Küresel sistemin "Nobel" şemsiyeli katilleri!
Nobel Barış Ödüllü Suu Çii yönetimindeki Myanmar`da, ordu ve Budist çetelerin Arakanlı Müslümanlara yönelik katliamları nedeniyle "küresel emperyalist sistemin Nobel şemsiyeli katilleri" yeniden gündeme geldi.
2012 yılında yaşanan büyük vahşetin ardından ara ara devam eden Budistlerin Arakanlı Müslümanlara yönelik katliamlarının ardından son olarak 25 Ağustos'ta başlayan toplu kıyım ve yıkımlara tepkiler devam ediyor.
Özellikle "Nobel Barış Ödülü" almış Myanmar'ın fiili lideri Aung San Suu Çii'nin, yaşanan barbarlığın arkasında olması tepkileri daha da büyütürken, söz konusu ödülün geri alınması için başlatılan kampanyada yüzbinlerce imza toplandı. Ancak Nobel Barış Ödülü Komitesi Sözcüsü Olav Njolstad, "Nobel Vakfı tüzüğüne göre, Suu Çii'ye verilen Nobel Barış Ödülü'nü iptal etmek olası değil." açıklamasında bulundu.
Ülkede 2016 yılında iktidara gelen Suu Çii (Kyi), seçim döneminde Myanmar'da Müslümanlara yönelik gerçekleşen hak ihlalleri hakkında kapsamlı soruşturma başlatacağını söylemişti. Fakat aradan geçen yaklaşık bir buçuk yıllık dönemde bırakın Müslümanlara yönelik hak ihlalleri karşısında bir soruşturma başlatılmasını, yaşanan katliamlar, vahşet ve barbarlığın da ötesine geçti.
Uzun yıllardır sistematik bir şekilde devam eden soykırım, 72 yaşındaki Nobel ödüllü Suu Çii idaresinde de devam ederken, küresel emperyalist sistem ve Nobel ilişkisi de yeniden güdeme gelerek tartışılmaya başlanıldı.
"Küresel sisteme hizmetkârlığın şemsiyesi olan Nobel" ödülleri, 1901'den günümüze siyasi ajandalar ve konjonktürel gereksinimler ile belirlenen isimlere veriliyor.
Adı "Nobel Barış Ödülü" olan, fakat bu ödülü alanların barışı simgelemesinden çok küresel sistemin çıkarlarına hizmet eden kimselerden seçilmesi öteden beri bilinen bir gerçek. Son dönemlerde Arakan'da yaşanan katliamlar nedeniyle her ne kadar Suu Çii'nin ismi öne çıkıyorsa da geçmiş yıllardan günümüze birçok ismin işlediği cürümler "Nobel Şemsiyesi" ile örtülmeye/perdelenmeye çalışıldı.
Bu isimlerden biri de hiç şüphesiz 1973-1977 yılları arasında ABD'nin 56'ıncı Dışişleri Bakanlığını yapan Henry Alfred Kissinger'dır. ABD siyasetinin beyni olarak nitelendirilen Kissinger, Almanya doğumlu bir Yahudi. Vietnam işgalinin mimarı olan Kissinger, "savaşın sonlanması yönündeki 'üstün katkılarından' dolayı" 1973 yılında Nobel Barış Ödülü'nü aldı. Fakat Vietnamlı politikacı ve diplomat Le Duc Tuo, birlikte ödüle aday gösterilmişken, ateşkes sağlanmadığı için ödülü almayı ve küresel sistemin dişlileri arasına girmeyi reddetmişti.
1978 yılında ise Nobel Barış Ödülü Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile Filistin topraklarının işgalle gasp edilerek oluşturulan İsrail rejiminin başbakanı, Siyonistlerin önde gelen liderlerinden Menahem Begin oldu.
Yaptıkları katliamlar isimlerinden önce anılan her iki katil de Nobel komitesi tarafından barış ödülüne layık görülmüştü. Küresel sistemin devam etmesi için rol alan bu aktörlerden Enver Sedat, Mısır'da İhavan-ı Müslim, İslami Cihad ve Cemaat el-İslami gibi gruplar başta olmak üzere, Müslümanlara büyük zulümler reva görmüş, katliamlara imza atmış; "Nobel ortağı" Menahem Begin ise "Irgun" adlı Yahudi terör örgütüyle yüzlerce cinayet ve katliamlar gerçekleştirmişti.
9 Nisan 1948'de Deir Yasin'de 254 Müslümanın katledilmesinin öncüsü olan Begin, bu katliam için "Eğer Deir Yasin 'zaferi' olmasaydı, İsrail Devleti de olmazdı." diyerek, dünyanın gözünün içine baka baka katliamı zafer olarak nitelemiş ve bunun planlı olarak yapıldığını açıkça ifade etmekten geri durmamıştı. Filistin topraklarında daha nice katliamlara imza atmış olan Begin, bu açıklamasına rağmen Nobel Komitesinden "barış ödülü" almıştı.
