21. yüzyılda nükleer silah çıkmazı
Nükleer başlıkların sayısının 80`li yıllarla kıyaslandığında, günümüzde 10 binler seviyesine gerilemiş olduğu doğru. Fakat 24 saat alarm durumunda bekletilen 10 bin nükleer silahın varlığı da rahatlamayı mümkün kılmıyor.
Hiroşima ve Nagazaki kentlerine atom bombası atılmasının, yüz binlerce insanın saniyeler içinde hayatını kaybetmesinin veya yaralanmasının üzerinden 72 yıl geçti. Nükleer silahların korkunç tahrip gücünün Japonya`da gözler önüne serilmesi, insanlığı bu tehlikeli silahlardan kurtulmaya ikna etmek için yeterli olmadı. Aksine, sahip oldukları olağanüstü yıkım gücü birçok ülke ve yöneticileri açısından nükleer silahların cazibesini artırmış olmalı ki, aradan geçen yıllarda Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti de ABD`yi takip ederek nükleer silahlara sahip oldular. İzleyen dönemlerde İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore de atom bombasına sahip ülkeler kervanına katıldılar.
NÜKLEER BAŞLIK SAYISINDA AZALMA
Nükleer silahlar, insanoğlunun bu gezegendeki varlığına son verebilecek belki de en ciddi tehdit. En az bir kez, 1962 yılındaki Küba füze krizi sırasında, uygarlığımızın nükleer felaketin eşiğinden döndüğünü biliyoruz. Nükleer başlıkların sayısının 60 binli rakamlara ulaştığı 80`li yıllarla kıyaslandığında, Soğuk Savaş`tan sonra ABD ve Rusya`nın yaptığı büyük çaplı kesintiler sayesinde dünya üzerindeki nükleer başlık sayısının günümüzde 10 binler seviyesine gerilemiş olduğu doğru. Fakat büyük çoğunluğu 24 saat alarm durumunda bekletilen, her an kullanılmaya hazır 10 bin nükleer silahın varlığı da rahatlamayı ve derin bir nefes almayı ne yazık ki mümkün kılmıyor. Aksine, son yıllarda nükleer savaş tehlikesini ve ihtimalini tekrar dünya kamuoyunun gündemine taşıyan gelişmelere tanıklık etmekteyiz. En son Eylül ayı başında gördüğümüz gibi, özellikle Kuzey Kore, nükleer silahlarını ve bu silahları hedefe ulaştıracak balistik füzelerini neredeyse her ay test ederek, nükleer silah tehlikesini gündemde tutmak için adeta özel çaba sarf ediyor.
SİBER SALDIRI VE POPÜLİZM RİSKİ
Aslında nükleer silahların kullanılması her zaman bilerek ve isteyerek de olmayabilir. Kaza eseri veya istem dışı olarak, örneğin süratle gelişen bilişim teknolojilerinin başımıza musallat ettiği siber saldırı ve müdahaleler marifetiyle nükleer silahların istem dışı devreye sokulması da hiç uzak bir ihtimal değil. Aynı derecede kaygı uyandıran bir diğer olguysa, dünyayı etkisi altına alan popülist, empati yoksunu, çoğunlukla da kifayetsiz siyasi liderler furyası. Bugüne kadar nükleer silahların kullanımı söz konusu olduğunda, nükleer silaha sahip devletlerin itidal ve olgunluk sergileyecekleri, konvansiyonel silahlarla nükleer silahlar arasında olduğu farz edilen kalın çizgiyi gözetecekleri varsayılırdı. Fakat ABD gibi en eski ve ‘olgun` nükleer gücün liderinin, son dönemde Kuzey Kore ile yaşanan söz düellosu sırasında sergilediği sorumsuz ve tehlikeli söylem, bu varsayıma gölge düşürdü. Bahse konu devletlerarasına, Trump yönetimindeki ABD`nin ve pek tabiî ki Kuzey Kore`nin yanı sıra, komşularını nükleer silah kullanımıyla tehdit etmekte beis görmeyen Rusya da dâhil edilmelidir.
