriyor. Ahlaki anlamda AB`nin sınıfta kaldığını gösteren bir diğer gelişme hiç kuşkusuz mülteci karşıtlığı üzerinden siyaset yapmaya çalışan partilerin ve akımların son zamanlarda güç kazanmasıdır.

Bunun son örneği Almanya`da yüzde on üç civarında oy alıp meclise girmeye hak kazanan Almanya için Alternatif partisinin başarısıdır. Merkel`in ortağı konumundaki Hristiyan Sosyal Birliği`nin de mültecilerin sayıları noktasında ciddi kotalar konmasını istediğini biliyoruz. Merkel`in 2015 senesinde benimsediği ‘hoş geldin kültürü` daha ahlaki bir zemin sunduysa da Merkel`in iç politik kaygılardan dolay bu anlayıştan vazgeçmeye başladığını görüyoruz. Çok-kültürlülük temelinde en ideal örneklerden birini sunduğunu varsaydığımız AB`nin, giderek bu anlayıştan uzaklaştığını ve mülteci ve göçmenlere potansiyel tehdit gözünden baktığına şahit oluyoruz.

AVRUPA'NIN TUTUMU AHLAKİ OLMAKTAN ÇOK UZAK

Avrupa toplumlarının benimsediği kimliksel değerlerin mültecilerin varlığından dolayı tehdit altında olacağına inanan Avrupalıların sayısı artıyor. Hatta Macaristan ve Polonya gibi Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri kendi sınırları içinde hiçbir mülteci barındırmak istemiyorlar. AB Komisyonu`nun mültecilerin ağırlıklı olarak İtalya ve Yunanistan üzerinde ortaya çıkardığı maliyetleri bütün üyeler arasında dağıtmayı hedeflediği ‘yeniden yerleştirme` odaklı politikalarına merkezi ve doğu Avrupalı üyelerden ciddi itirazlar geliyor. Avrupalı kimliğini ve ahlak anlayışını özcü bir perspektiften tanımlayan bu ülkelerin çoğunda kendilerine benzemeyenlerin varlığına ilişkin ciddi itirazlar ortaya çıkıyor.

Küreselleşme çağında homojen milli kimliklerini koruma politikaları güden bu ülkelerin ne kadar ahlaki davrandıklarını tartışmak gerek. 500 milyondan fazla nüfusu olan ve 20 trilyon dolara yaklaşan yıllık zenginlik üreten bir birliğin iki milyondan az mülteciye kapılarını açmış olması, bazı üyelerin hiçbir şekilde mülteci barındırmamak konusunda katı davranmaları ne kadar ahlakidir, sorulmalı. Türkiye, Lübnan ve Ürdün`ün kaynaklarını sorgulayarak beş milyon civarında Suriyeli göçmen ve mülteciye kapılarını açtığı bir ortamda AB`nin sergilediği dışlayıcı ve savunmacı tutum ahlaki olmaktan çok uzak.

AB`nin tutumu çıkarlarıyla da bağdaşmıyor. Mülteci ve göçmenlerin AB ekonomilerine entegre edilmesi durumunda ciddi artı değer üreteceklerini öngören çalışmalar var. Ayrıca, bu insanları kendi toplumsal bünyesine çok kültürlülük temelinde katmayı başarabilen bir AB`nin küresel arenada devşireceği yumuşak güç önemlidir. AB mülteci ve göçmenler özelinde benimseyeceği kapsayıcı insani politikalarla diğer küresel aktörlerden farkını daha kolaylıkla ortaya koyabilir. Bu durum AB entegrasyonun başka coğrafyalardaki bütünleşme modellerine örnek olan kapasitesini arttırır ve AB`nin dış politika çıkarlarını daha kolay ve meşru şekillerde elde etmesine zemin hazırlar. Sınırları korumayı, mültecileri evlerine geri göndermeyi ve maliyetleri kaynak ve transit ülkelere yıkmayı hedefleyen AB`nin mülteci politikaları ne ahlaki olabilir ne de gerçekçi.

Bu haberler de ilginizi çekebilir