Her iki cani, Enver Sedat ve Menahem Begin, Camp David antlaşmasıyla; bundan sonraki yıllarda Siyonistlerin katliam politikalarını ve işgali genişletecek yeni bir yol açmış ve küresel emperyalist sistemin hedefleri doğrultusunda Nobel şemsiyesi altında bir araya gelmişti.
Deir Yasin'de neler olduğunu unutanlar veya o yılları görmeyen ve bilmeyenler, şu iki anekdot ile Siyonist kasapların nasıl bir vahşet işlediklerini hatırlayacak ve bileceklerdir:
1948 yılının 9 Nisan'ını 10 Nisan'a bağlayan gece, Filistinlilerin yaşadığı Kudüs'ün batısında yer alan Deir Yasin köyünü basan Siyonist "Stern ve Irgun" çeteleri aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 254 Müslümanı acımasızca katletmişti. Katliamdan kurtulabilen bir kadın ise yaşadıkları barbarlığı şu şekilde anlatıyordu:
"Bir askerin 9 aylık hamile olan kızımı yakaladığını gördüm. Makineli tüfeğini önce çenesine doğrulttu, sonra içindeki tüm mermileri kızımın üzerine boşalttı. Hepsi birer kasaba dönüşmüşlerdi. Daha sonra bir bıçakla kızımın karnını yarıp bebeğini dışarı çıkardı."
Tıpkı bugün Myanmar ordusu ve Budist çetelerin işlediği katliamlar gibi daha birçok cinayet işleyen Siyonistlerin, "büyük israil" hedefi doğrultusunda işledikleri cürümlerin diğer bir tanığı ise dönemin Kızılhaç Filistin delegesi Jacques de Reynier'dir. Katliamdan bir gün sonra Deir Yasin'e yaptığı ziyaret esnasında parçalanmış cesetlerle karşılaşmış ve bu korkunç manzara karşısında "Manzara dehşet vericiydi!" demişti.
Şu da gözden kaçmamalı ki, bugün Arakan'da işlenen katliamlarda kullanılan silahlar Siyonist menşeili silahlar. Katliam, soykırım ve göçe zorlama politikası da 1947-48'de Filistin topraklarında yaşananlarla büyük benzerlik taşıyor. Budist Myanmar devleti ve ona bağlı insan kasapları çeteler, geçmişte Filistinlilere yönelik işlenen cinayetlerin ve işgal politikasının bir benzerini icra ediyor...
Bir diğer Nobel ödüllü Siyonist katil ise Şimon Peres'di. Peres, Ortadoğu'da "barış ve çözüm için çok çaba sarf ettiği" gerekçesiyle 1994 yılında Nobel Barış Ödülü'ne layık görülmüştü.
Siyonistlerin ulusal atası olarak vasıflandırılan büyük katil David Ben-Gurion tarafından 1952 yılında Siyonist işgalci yönetimin savunma bakanlığında göreve getirilen Peres, silah alımında görevlendirilmişti. Silahla ilişkisi gençlik yıllarına dayanan Peres, daha sonraki yıllarda Fransa ile geliştirdiği ilişkilerin ardından Dimona Nükleer reaktörünü kurmuştu.
24 yaşındayken Müslümanlara karşı saldırılar düzenleyen Siyonist Haganah terör örgütüne katılarak Filistin'in işgal sürecinde aktif rol alan Peres, yüz binlerce Filistinlinin topraklarından sürüldüğü 'Nekbe'de (Büyük Felaket) en etkin kişi olmuştu. Sonraki yıllarda hem Flitsin hem de Lübnan topraklarında Müslümanlara yönelik gerçekleştirilen katliamların emrini vermişti. Cinayetleri isminden önce gelen Peres'in de gerçek kişiliği Nobel şemsiyesiyle örtülmeye çalışılmıştı veya sebep olduğu katliamlar dolayısıyla ödüllendirilmişti.
2001 yılına gelindiğinde ise dönemin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, Nobele layık görülmüştü. Peki, niçin bu "ödülü" almıştı? Afrika'da "terörizmle mücadelede" aktif rol aldığı için! Topraklarının işgal edilmesi, yer altı yer üstü zenginliklerinin sömürülmesi ve modern çağın kölesi olmayı reddeden ve uğurda savaşan Afrika'nın yerel halkı küresel sisteme göre teröristti! Bu halkın sömürgecilere, hırsızlara karşı duruşu da terörizmdi!