Nükleer silahların yaygınlaşmasının bir türlü önlenememesi, siber güvenlik riskleri, pek çok ülkede popülist ve/veya otoriter liderlerin başa gelmesi gibi olgular, esasen nükleer silahların dünya güvenliğinde oynadığı rolün ve bu sırada sebep olduğu ciddi risk ve tehlikelerin yeniden ele alınıp sorgulanmasını zorunlu kılacak seviyeye ulaştı. Başka bir ifadeyle, bugüne kadar nükleer silahları meşrulaştırmak ve gerekli göstermek için kullanılmış tezlerin birer birer çürüdüğü paradigmatik bir dönüşüm söz konusu. Örneğin, nükleer silahlara sahip devletlerce sürekli gündemde tutulan ve nükleer silahların çatışmaları fazlasıyla tehlikeli ve riskli kılarak aslında barışın ve uluslararası istikrarın korunmasına hizmet ettiği tezi, oluşan yeni şartlar altında ikna gücünü ve kendi içindeki tutarlılığını büyük oranda kaybediyor.
BM`DE 122 ÜLKENİN OYUYLA KABUL EDİLEN YENİ ULUSLARARASI ANLAŞMA
Hiç de şaşırtıcı olmayan şekilde, uluslararası düzeyde nükleer silahlara yönelik algının süratle değiştiğini ve bu değişimin yeni bazı süreç ve girişimleri tetiklediğini görmekteyiz. Örneğin, Temmuz ayında Birleşmiş Milletler`de (BM) 122 ülkenin oyuyla kabul edilen yeni bir uluslararası anlaşma, nükleer silahların geliştirilmesi, test edilmesi, konuşlandırılması ve kullanılmasını hepten yasaklayıp gayrimeşru ilan etti bile. Eylül ayında imzaya açılacak ve 50 devletin imza koymasıyla yürürlüğe girecek bu anlaşma, nükleer silahların meşruiyetine ve yasal statüsüne indirilmiş ağır, ama şu an için etkisiz bir darbe. Bekleneceği üzere, nükleer silahlara sahip devletlerle topraklarında başka ülkelerin nükleer silahlarını barındırmayı kabul eden müttefikleri, BM`de yapılan oylamaya katılmadılar. Bir bakıma, 122 ülkenin desteğine ve onayına sahip böylesi bir girişimi ve talebi tanımayacaklarını daha en baştan ilan etmiş oldular. Bundan çıkan anlam şu: Nükleer silaha sahip devletler ve onların nükleer şemsiyesi altına kendine yer bulan ülkeler, nükleer silahlar bağlamındaki mevcut durumun sürmesinden, yani nükleer silahların uluslararası ilişkilerin hukuki, temel ve kurumsal bir unsuru olarak kalmasından yanalar. Bunu yaparken de nükleer silahların yarattığı tüm risk ve tehlikeleri kabullenmeye hazırlar.
MEVCUT KANUNİ ÇERÇEVE 1970`TE ÇİZİLDİ
Nükleer silahlara yönelik mevcut kurumsal ve kanuni çerçeve, esas itibarıyla 1970 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) ile düzenlenmiş durumda. NPT özetle, dünya üzerindeki devletleri, nükleer silahlara sahip olma hakkı bulunanlar ve bulunmayanlar şeklinde iki gruba ayırmıştı. Nükleer silah hakkına ve ayrıcalığına sahip beş devlet, anlaşmanın müzakere edildiği dönemde zaten nükleer silah edinmiş olan, aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi`nin (veto hakkına sahip) daimi beş üyesi olarak belirlenmişti. NPT`yi yürürlüğe sokmakla, uluslararası camia aslında, nükleer silahların daha fazla sayıda ülkenin eline geçmesini engellemek namına, 1960`ların sonunda dünyada mevcut nükleer statükoyu tüm sorunları ve adaletsizlikleriyle kabullenip, bu statükoyu dondurma yoluna gitmişti. Karşılığındaysa, nükleer silah edinme hakkından feragat eden devletlere bazı taahhütlerde bulunmuştu. Örneğin nükleer silahların zaman içerisinde azaltılarak yok edileceği, nükleer silah hakkından feragat eden ülkelere karşı nükleer silah kullanılamayacağı, ayrıca ticari ve bilimsel nitelikli nükleer teknolojiye erişimde engeller çıkarılmayacağı taahhüt edilmişti.