Afrika topraklarında işlenen toplu kıyımlar, Kofi Annan gibi "masum" yüzlü siyahi BM sekreterlerinin öncülüğünde yapılıyordu. İşlenen cinayetler Nobel ödülüyle meşrulaştırılıyor, adına da "terörizmle mücadele" deniyordu. Nihayetinde küresel emperyalist sistemin çarkı istediği gibi dönmeye devam ediyordu.
2005'e gelindiğinde ise bu defa Nobel ödülüne Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın Mısırlı Başkanı Muhammed El Baradey layık görüldü. Baradey, "Nükleer enerjinin askeri amaçlar için kullanımını engellemeye yönelik çabalarından dolayı" Nobel Barış Ödülü'nü almıştı. O dönemde elinde kitle imha silahları, nükleer silahlar olan küresel sistemin başat aktörlerine yönelik ciddi eleştirilerde bulunmayan Baradey, enerji amaçlı uranyum zenginleştirme çalışması yapan ülkelerle mücadele yolunu seçmişti. Nükleer enerjinin askeri amaçlarla kullanılmaması gerektiğini söyleyen Baradey, ABD, İsrail, Almanya, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin gibi ülkelere karşı herhangi bir söylem geliştirmiyor, eleştirilerde bulunmuyordu.
Küresel sistemin "siyah inci" olarak dünya kamuoyuna sunduğu ABD Başkanı Barack Obama da Nobel ödülü alanlar arasında yer alıyor. "Obama, nükleer silahsız bir dünya vizyonuna sahip olduğu ve kendi halkına iyi bir gelecek vadettiği" için 2009 yılında Nobel Komitesi tarafından ödüllendirilmişti.
ABD'nin Afrika kökenli başkanı olan Obama'nın, "dünyada nükleer silah stokunun azaltılması çağrıları ve dünya barışı için çalıştığı" belirtilerek Nobel'e layık görüldüğü açıklanırken, dünya mazlumları bu kararla bir kez daha katledilmişti.
Başta İslam coğrafyası olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde fiili işgallerde bulunan, sivil ölümlerine neden olan, zenginlikleri çalıp kendi halkının refahını yükselten bir ülkenin başkanı nasıl olurdu da ödüllendirilebilirdi. En büyük kitle imha silahlarına, nükleer bombalara sahip bir ülkenin başkanı nasıl olurdu da dünya mazlumlarının gözünün içerisine bakıla bakıla taltif edilir, ödüllendirilir ve bu tepki çekmezdi. Bırakın tepkiyi, alkışlamak için sıraya girenler olabilirdi...
Küresel sistemin hizmetkârı 'Nobel şemsiyeli katiller'in işlediği cürümler elbette yazılanlarla sınırlı değil.
Aung San Suu Çii yönetimindeki Myanmar'da, Arakanlı Müslümanlara yönelik işlenen katliamlar dolayısıyla yeniden gündem gelen Nobel'in ise küresel sistemin bekası için çaba gösteren bir kurum olduğu gerçeği de bilinmeyen bir gerçek değil.
Bunlarla beraber Nobel, algı operasyonlarının yönetildiği önemli merkezlerden biri olarak da karşımıza çıkıyor.
2014 yılında Hindistanlı Kailash Satyarthi ile birlikte, Pakistan'da düzenlenen bir saldırıda yaralanan 17 yaşındaki Malala Yusufzay'a verilen Nobel Barış Ödülü ile İslam ve Müslüman karşıtı yeni bir algı operasyonu başlatılmıştı.
Malala, özel bir uçakla İngiltere'ye götürülerek tedavi altına alınmış ve ardından dönemin ABD Başkanı Barack Obama ile görüştürülerek medyatikleştirilmişti. Sonrasında da Nobel Barış Ödülü'nü layık görülmüştü.
Başta Afganistan ve Pakistan olmak üzere Irak ve Suriye gibi İslam coğrafyasının önemli merkezlerinde son 15 yıldır gerçekleştirdiği askerî operasyonlarla binlerce sivilin hayatını kaybetmesine sebep olan ABD, İngiltere ve onların oluşturduğu Batılı koalisyon devletleri görmezden gelinerek, Nobel Barış Ödülü üzerinden bir kez daha "terörist Müslüman" algısı oluşturuldu.
İslam'ın kadına yönelik olumsuz bir yaklaşım benimsediği yönünde bir algı oluşturulmaya çalışılmış ve bunun aktörü de Malala Yusufzay olmuştu.
İslam düşmanlığını besleyecek "Ben Malala" adlı biyografi kitabı ve dünyanın birçok ülkesinde verdiği konferansları aracılığıyla kendisine biçilen misyon işleten Malala, dünya kamuoyunda "İslami terör" propagandasının diri tutulmasına katkı sağlamıştır. Küresel sisteme bu hizmetin karşılığı olarak da Malala ve ailesi büyük bir sermaye sahibi olmuştur. (Olcay Ersoy - İLKHA)