NÜKLEER SİLAHA SAHİP DEVLETLER ANLAŞMANIN MEŞRUİYETİNE GÖLGE DÜŞÜRDÜ
Ne yazık ki aradan geçen yarım asırlık süre zarfında, bu güvence ve taahhütlerinin sıklıkla göz ardı edildiği, hatta bazen NPT`de öngörülenlerin tam tersinin yapıldığı pek çok örnek yaşandı. Bir bakıma, nükleer silaha sahip devletler kendi nükleer cephaneliklerine meşruiyet ve yasallık sağlayan bir anlaşmanın gereklerini layıkıyla yerine getirmeyerek, NPT`nin ve onunla birlikte kendi nükleer silahlarının meşruiyetine ve kanuniliğine kendi elleriyle gölge düşürmüş oldular. Nükleer silaha sahip ülkelerin istisnasız tamamı, bu silahlardan kurtulmak bir yana, içinde bulunduğumuz şu günlerde, nükleer başlıklarını daha etkili ve ölümcül kılacak milyar dolarlık modernizasyon programları yürütüyorlar. Barışçıl amaçlı nükleer teknoloji üzerindeki gizli kısıtlamalar ise devam ediyor. Hindistan ve özellikle İsrail gibi NPT`ye katılmayan devletlerin nükleer silah geliştirmesi karşısında gereken tepkinin verilmemiş ve ciddi önlemlerin alınmamış olması, NPT`nin ana payandasını zaten zedelemiş durumdaydı. Sonuçta, yarım yüzyıldır NPT etrafından şekillenen kurumsal yapı çatırdarken, nükleer silahların hepten yasaklanmasına yönelik kuvvetli bir dip dalgası şekilleniyor. Ama nükleer silaha sahip 9 ülkenin, sahip oldukları ayrıcalıklı konumdan vazgeçmeye kolay kolay yanaşmayacaklarını kestirmek hiç de zor değil.
UZAK OLMAYAN BİR TEHDİT
Özetle, dünya tehlikeli bir nükleer çözümsüzlük haliyle karşı karşıya ve insanlığın nükleer ikilemini çözmek için fazla vakti olmayabilir. Trump`ın seçim kampanyası sırasında, Almanya, Japonya, Kore gibi ABD`nin nükleer caydırıcılık kalkanından istifade eden ülkelerin kendi nükleer silahlarına sahip olmaları gerektiğini söylemiş olması, nükleer silahların bertaraf edilmesi bir yana, daha da yaygınlaşması ve meşruiyet kazanması anlamında ciddi zarar verdi. Almanya veya Japonya bu hakka sahipse, İran, Suudi Arabistan, Mısır veya Türkiye`ye hangi gerekçe veya mantıkla hayır denilebilir? Nitekim bu ülkelerin hepsinde, “milli” nitelikli nükleer silahın zamanının geldiği yönündeki kanaat ve fikirlere rastlanmakta. Peki, düzinelerce ülkenin nükleer silah geliştirmeye ve konuşlandırmaya başladığı bir dünya, gerçekten de bugünkünden daha güvenli bir yer olabilecek mi? Diğer her şey bir yana, kazayla veya istem dışı kullanım riski dramatik şekilde artmayacak mı? Herkes nükleer silaha sahip olduğunda kimse avantaj elde edemiyorsa, nükleer silahların elimine edilmesi yoluyla aynı noktaya ulaşmaya çalışmak daha kestirme ve tehlikesiz bir seçenek olmaz mıydı?
Tanınmış parçacık fizikçi Brian Cox, Fermi paradoksunu, yani kendi gökadamızda 100 milyar gezegen varken nasıl olup da insanoğlunun henüz Dünya dışı yaşam formlarıyla karşılaşmadığını şu şekilde açıklıyor: Medeniyetlerin kurumsal ve siyasi olgunluk kazanma hızı, teknoloji geliştirme süratlerinin gerisinde kaldığından, teknolojisi yeterince ilerleyen her medeniyet kendini yok edecektir. Evrende, dünyamıza ulaşacak kadar gelişmiş hiçbir medeniyete rastlanmaması bundandır. Cox`ın çıkarımını kendi dünyamıza ve kendi medeniyetimize uyarlamak mümkün. Eğer geliştirdiğimiz teknolojileri kontrol edecek olgunluk ve kapasiteyi oluşturamazsak, kendi uygarlığımızı kendi icatlarımızla yok etmemiz işten bile değil. Ve onları gereği gibi kontrol ve idare etmeyi bir an önce öğrenemezsek, günümüzde nükleer silahlar bu kehaneti doğru çıkarmaya en yakın aday konumunda.
(AA)